Rahmetin Tecelli Ettiği Kullar

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

RAHMETİN TECELLÎ ETTİĞİ KULLAR

Çok muhterem kardeşlerimiz!

Okunan âyet-i kerîmeler… Cenâb-ı Hak bizim “ibâdurrahman” yani Cenâb-ı Hakkʼın rahmetinin tecellî ettiği kullar (olmamızı istiyor). Âyet-i kerîmeler, onların vasıflarını bildiriyor.

Cenâb-ı Hak, en çok Kurʼân-ı Kerîmʼde “er-Rahmân, er-Rahîm” merhamet sıfatını bildiriyor. Rasûlullah Efendimiz için de Cenâb-ı Hak yine “raûf ve rahîm”, bütün peygamberlerin en üzerinde, çok merhametli ve şefkatli olduğunu bildiriyor.

Cenâb-ı Hak da bizim “ibâdurrahmân: Allâhʼın rahmetinin üzerinde tecellî ettiği kullar”dan olmamızı arzu ediyor. Bir rahmet insanı olmak, bir rahmet müʼmini olmak, yüreğinden rahmet taşıran bir müʼmin olabilmek… Cenâb-ı Hak bu şekilde kuluyla dost olmayı arzu ediyor.

Rasûlullah Efendimiz de vefâtına yakın:

“‒Ben kardeşlerimi özledim.” buyuruyor.

Sahâbe diyor ki:

“‒Yâ Rasûlâllah! Sizʼin kardeşleriniz biz değil miyiz?”

“‒Yok (diyor Efendimiz). Ben onları görmeyeceğim (diyor). Onlar (diyor), benden sonra gelecekler. Ben onları Havz kenarında bekleyeceğim.”

Sahâbe diyor ki:

“‒Yâ Rasûlâllah! O kadar kalabalık bir cemaat içinde nereden, nasıl tanıyacaksınız?”

Bir misal veriyor Efendimiz:

“‒Nasıl, siyah bir at sürüsünün içinde alnı ve ayakları beyaz olanlar hemen tanınır, ben de onları o şekilde tanıyacağım.”

Yani Cenâb-ı Hak bizim “ibâdurrahmân” olmamızı istiyor, kendisine dost olabilmemizi arzu ediyor.

Cenâb-ı Hak:

“…Verdiğimiz nîmetleri sayamazsınız.” (İbrahim, 34) buyuruyor.

En büyük nîmet, nîmetlerin nîmeti, insan (olarak yaratılmak) ve biz -elhamdülillah- bir hidâyet üzere, müslüman olarak dünyaya geldik. Bu en çok, en mühim nîmet bu. Fakat Cenâb-ı Hak bu nîmete bir garanti vermiyor son nefeste.

وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ buyuruyor.

“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.

“Ey îmân edenler! Allâhʼın azamet-i ilâhiyyesine göre takvâ sahibi olun ve müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.

Cenâb-ı Hakkʼın bize en büyük lûtfu, Rasûlullah Efendimizʼe bizi ümmet kıldı, 124.000 peygamber içinde. Nasıl hiçbir bedel ödemeden hidâyetle geldik dünyaya, yine hiçbir bedel ödemeden, 124.000 küsur peygamberin en yücesine Allah bizi ümmet kıldı. Bunlar, kâ‘bına varılmaz, şükürden âciz olduğumuz nîmetler.

Bir de Cenâb-ı Hak mübârek günler ihsân ediyor. Meselâ geçen gün Mîrac Kandili geçirdik. Yalnız Rasûlullah Efendimizʼe ait. Diğer peygamberlerde yok Mîrac.

Önümüzde Kadir Gecesi gelecek. O da yalnız Efendimizʼe ait. O da bin aydan daha hayırlı. Yani Cenâb-ı Hak, Rasûlullah Efendimizʼi ne kadar çok seviyor. Rasûlullâhʼı çok sevdiği için de Rasûlullah Efendimizʼin ümmetini seviyor.

Demek ki Cenâb-ı Hakkʼın bize büyük bir lûtfu. Peki biz bunun bedelini nasıl ödeyeceğiz? Yani dünyada görüyoruz, her şeyin bir bedeli var. Bir “ibâdurrahmân” olan, Allâhʼın rahmetinin üzerinde tecellî ettiği kul olabilmek.

Dünya, mesâi zamanı. “Mektebüʼl-âlem” bu cihan. Bütün insan ve cin, Âdem -aleyhisselâm-ʼdan beri devam ediyor. Son insana kadar devam edecek. Ondan sonra:

لَا اُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيٰمَةِ

(“Kıyamet gününe yemin olsun.” [el-Kıyâme, 1])

Hepsi infilâk edecek. Ayrı bir dünyaya geçeceğiz, ayrı bir âleme geçeceğiz. Geriye dönüş yok. Devamlı gidiş var. İki yol gidiş var. Ya Cennet veyahut da fecî bir âkıbet. Telâfî etmek de yok. Onun için Cenâb-ı Hak:

“Ey îmân edenler! Allâhʼın azamet-i ilâhiyyesine göre takvâ sahibi olun, müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.

