Rahmetin Tefekkür Dünyamıza Yansıması

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

RAHMETİN TEFEKKÜR DÜNYAMIZA YANSIMASI

Rahmet insanı, Cenâb-ı Hak, olabilmeyi cümlemize nasîb eylesin. Peygamberimiz, âlemlere rahmet. Bütün peygamberler bir topluma geldi. Yalnız Efendimiz, bütün asırlara, bütün âleme geldi. İns ve cin, ne kadar yaratılan varsa hepsine Cenâb-ı Hak rahmet olarak (gönderdi)… En büyük servetimiz. Peygamberimiz, Nebiyyüʼr-Rahmeh. Demek ki o hâlde bizim de bir “rahmet insanı” olabilmemiz.

“Merhamet” bir müʼminin fârikasıdır. Müʼminliğinin tescili ve alâmet-i fârikasıdır.

Rahmet, muhtevâ itibâriyle çok şümullü olacak bir müʼminin.

Rahmet insanı, infâk eder, fedakâr olur, şefkatli olur. Geldiği, bulunduğu her mekân ve zamana bir huzur verir. Rûhâniyet tevzî eder. Muhabbet verir. Zarar vermez, fayda verir.

“Müʼmin arı gibidir…” Efendimiz buyuruyor.

“…Konduğu dala zarar vermez…”

“…Temiz yer, temiz mahsul ikram eder…” (Bkz. Ahmed, II, 199; Hâkim, I, 147; Beyhakî, Şuab, V, 58; Süyûtî, el-Câmi, no: 8147)

Yani helâl yer, sâlih ve sâdıklarla beraber olur ve mükrim olur. İncitmez bir müʼmin. İncinmez. Allah için affeder. Bollukta şımarmaz, taşmaz, şaşırmaz; darlıkta isyan etmez. Yüreğinden rahmet taşıran bir müʼmin, sadece kendisine, evlâdına, yakınlarına değil; din kardeşlerine, bütün ümmet-i Muhammedʼe, insanlıktaki eşi olan bütün insanlığa hidâyeti ulaştırma gayretinde olur.

Velhâsıl -inşâallah- bu Ramazân-ı Şerîfʼte rahmet, rûhâniyet, gönlümüze dolacak taşacak, rûhumuz -inşâallah- bir yağmur suyu gibi berrak, şeffaf bir dergâh hâline gelecek, Rabbimizʼin lûtfuyla.

Amellerimiz, “عَمَلاً صَالِحًا” olacak, “sâlih amel” olacak. Cenâb-ı Hak “اَكْثَرُ عَمَلاً” buyurmuyor, “عَمَلاً صَالِحًا” buyuruyor. Bizden samimî bir ibadet, samimî bir kulluk, samimî, riyâdan uzak bir, Cenâb-ı Hak bizden samimiyet arzu ediyor.

İşte bu cihan, bir rahmet, Cenâb-ı Hakkʼın zerreden kürreye bir rahmet tecellîsi. Demek ki bizim rahmet, tefekkürümüze yansıyacak. Dâimâ Cenâb-ı Hakkʼın ilâhî azametini düşüneceğiz.

Okunan, Furkan Sûresiʼndeki 61. âyetten başlandı. Orada Cenâb-ı Hak, tefekkürde bir müʼminin derinleşmesi… Kendine bakacaksın derinleşeceksin: Ben bir yoktan nasıl meydana geldim?..

Evlâdına bakacaksın, derinleşeceksin: Onun şeklini, biçimini, kaderini sen mi çizdin?..

Toprağa bakacaksın: Cenâb-ı Hak her mevsim sana en güzel meyveleri, sebzeleri ihsân ediyor…

Kurulan sofralara bakacaksın şu Dünyaʼda: İnsanın sofrası ayrı, devenin sofrası ayrı, solucanın sofrası ayrı, yılanın sofrası ayrı. Her bir mahlûkâta ayrı sofralar kuruluyor.

