Rahmetin Taştığı Aya Doğru

DiNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

RAHMETİN TAŞTIĞI AYA DOĞRU

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine; ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kiram hazarâtının rûh-i şerîflerine; dînimizin, vatanımızın, milletimizin, bütün İslâm dünyasının selâmetine; üç ayların ümmet-i Muhammed için bereket, rahmet olması, Cenâb-ı Hakkʼın cümlemizi Ramazân-ı şerîfe mülâkî kılması niyaz ve duâsıyla, bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…

Muhterem Kardeşlerimiz!

Cenâb-ı Hakkʼın bize çok büyük bir lûtfu; insan olarak dünyaya geldik. Tabi, onun ötesinde Cenâb-ı Hakkʼın “hâdî” sıfatının bir tecellîsi olarak, müslüman olarak, müslüman bir beldede dünyaya geldik. En büyük Peygamberʼe ümmet olduk. 124 bin küsur peygamber… Cenâb-ı Hak bizi meccânen, bir bedel ödemeden -tâbir câizse- sıfır bir sermaye ile, En Büyük Peygamberʼe ümmet kıldı.

Dört kitap içinde, ebedî bir mûcize, devam edecek kıyâmete kadar, Kurʼân-ı Kerîmʼe muhatap kıldı. Cenâb-ı Hakkʼın bize çok büyük bir lûtfu…

Fakat Cenâb-ı Hak:

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

(“Sonra andolsun ki, o gün her nîmetten hesaba çekileceksiniz!” [et-Tekâsür, 8])

Verdiği nîmetlerin hesâbını, Cenâb-ı Hak soracağını bildiriyor.

Çok büyük bir nîmet içindeyiz. Üç ayların içindeyiz. Yine üç aylar; büyük bir rahmet, büyük bir bereket…

Rasûlullah Efendimiz:

اَللّهُمَّ بَارِكْ لَنَا فيِ رَجَبٍ وَ شَعْبَانَ…

(“Allâhʼım! Receb ve Şâban aylarını bize mübârek eyle!..” [Taberânî, Evsat, IV, 189; Beyhakî, Şuab, V, 348. Krş. Ahmed, I, 259])

Yani bu iki ay hazırlık… kalp, Ramazanʼa hazırlanacak. Nasıl ki namaza durmadan evvel bir abdest, tahâret, birtakım husûsiyetleri oluyor; demek ki kalp de hazırlanacak. Kalp de Ramazân-ı Şerîfʼe hazırlanacak.

Ramazanʼa mülâkî oluruz inşâallah. Şimdi bu çok büyük bir ehemmiyet, yani Ramazanʼa mülâkî olmak için duâ edelim inşâallah. Çünkü geçen sene içimizde birçok kardeşlerimiz vardı, bu sene onlar yok. Âhirete intikal etti. Onların geçen sene son Ramazanʼlarıydı.

Ramazan büyük mağfiretin taştığı bir ay, rahmetin taştığı bir ay. Yirminci gününden sonra aşr-ı âhir… Cenab-ı Hak, bize yine bir lütuf; o da yalnız Peygamber Efendimizʼe âit bir Kadir Gecesi ihsân ediyor. Diğer peygamberlerde bir Kadir Gecesi yok. Kurʼân-ı Kerîmʼin indiği bir gece… خَيْرٌ مِنْ اَلْفِ شَهْر : bin aydan (hayırlı) [el-Kadr, 3] yani bir ömür…

Efendimiz buyuruyor:

“Benim ümmetimin ömrü vasatî 60-70 senedir…” (Tirmizî, Zühd, 23/2331; Daavât 101/3550; İbni Mâce, Zühd 27)

Hâlbuki bir Kadir Gecesiʼnin fazileti اَلْفِ شَهْر, seksen küsur sene.

Yani Cenâb-ı Hakkʼın Rasûlullah Efendimizʼe nasıl bir muhabbeti var! Oʼnun ümmetine de ne kadar bir sevgisi var! Bir gece veriyor her sene içinde, o gece de bin aydan daha hayırlı oluyor.

Ve tertemiz bir bayram sabahına çıkış var, inşâallah. Bir kardeşlik yaşanacak ömür boyu inşâallah.

Cenâb-ı Hak, üç ayları yaşamayı, son nefesimizin de inşâallah bir bayram sabahı olmasını, Cenâb-ı Hak cümlemize ihsan eylesin, ikram eylesin.