Bu nasıl olacak?

Yine Muhammed Sûresiʼnde:

“Siz, Allâhʼın dînine yardım ederseniz…” (Muhammed, 7)

Yani İslâmʼı yaşarsanız, kendinizi rûhâniyetle donandırırsanız, Allâhʼa yakın bir kul olursanız, bir “ibâdurrahmân” olursunuz. Cenâb-ı Hak da Dâruʼs-Selâm Cennetʼe davet ediyor.

“…Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7) buyruluyor.

Cenâb-ı Hak, uyanmamızı arzu ediyor. Hepimiz son nefeste uyanacağız, fakat her şey bitmiş olacak.

Yine Cenâb-ı Hak, âyette, Münâfikûn Sûresiʼnin sonunda, hepimizin başından geçecek:

“…Ölüm ânı gelir de «Yâ Rabbi! Biraz tehir etsen (az bir şey tehir etsen) de sadaka versem ve sâlihlerden olsam demeden evvel.” (el-Münâfikûn, 10)  buyuruyor.

Yine Efendimiz buyuruyor, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Herkes pişmanlıkla ölecek. Salihler de pişmanlıkla ölecek. Keşke daha öteye gitseydik…” (Bkz. Tirmizî, Zühd, 59) Çünkü kabirde vs. bir kazanma imkânı yok.

Efendim, Rasûlullah Efendimiz, Receb ayından başlayarak:

اَللّهُمَّ بَارِكْ لَنَا فيِ رَجَبٍ وَ شَعْبَانَ…

(“Allâhʼım! Receb ve Şâban aylarını bize mübârek eyle!..” [Taberânî, Evsat, IV, 189; Beyhakî, Şuab, V, 348. Krş. Ahmed, I, 259])

Receb ve Şâbânʼı bize mübârek kılmasını…

Demek ki bir hazırlık içinde olacağız. Ramazanʼa mülâkî olacağız. Ramazanʼa rûhânî hayatımızı hazırlayacağız.

Ramazanʼda da yine Efendimiz buyuruyor:

“Cibril bana geldi (Cebrâil):

«‒Kim Ramazân-ı Şerîfʼe girer (herhangi bir ay gibi zanneder, ehemmiyet vermez), o, rahmetten uzak olsun.» dedi Cebrâil. Ben de «âmîn» dedim…” buyuruyor. (Hâkim, Müstedrek,  IV, 170)

Yani Cenâb-ı Hakkʼın rahmetinin tuğyân ettiği bir aya giriyoruz. Hemen hemen Şâbân ayına girmiş bulunuyoruz, gireceğiz. Yani Cenâb-ı Hak bize böyle bir -elhamdülillah- büyük bir lûtuf. Geçen sene genç olsun, ihtiyar olsun, çocuk olsun, birçok tanıdığımız dost, ahbaplarımız vardı. Bu sene onlar yok, öbür tarafta. Hepimiz bir takvimle geliyoruz. Belki bu sene bizim son Ramazanʼımız olabilir.

Demek ki bu mağfiret ayından istifâde edebilmek ve Ramazân-ı Şerîfʼten tertemiz çıkabilmek. İbâdurrahmân olarak çıkabilmek.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Eğer kullar (müʼminler), Ramazân-ı Şerîfʼin fazîletlerini bilselerdi, bütün senenin Ramazan olmasını temennî ederlerdi…” (Heysemî, c. III, sf. 141)

Cenâb-ı Hakkʼın güzel bir kulu olabilmek. Cenâb-ı Hak kullarına yardımcı oluyor. Peygamberiyle yardımcı olmuş oluyor.

İlk âyet:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (el-Alak, 1)

Cenâb-ı Hak kullarına üç mûcizeyle yardımcı olmuş oluyor. Cenâb-ı Hakkʼa hamd ü senâlar olsun, bizi en büyük peygambere ümmet kıldı. Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

“Kim Allah Rasûlüʼne itaat ederse Allâhʼa itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80)

Yani kalbin en büyük sanatı ve saltanatı, Rasûlullah Efendimizʼi yakından tanıyabilmek, Oʼnunla beraberliği temin edebilmek.

İşte ashâb-ı kirâm, mâzisi câhiliye insanıyken Efendimizʼi tanıdı. O şahsiyete, o karaktere hayran oldu. Bütün dünyevî, bütün muhabbetler bitti:

“‒Yâ Rasûlâllah! Canım-malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Sen ne olursun bana emret (dedi). Yeter ki Senʼin kalbinde benim bir yerim olsun!”