Burada da Cenâb-ı Hak okunan âyet-i kerîmede:

“…Gökte burçlar var eden…” (el-Furkân, 61)

Yıldız kümeleri. Ne kadar yıldız kümesi? Matematik sıfırlanıyor, bitiyor. Matematiğin sayma gücü bitiyor. Beşerî idrak duruyor. Ne kadar kum tanesi varsa o kadar yıldız vardır buyruluyor. Hepsi bir beyaz delikten doğuyor, ömrünü tamamlıyor, bir kara delikten yıldız mezarlığına giriyor. Her şeyde bir fânîlik.

Güneş, Dünyaʼya 150 milyon kilometre uzaklıkta. 8 dakikada, 300 bin km hızla ışığı geliyor. Bir arızaya geçmiyor, tamirhaneye gitmiyor. Işığını biraz artırsa gözler âmâ olur. Işığını azaltsa zindan olur. Isısını artırsa eksiltse hâkezâ.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“…Onların içinde bir (Güneş) çerağ ve nurlu bir Ay barındıran.” (el-Furkân, 61)

(Güneşʼten (Ay) alıp Dünyaʼya yansıtan) Allah yücelerin yücesidir…” (el-Furkân, 61) buyruluyor.

Demek ki kalp tekâmül edecek. Her gördüğü şeyde ilâhî azamet tecellîleriyle “Aman yâ Rabbi!” diyecek. Hayret makamında kalacak. Allâhʼın verdiği kendisine o nîmetleri düşünecek.

Ondan sonra gelen âyette:

“İbret almak ve şükretmek dileyen kimseler için gece ve gündüzü birbiri ardınca getiren Oʼdur.” (el-Furkân, 62)

Hiç kimse şüpheleniyor mu, bugün acaba Güneş yarım saat evvel mi batar? Yarın on dakika erken mi doğar? Nasıl Cenâb-ı Hak; ilâhî bir takvim, Ay ilâhî bir takvim, Güneş ilâhî bir takvim. İki tane takvim dönüyor. Hiç zerre kadar bir şey yok. Cenâb-ı Hak devamlı bir müʼminin bir tefekkür hâlinde olmasını (istiyor). Hiç havanın oksijeni, azotu değişiyor mu? Bir değişse ne olur? 21 oksijen, 25ʼe çıksa, yahut 15ʼe düşse… Hiç kimse bir oksijen tüpüyle geziyor mu? Acaba yarın oksijen düşer de şu tüpü kullanırım diye. Bu kadar ilâhî azamet tecellîsi. Cenâb-ı Hakkʼın varlığının sonsuz, trilyon, trilyon, trilyon şeyi (delili)…

Lâkin kalp terakkî edecek. Nefsâniyeti bertaraf edecek. Onun için ilk âyet:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) Hira Mağarasıʼnda.

Sevr Mağarasıʼnda ise:

لَا تَحْزَنْ اِنَّ اللّٰهَ مَعَنَا

Koşulacak, sığınılacak barınak, Cenâb-ı Hak.

“…Mahzun olma! Allah bizimle beraberdir…” (et-Tevbe, 40)

Sen ne kadar berabersin, Allah da seninle o kadar beraber.

“…Ben yakınım…” (el-Bakara, 186) buyuruyor.

(Kullarıma söyle) Ben (diyor) kullarıma çok yakınım…” (el-Bakara, 186) diyor. Fakat Cenâb-ı Hak bizim de yaklaşmamızı arzu ediyor.

Vedâ Hutbesiʼnde de, işte iki nîmet, bize iki şey emânet: “Kitap ve Sünnet” emâneti.

Cenâb-ı Hak Kitap için:

هُدًى لِلْمُتَّقِينَ buyuruyor. Kurʼân bir; “…Takvâ sahiplerine hidâyet rehberi.” (el-Bakara, 2)

Takvâ sahibi olursak, Cenâb-ı Hak:

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ buyuruyor.