Efendim, iki büyük nimet: Okunan ilk Tevbe Sûresi sonuncu âyette, sondan iki âyet okundu. Orada Cenâb-ı Hak;

“İçinizden bir Peygamber geldi…” (et-Tevbe, 128) buyuruyor. Yani tanıdığınız bir Peygamber, sizin içinizde büyüdü, içinizde yetişti. Her şeyine şâhitsiniz.

“…O sizin sıkıntıya düşmenize çok üzülür…” (et-Tevbe, 128) buyruluyor.

Demek ki Cenâb-ı Hak, Rasûlullah Efendimizʼe bir muhabbet veriyor. Bir annenin babanın muhabbetinden çok, ümmetine muhabbeti var. Hattâ o muhabbeti bildiren bir şey var:

“Ben, hepinize kendi nefsinizden daha yakınım…” diyor. (Müslim, Cuma, 43; İbn-i Mâce, Mukaddime, 7) O yakınlık derecesini gösteriyor hadîs-i şerîfte:

“…Bir kişi ölür, yetim bırakırsa, borçlu bırakırsa bana aittir onlar.” (Müslim, Cuma, 43; İbn-i Mâce, Mukaddime, 7) diyor.

Yani bir babanın düşüncesinden, bir annenin, çok daha ötede bir muhabbeti var.

“…İçinizden bir Peygamber. Sizin sıkıntıya düşmeniz O’nu çok üzer. O çok raûf ve çok rahîm’dir (çok merhametlidir, çok şefkatlidir).” (et-Tevbe, 128) buyuruyor.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“…Ben (İsrâfil) Sûrʼu üfleyinceye kadar «ümmetî-ümmetî» diyeceğim…” buyuruyor. (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XIV, 414)

“…Güzel amelleriniz bana arz olunur, memnun olur, sevinirim. Güzel olmayan, nâhoş amelleriniz bana arz olunur, üzülürüm ve onun mağfireti için duâ ederim.” buyuruyor. (Heysemî, IX, 24)

Yani Cenâb-ı Hak 124 bin küsur peygamber içinde, böyle bir şefkatli, merhametli bir Peygamberʼe ümmet kıldı.

Demek ki biz de, ashâb-ı kiram nasıl tanıdı Efendimizʼi? En ufak bir arzusuna; “Canım, malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” dedi. Dünyadaki en büyük lezzet, en büyük zevk ashâb-ı kirâm için, Rasûlullâhʼın gönlünde yer alabilmekti. Bizim için de aynı olacak o.

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ :“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) buyuruyor Efendimiz. Sahâbe hep bunun derdindeydi. Dünyada her türlü fedakârlığa katlanalım biz, fakat kıyâmet günü, o zor günde; لَا اُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيٰمَةِ (“Kıyamet gününe yemin ederim.” [el-Kıyâme,1]) O büyük infilâk gününde Allah Rasûlüʼnün yanında olalım. Bütün dert buydu.

Hattâ bir misal:

Sevban vardı; kölelerdendi. Ebû Bekir Efendimiz onu âzâd ettirdi. Efendimizʼin sohbetine gelir, sohbeti dinler huzur içinde, evine gider. Belki bir dikili çadırı var-yok, bilemiyorum.

Bir gün Sevbanʼı, Efendimiz çok mahzun gördü, kederli gördü:

“‒Sevban, dedi; nedir bu kederin, dedi; niye mahzunsun, dedi. Neyi düşünüyorsun?” dedi.

“‒Yâ Rasûlâllah!” dedi. “Sizʼin huzurunuzda o kadar bir lezzet içindeyim ki, hâlden hâle geçiyorum. Evime gidiyorum, hasret kalıyorum. Düşünüyorum: Siz kıyâmet günü, daha ötesi Cennetʼte peygamberlerle beraber olacaksınız. En yüksek mevkide olacaksınız. Ben bu dünyada bulduğum bu lezzeti kaybedeceğim. Kim bilir ben nereye savrulup gideceğim o kıyâmet günü. Ben bunun endişesindeyim. Bunu düşündükçe böyle mahzun oluyorum, mağmum oluyorum, mükedder oluyorum.”