Ashâb-ı kirâmın derdi buydu. Ki o şekilde âhirette de Oʼnunla beraber olmak, gâyesiydi.

Cenâb-ı Hakkʼın lûtfettiği bir rahmet tecellîsi Efendimiz. Kulluğumuzun alâmeti, kişinin Peygamber Efendimizʼi örnek almasıdır. Oʼnun zirve şahsiyetine yaklaşabilmenin gayreti içinde olmak.

Zira buyruluyor hadîs-i şerîfte:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Demek ki ne kadar Efendimizʼi seviyoruz? Sevdiğimizin alâmeti; ibâdet, muâmelât, muâşeret, hak-hukuk, ne kadar Allah Rasûlüʼne yakınız? Ashâb-ı kirâmın tek derdi buydu. Bütün dünya gözünde silindi. Zengini, fakiri, hepsinin gözünden silindi. Yeter ki, Allah Rasûlüʼnün gönlünde benim bir yerim olsun…

Sevban diye bir sahâbî vardı. Bu, mâzîsi köleydi. Dünyada bir dikili taşı bile yoktu. Efendimizʼin sohbetine gelir, gider, ayrılır, tekrar bir gelir. Efendimiz bir gün onu çok mahzun gördü, çok mağmum gördü, hüzünlü gördü.

“‒Seni bu gama sürükleyen nedir? (Dedi.) Ne derdin var?” dedi.

Dedi ki:

“‒Yâ Rasûlâllah! Sohbetinizde bulunuyorum, kendimden geçiyorum, üzerimde çok hâller tecellî ediyor. Eve gidiyorum, hasret kalıyorum. Düşünüyorum; ya Siz benden evvel vefât edeceksiniz yahut da ben sizden evvel vefat edeceğim. Bu ayrılığa ben nasıl dayanacağım. Sonra kim bilir âhirette ben nerede olacağım? Belki savrulup gideceğim bir tarafa. Ben bu ayrılığı düşündükçe hâlden hâle giriyorum.”

İşte o zaman Efendimiz biraz sükût etti. Arkadan:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ buyurdu.

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 96)

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor, Oʼnunla beraber olmak için:

“Andolsun ki Rasûlullah, sizin için, Allâhʼa (bir), âhirete (iki) kavuşmayı umanlar ve Allâhʼı çok çok zikredenler için bir üsve-i hasene/örnek bir şahsiyet.” (el-Ahzâb, 21)

Efendimiz bir muallim olarak, mürşid olarak en zirve bir şahsiyet. Ahlâkta, muâmelâtta örnek şahsiyet. Medeniyette örnek şahsiyet.

İşte bir câhiliye insanı, kız çocuğunu diri diri, ananın yüreğinden söküp diri diri gömmeye götüren bir insan; gözü yaşlı, iki büklüm, merhamet dolu bir insan oldu. Merhamette, medeniyette örnek bir şahsiyet.

Kumandan olarak örnek bir şahsiyet.

Tezkiye ve terbiyede örnek bir şahsiyet. Nasıl bir tezkiye, nasıl bir terbiye?

Bir Hazret-i Ömer, İslâmʼdan evvel ne durumda, İslâmʼdan sonra ne durumda? Baba olarak, dede olarak, âile reisi olarak bir örnek. Kıyâmete kadar gelecek bütün asırlara örnek. 1400 sene evvelki insana örnek, bugünkü insana örnek, kıyâmete kadar gelecek insana örnek.

Demek ki Cenâb-ı Hak bize Rasûlullah Efendimizʼi insanda bir mûcize olarak (ihsan etti)… Bu mûcizeyi yakından görebilmek, yakından tanıyabilmek…

Demek ki kendimizi dâimâ, Ramazân-ı Şerîfʼe girmeden bir mîzân etmeliyiz. Oʼnu ne kadar seviyorum? Seviyorsam, benim fedakârlığım ne kadar? İbadette, muâmelâtta, evlâdımı yetiştirmekte, her şeyde…

Meselâ bir âyet, Tevbe Sûresiʼnde:

“Allah müʼminlerden mallarını ve canlarını, verilecek Cennet karşılığında (Cenâb-ı Hak) satın almıştır…” (et-Tevbe, 111) buyruluyor.

Yani bir Cennet vaad ediliyor, fakat malı-canı Allah yolunda sarf edebilmek. Yani bütün âyetler bizim îmânımızı test edebilmek: Allâhʼa ne kadar yakınız? Rasûlullah Efendimizʼe ne kadar yakınız?