“…Siz takvâ sahibi olun ki, Allah size öğretsin…” (el-Bakara, 282)

Hak ve şer netleşsin, rûhâniyet artsın.

Ondan sonra gelen âyet:

“Rahmânʼın has kulları ki (ibâdurrahmân, onlar ki) yeryüzünde tevâzu ile yürürler…” (el-Furkân, 63)

Demek ki bir müʼmin, mütevâzı olacak. Tevhîd akîdesinin ortaklığa tahammülü yok. Onun için gösteriş istemiyor Cenâb-ı Hak. Riyâ istemiyor. Riyâ olduğu zaman, tamamen o ibadet, muâmelât gücünü kaybediyor. Samimiyet istiyor.

“O müʼminler mütevâzı olarak yeryüzünde yürürler…” (el-Furkân, 63)

Mütevâzı müʼmin, edep sahibidir. Mütevâzı insan, bir sâlih kişidir.

Mevlânâ çok güzel bir îzah eder:

“Bak (der), gölge ol (der). Gölgenin boynu olmadığı için kılıç (nefsânî arzular yani) boynu kesemez (der). Çünkü gölgenin boynu yoktur (der). Sen de gölge gibi ol.” der.

İşte:

مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ

(Nefsini bilen, Rabbini de bilir.)

Yani Cenâb-ı Hakkʼı azamet-i ilâhiyyesini tefekkür neticesinde insanın bir acziyete bürünür.

مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ

(Nefsini bilen, Rabbini de bilir.)

Bir misal:

Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor. Yani Ömer -radıyallâhu anh-ʼın oğlu:

Babam diyor, Ömer -radıyallâhu anh-, su kırbasını, halifeyken, halîfe, hemen hemen o zaman Dünyaʼnın üçte biri müslümanların coğrafyası olmuştu. Su kırbasını almış gidiyordu, diyor.

“‒Niçin böyle yapıyorsun?” diye sordular.

“‒Nefsim kendini beğenmeye kalktı. Ben de nefsimin burnunu sürtmek için, bu şekilde su kırbasıyla, sırtıma aldım geziyorum.” buyurdu.

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, Kâdıʼl-kuzât Bursaʼda. Yani padişahtan sonra ikinci bir adam Bursaʼda. Tabi bu nefis tezkiyesini başarabilmek için, o sırtından sırmalı cübbeyi bırakıyor, Bursa sokaklarında, üstâdının tâlimâtı üzerine ciğer satıyor. Öyle bir hâle geliyor ki, cihanlara yön veren cihan pâdişahlarını irşâd ediyor.

  1. Ahmed Hazretleri, Sultanahmed Câmiiʼni yaptıran İstanbulʼdaki. Onu kızı rüyâsında görüyor. Uzun… Fakat o câmiyi hem yaptırıyor, hem de yaptırırken;

“‒Kızım (diyor rüyâda), ben (diyor), tebdil-i kıyâfet ederek (diyor), gelip câminin inşaatında da çalıştım (diyor), kendimi belli etmeden.” diyor.

Rasûlullah Efendimiz de Ravza yapılırken, O da taş taşıdı Efendimiz. Sahâbe dediler ki:

“‒Yâ Rasûlâllah! Bırakın, biz taşırız, bizim gücümüz (yeter).”

“‒Yok (dedi) ben de Allâhʼın rahmetine muhtacım.” buyurdu. (Bkz. İbn-i Hişâm, I, 496)

Burada kendi hâlimizi bir düşünmemiz lâzım.

Yine Zeyd bin Sâbit anlatıyor:

Hazret-i Ömerʼin üzerinde diyor, yamalı elbiseler vardı diyor. Ağlayarak diyor, evime gittim diyor. Bir halîfe nasıl, ben nasılım, halîfe nasıl?