O zaman Efendimiz buyuruyor ki:

“Sevban, diyor, اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ / kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyuruyor. (Buhârî, Edeb, 96)

Bu tâlimat, tâ kıyâmete kadar gelen ümmet-i Muhammedʼe. Demek ki akîdemiz, ibadetlerimiz, ahlâkımız, beşerî münâsebetlerimiz, hak-hukuk mefhumlarımız ne kadar Allah Rasûlüʼnün hâline benzeyecek? Sahâbeden, onların hâlinden bir nasip gelecek bize…

Cenâb-ı Hak da bizden bunu istiyor. Buyuruyor ki Tevbe Sûresiʼnin 100. âyetinde:

“İslâmʼa giren ilk muhâcirler…” Yani Mekkeliler… Onlar 13 sene tevhidi korumak için, yani îmanlarını korumak için, her türlü zulme katlandı, ölüme kadar gittiler, mallarını bezlettiler. Yeter ki îmanlarını korusunlar. Cenâb-ı Hak, bizim de onlara benzememizi arzu ediyor.

Yine, diğer bir âyette de:

“Allah Teâlâ, mü’minlerden canlarını ve mallarını cennet mukâbilinde satın almıştır…” (et-Tevbe, 111)buyruluyor. Demek ki dünya esâsında bir pazar yeri. Yani bu pazar, kıyâmetin pazarı. Cennetin pazarı. Kabirde kazanmak-kaybetmek yok. Kıyâmette de kazanmak-kaybetmek yok. Hepsi şu fânî âlemde.

Herkes dünyaya bir takvimle geliyor. Fakat hiçbirimiz kendi takvimimizi bilmiyoruz. Her gün gözükmeyen bir el, o takvimden bir yaprak koparıyor. Kaç yaprak var ömrümüzün sonuna kadar, bilemiyoruz. Fakat bir sefere mahsus ölüm. Telâfî edip kazanıp ikinci bir ölüme girmek yok. Bedenden çıkış… Ruh devam edecek.

Cenâb-ı Hak:

“Ey îmân edenler! Allâhʼın azamet-i ilâhiyyesine göre, ona yaraşır şekilde takvâ sahibi olun…” (Âl-i İmrân, 102)

Yani nefsânî arzularınızı iyice yok edin, rûhânî arzularınızı inkişâf ettirin.

وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ : “…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)

وَلَا تَمُوتُنَّ… Ölmeyin buyurmuyor, sakın ha ölmeyin, buyuruyor Cenâb-ı Hak.

اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ…  Ancak müslümanlar olarak can verin, buyuruyor.

Diğer âyet-i kerîmede:

“Eğer siz Allâhʼın dînine yardım ederseniz (dîni yaşarsanız, ferdî olarak yaşatırsanız) Allah da size yardım eder o zaman. Ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7) buyuruyor.

Yine diğer bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, bizim nasıl bir gönül ufkumuz olacak:

“Onlar, ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken Allâhʼı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)

Kalpte bir boşluk olmayacak. Kalp başka yere kaymayacak. Tefekkür yanlış yere istikâmetlenmeyecek.

Devâmında; “otururken, ayaktayken, yanları üzerindeyken Allâhʼı zikrederler… Peki bunun bendeki ölçüsü ve tecellîsi nedir? Onun arkasından bir tefekkür ufkunun açılması:

“…Göklerin ve yerin yaratılışını (derinden derine) düşünürler…” (Âl-i İmrân, 191) Cenâb-ı Hak buyuruyor.

Bu semâvât niye yaratıldı? Hiç fütur var mı? Hiç ârıza var mı? Güneş tamirhaneye gidiyor mu? Atmosferin oksijeni, azotu değişiyor mu? Toprak, bütün mahlûkâtın sofrası… Yılanın sofrası ayrı, devenin sofrası ayrı, insanın sofrası ayrı. Cenâb-ı Hak, bahar geliyor, ayrı çiçekler veriyor; yaz geliyor, ayrı çiçekler veriyor; kış geliyor, ayrı çiçekler veriyor.

Bir buket getirene teşekkür ediyoruz. Cenâb-ı Hak bize devamlı buketler ihsân ediyor. Türlü türlü nîmetler ihsân ediyor. Demek ki bir müʼmin, ilâhî azamet, ilâhî kudret akışları, ilâhî nakışlar üzerinde hep tefekkür hâlinde olması… “…Göklerin ve yerin yaratılışını (derinden derine) tefekkür ederler…” (Âl-i İmrân, 191) buyruluyor. O tefekkür neticesinde, o sonsuz ilâhî azamet… (Yâ Rabbi!) Sen Sübhânʼsın!..” (Âl-i İmrân, 191) derler. Sonsuz güç, sonsuz kudret… “…Bizi Cehennem azâbından koru!” (Âl-i İmrân, 191) derler. Cenâb-ı Hak böyle bir gönül arzu ediyor bizden.