Rasûlullah Efendimiz bize Vedâ Haccıʼnda bir miras bıraktı. Hiçbir dünyevî miras bir kıyas edilemez. Dünyevî miraslar dünyada kalacak. Efendimiz, Kurʼân ve Sünnetʼi bizlere zimmetli kıldı:

“İki emânet bırakıyorum: Kitap ve Sünnetʼimdir.” buyuruyor. (Bkz. Hakim, I, 171/318)

Demek ki ne kadar sahip olacağız, ne kadar yaşayacağız, ne kadar yaşatacağız?..

Kurʼân-ı Kerîm. Diğer kitaplar, zamanında geldi, tahrif oldu. Fakat Cenâb-ı Hak; “…(Kurʼân-ı Kerîmʼi) Biz muhâfaza edeceğiz (onu, Kurʼân-ı Kerîmʼi biz koruyacağız).” (el-Hicr, 9) buyuruyor.

Cenâb-ı Hak:

اَلرَّحْمٰنُ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ buyuruyor.

“Rahmân, Kurʼânʼı öğretti.” (er-Rahmân, 1-2)

Peygamber Efendimiz ne büyük bir nîmet. Kurʼân-ı Kerîm ne büyük bir nîmet…

خَلَقَ الْاِنْسَانَ

“İnsanı yarattı.” (er-Rahmân, 3)

Kurʼânʼla istikâmetlenilecek. Kurʼânʼla rûhânî hâle gelinecek.

عَلَّمَهُ الْبَيَانَ

(“Ona açıklamayı öğretti.” [er-Rahmân, 4])

Şu dünyadaki hikmetler, sırlar vs. Cenâb-ı Hakkʼa yaklaştığı kadar, Kurʼânʼla yaşadığı kadar, insanoğluna (ayân olur.) Cenâb-ı Hakkʼın büyük bir nîmeti Kurʼân-ı Kerîm.

Yine:

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ Cenâb-ı Hak buyuruyor.

“Biz Kurʼân-ı Kerîmʼi şifâ ve rahmet indirdik…” (el-İsrâ, 82)

Ferde şifâ, âileye şifâ -yaşandığı kadar- topluma şifâ, toplumlara şifâ. İşte bu, fiilen kendi tarihimizde fiilen 600 küsur sene olarak tecellî etti. Osmanlı Kurʼân-ı Kerîmʼle başladı. Kurʼân-ı Kerîmʼe hürmetle başladı. Osman Gazi ayağını uzatmadı Kurʼânʼın olduğu bir yerde.

Yavuz Sultan Selîm, Medîneʼden mukaddes emânetleri getirmesi, 40 hafızla devam etti. Dünyada ikinci bir 620 sene devam eden bir devlet yok dünya tarihinde.

Efendimiz:

“Şu iki kimseye gıpta edilir. Biri (Allâhʼın) kendisine Kurʼân verdiği kişidir. Kurʼânʼla gece-gündüz meşgul olur, onunla amel eder. Diğeri de mal verildiği kimsedir, o da gece-gündüz malını (Allah yolunda, din yolunda, îman yolunda, toplumları hidâyete getirmek için, toplumların selâmeti için) infak eder.” buyruluyor. (Müslim, Müsâfirîn, 266, 267)

Cenâb-ı Hakkʼın üçüncü bir nîmeti, hârika; şu cihan, şu dünya. İnsanoğlunun bir endam aynası.

İnsanoğlunun ne ihtiyacı varsa Cenâb-ı Hakkʼa yaklaştıracak… İlim meselâ. Ne kadar ilim var; tıp ilmi, botanik ilmi, astrofizik ilmi, insan rûhuna ait ilimler… Hepsini lûtfeden, Cenâb-ı Hak. Eserden müessire, sebepten müsebbibe, sanattan sanatkâra.

Tabi bunların hepsi, bu cihanda zerreden kürreye, hepsi, ilâhî azametin bir şahidi. Neye baksak bir sır, esrar. Kendimize bakalım, atmosfere bakalım, topraktan çıkan, toprak terkibinden çıkanları bir seyredelim, Cenâb-ı Hakkʼın insana verdiği ikramları bir seyredelim… Diğer mahlûkat da insan için yaratıldı. “El-Musavvir, el-Bârî” sıfatının tecellîsi…

Velhâsıl Cenâb-ı Hak insana devamlı yardımda, fakat insan da bu nefsânî arzularını bertaraf edecek.

Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri diyor ki:

“Allâhʼın kullarına şefkat ve merhametle muâmele et. Sakın ola ki, bu cansız diye, bu ottur, bu cansız varlıktır diye, faydası yoktur deme. Bilâkis senin idrâkinin ötesinde onların pek çok faydası, hayrı ve zikri vardır. Yaratılanları bulunduğu hâlde bırak. Ona Yaratıcıʼnın merhametiyle merhametli ol.” buyuruyor.