Bir müddet sonra tekrar yola çıktım diyor. Yine onunla karşılaştım diyor. O zaman yine omzuna su kırbası almış gidiyordu diyor.

“‒Ey müʼminlerin emîri! Bu ne hâlin?” deyince:

“‒Sus!” dedi. “Konuşma, devam et.” dedi. “Beni takip et.” dedi.

Beraber yürüdüm. Yaşlı bir kadının evine girip suyunu kaplarına boşalttı. Sonra, “gel” dedi. Evine gittik.

“‒Sana niçin böyle yaptığımı söyleyeyim mi?” dedi.

“‒Buyur yâ Halîfe!” dedim.

“‒Senle görüştükten sonra Rum ve Fars büyükelçileri yanıma geldi (dedi). Bana çok iltifat ettiler. Senin adâletin, faziletin, hakkı tevziine bütün insanlık ittifak hâlindedir dedi. Benim de koltuklarım kabarıverdi. Bir benlik geldi. İşte bu benliği bertaraf etmek için, işte böyle sırtımda kırbayla dolaştım (diyor), o kadının gelip evine suyu boşalttım.” buyuruyor.

Yine, hak-hukuk. Bu da çok mühim. Yine Seleme diye bir sahâbî. O zaman tabi yollar çok dar, Güneşʼten korunmak için sokaklar dar. Vâsıtalar da yok tabi bugünkü gibi.

“‒Seleme! (Diyor.) Yolu kapatma (diyor), insanlar -kenara çekil- geçsin.” diyor. Elinde asâ ile sopa ile şöyle biraz itiyor kenara.

Seleme diyor ki:

Öbür sene diyor, bana dedi ki:

“‒Hacca gidecek misin bu sene?”

“‒Yâ Halîfe, bilmiyorum da yani eğer gitmek nasîb olursa giderim.” dedim diyor.

“‒Al şu altı yüz dinarı.” dedi diyor, “Bununla gidersin.” dedi.

“‒Halîfe, bu nereden çıktı?” dedim.

Dedi:

“‒O zaman, geçen sene (dedi), sen yolu kapatmıştın, ben seni şöyle biraz fazla ittim, bir kul hakkı geldi bana. Bu kul hakkını bertaraf için, işte bu sene ben de haccı ikram ediyorum.” dedi.

Velhâsıl demek ki Rahmânʼa yakın olan kullar, mütevâzı olurlar, mütevâzı insan cömert olur. Merhametli olur. Hizmet sahibi olur. Hep büyük evliyâullahta hizmet vardır. Firâset, ince düşünüş olur. Takvâ sahibi olur. Kardeşliği muhâfaza eder.

Ömer -radıyallâhu anh- Übey bin Kâ‘bʼa diyor ki:

“‒Bana takvâyı anlat.” diyor.

“‒Ömer (diyor), sen hiç dikenli yolda dolaştın mı?” diyor.

“‒Dolaştım.” diyor.

“‒Ne yaptın?” diyor.

“‒Kendimi dikenlerin tesirinden korumak için eteklerimi toplayarak gittim.” diyor.

“‒Hah (diyor) işte takvâ budur.” diyor.

Allâhʼın diyor, bütün haram kıldığı şeylerden, kerahet, hoş görülmeyen şeylerden kendini korumandır takvâ. Yani nefsânî arzularını bertaraf etme, rûhânî istîdatlarını inkişâf ettirme, kendimizi ilâhî kameranın altında olduğumuzu, ilâhî müşâhedenin altında olduğumuzun, kalpte bir idrak ve şuur hâline gelmesi.

Zira Cenâb-ı Hak buyuruyor:

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“Nereye gitseniz, O sizinle (Allah sizinle) beraberdir.” (el-Hadîd, 4)

Cenâb-ı Hak müteâl. Zaman-mekân yok, hudut-sınır da yok. Yedi buçuk milyar insan var bugün dünyada. Denizde trilyon, trilyon hayvanlar var. Semâda var, melekler var, cinler var. Cenâb-ı Hak hepsinin her an yanında. Kişiyle kalbi arasına girdiğini bildiriyor. İçimizdeki duyguları bildiriyor.