Diğer bir âyette, Enfâl Sûresiʼnde Cenâb-ı Hak:

“…Allah anıldığı zaman وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ: kalpleri titrer…” (el-Enfâl, 2) buyuruyor. Nasıl bir insanın bir heyecan anında kalbinin hareketi değişir… Demek ki devamlı bir tefekkürün neticesinde وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ/ kalpleri titrer” buyuruyor Cenâb-ı Hak.

Demek ki kalbin bir hareket hâlinde olması, Cenâb-ı Hakʼla beraber olup bir huzur bulması…

Yine devamında;

“…Allâhʼın âyetleri okunduğu zaman îmanları artar…” (el-Enfâl, 2)

Ashâb-ı kirâm bu durumdaydı. Bir âyet indiği zaman, ashâb-ı kirâm buyuruyor ki;

“Gökten bir sofra indi zannederdik… Allâhʼın tâlimâtı nedir bu âyette? Bunu toplanıp müzâkere ederdik. Allâhʼın rızâsını nasıl tahsil edelim?

Akşam evimize giderdik; kadınlarımız derdi ki bize;

«Bugün hangi âyet indi? Cenâb-ı Hakʼtan ne gibi tâlimat geldi bugün? Allah Rasûlüʼnün fem-i muhsininden, mübârek ağzından ne gibi kelâmlar işittin? Sen bana onu söyle.» derlerdi.”

Yani “Şamʼdan ne kervan geldi, öbür taraftan ne gitti?” onu sormazlardı. Hep âhiret endişesi… Sabahleyin hanımlar da beyleri giderken;

“‒Bakın, biz her şeye katlanırız dünyada, fakat Cehennem azâbına katlanamayız, bize helâl lokma getir!” derlerdi. وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ / kalpleri titrer”, “Allâhʼın âyetleri okunduğu zaman da îmanları artar…”

Ondan sonra üçüncü şart:

Değişen şartlar altında tevekkül ve teslîmiyetleri artar. Yani “neden, niçin” yok… لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا الله (gaybı Allahʼtan başkası bilemez). Bir an ötesini bilemiyoruz. Bir an ötesini bilemediğimiz için Cenâb-ı Hak teslîmiyet istiyor. Bulunduğumuz durum bizim için hayırdır belki. Bir imtihandır belki. Bizim istediğimiz gibi olsa, belki yanlış şeyler olacak, ayağımız kayacak, yanlış yerlere gideceğiz. Üçüncü madde de bu; ön kabul. Olan hâlimizi ön kabul, Cenâb-ı Hakkʼa tevekkül ve teslîmiyet…

Dördüncüsü; Namazlarını ikāme ederler.

Namaz bir buluşma, bir mülâkat. Kimle mülâkat? Bir fânî ile mi? Değil. Cenâb-ı Hakʼla…

Cenâb-ı Hak, “…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor. Nereye yaklaşacak? Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşacak. Neyle yaklaşacak? Yürekle yaklaşacak.

Efendimiz; “Müʼminin mîrâcı namazdır.” buyuruyor. (Süyûtî, Şerhu İbn-i Mâce, I, 313)

Âyette de “…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyruluyor.

قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ : “Müʼminler felâh buldu, onlar ki namazda huşû (kalp ve beden âhengi) içinde kılarlar.” (el-Müʼminûn, 1-2) buyruluyor.

Cenâb-ı Hak, insan anatomisini en güzel secde edecek şekilde halketti. Hiçbir mahlûkta o yok. Yalnız insanda o. Bol bol secde edecek Rabbine, dilekte bulunacak orada. Cenâb-ı Hakkʼı tenzih edecek. “Yaklaş” buyuruyor Cenâb-ı Hak.

Öyle olduğu zaman ne oluyor, Cenâb-ı Hak ne bildiriyor:

“…Fahşâ ve münkerden korur…” (el-Ankebût, 45) buyuruyor. Bir zırhın içine girmiş oluyor. Fakat gelişigüzel bir namaz kıldı, onu da Cenâb-ı Hak istemiyor. Hem huzuruna çağırıyor, o da gelişigüzel, bir yasak savar gibi bir namaz kılıyor. Ona da; فَوَيْلٌ لِلْمُصَلِّينَ diyor Cenâb-ı Hak; “Yazıklar olsun!..” (el-Mâûn, 4) diyor.

Cenâb-ı Hakkʼın bu kadar ihsan, ikramına karşı, lâubâlî bir hâl alıyor.

Demek ki Rabbimiz kulunu çok seviyor. Ümmet-i Muhammedi çok çok daha fazla seviyor…