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

(“Biz ona şah damarından daha yakınız.” [Kāf, 16])

Şah damarından daha yakın olduğunu bildiriyor. Demek ki Peygamberleri gönderiyor. Peygamberlerin bir vazifesi de insanları tezkiye etmek, gönül âlemlerini temizlemek.

Nereden temizlemek? Allahʼtan uzaklaştıran her şeyden temizlemek. Yani “Lâ ilâhe” kelime-i tevhidde. Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşmaya mânî olan her şeyi kaldırma. Haramlar, kerahatler vs…

Onun için, peygamberler üç vazifeyle geliyor:

Birincisi; Allâhʼın emirlerini bildirmesi.

İkincisi; وَيُزَكِّيهِمْ : insanların gönül âlemlerini temizlemesi, nûrânîleştirmesi.

Üçüncüsü de bu nûrânîleşen yüreklere de kitap ve hikmeti tecellî ettirmesi.

Kurʼânʼla derinleşecek, şu kâinattaki hikmet, sır, her şeyin, olan hâdisâtın, vukuâtın, ne varsa hepsinin sırrî tarafının o kalpte yerleşmesi.

Kurʼân-ı Kerîmʼde Kehf Sûresiʼndeki, Mûsâ -aleyhisselâm-ʼla Hızır -aleyhisselâm-ʼın hâdisesi gibi.

Velhâsıl insanda kemâle ermek için, tezkiye için ilk madde, o “lâ ilâhe” boşaltılacak kalpten. Ne boşaltılacak? Enâniyet, benlik, kibir, haksızlık, merhamet-şefkat yoksulluğu, fitne, dedikodu-gıybet, istihzâ, Allâhʼın kullarıyla alay etmek, küçük görmek, istihkar, öfke, iftirâ, haset, haksızlık, hayâsızlık, gurur, kibir, yalan… Bunlar kalpten silinecek. Bunlar kalpte varsa, o kalbin Cenâb-ı Hakʼla dost olma imkânı çok zor.

İkinci merhaleden sonra, “ثُمَّ التَّحَلِّي : hâllenme” devri başlayacak. Kalp hâllenecek. Neyle hâllenecek? Îmânın lezzeti o kalpte tecellî edecek. En büyük lezzet, müʼmin olmanın lezzeti, Allah Rasûlüʼne ümmet olmanın lezzeti olacak. Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşmanın lezzeti olacak. Merhamet artacak, hizmet artacak, tevâzu artacak. El-Emîn, es-Sâdık olacak. Bir şahsiyet, bir karakter tevzî edecek. İkram sahibi olacak, ihsan sahibi olacak. Nezâket, rıfk/yumuşaklık, vefâ, tevbe, iffet, adâlet, affedicilik, vakar, sabır, edep, hayâ, ümmetin derdiyle dertlenmek, kalbin derdi olacak.

Ondan sonra “ثُمَّ التَّجَلِّي” artık o kul, “Lâ ilâhe illâllah” Cenâb-ı Hakkʼın cemâlî sıfatları o kulda tecellî edecek, Allah dostu olacak. Rakik, ince ruhlu bir kalp olacak. Rûhânî bir tefekkür gelişecek. Zikrullah, muhabbetullah, mârifetullahla kalp huzur bulacak. Bedenin kıblesi Kâbe olduğu gibi rûhun kıblesi de, kalbin kıblesi Cenâb-ı Hak olacak.

İşte böyle bir kul olunacak. Cenâb-ı Hak bu kulu Cennetʼe davet ediyor. İşte Ramazân-ı Şerîfʼte -elhamdülillah- o şeye, o rahmet mevsimine girmiş oluyoruz.