Rahmet Mevsiminde Cenâb-ı Hak ile Dostluk (Kur’ânî Tâlimatlar 27)

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2021 Ay: Mart, Sayı: 193

ÂHİRETTE HÂLİMİZ

Anlatılır ki Hârun Reşid hacdan dönerken Kûfe’de bir müddet kaldı.

Bir gün dışarı çıkınca, Behlül Dânâ, yoluna dikildi. Avazı çıktığı kadar üç kere;

“–Ey Hârun!” diye bağırdı.

Hârun şaşırarak;

“–Kim bu beni çağıran?” diye sordu.

Behlül olduğunu söylediler. Hârun durdu ve perdenin kaldırılmasını emretti. İnsanlarla perde gerisinden konuşurdu. Behlül’e;

“–Beni tanıyor musun?” dedi.

Behlül;

“–Evet, seni tanıyorum.” dedi.

Hârun Reşid;

“–Ben kimim öyleyse?” dedi.

Behlül;

“–Sen o kimsesin ki; sen batıda olduğun hâlde doğuda birisine zulmedilse, Allah Teâlâ kıyâmet gününde onu sana sorar.” diye cevap verdi.

Hârun, Behlül’ün sözünün tesiriyle ağlamaya başladı. Behlül’e dönerek;

“–Benim hâlimi nasıl görüyorsun?” dedi.

Behlül;

“–(Bu suâlinin cevabını) Allâh’ın kitabına arz ediyorum. Allah Teâlâ;

«Ebrâr / sâlihler muhakkak cennettedirler.

Fâcirler de cehennemdedirler.» (el-İnfitâr, 13-14) buyuruyor.” dedi.

Hârun;

“–Amellerimizin durumu nicedir?” diye sordu.

Behlül;

“–Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder.” (Bkz. el-Mâide, 27)
âyetini okuyarak cevap verdi.

Hârun Reşid;

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e akrabalığımıza ne dersin (Bunun âhirette bana faydası olmaz mı)?” diye sordu.

Behlül;

“–Sûr’a üflendiği zaman artık aralarında akrabalık bağları kalmamıştır; birbirlerini de arayıp sormazlar.” (el-Mü’minûn, 101) âyetini okuyarak cevap verdi.

Hârun Reşid;

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bize şefaati nerede kaldı?” dedi.

Behlül bu defa;

“–O gün, Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden hoşlandığının dışındakilere şefaat fayda vermez.” (Tâhâ, 109) âyetiyle cevap verdi.

Hârun;

“–Bir ihtiyacın var mı?” dedi.

Behlül;

“–Evet, günahlarımı bağışlaman ve beni cennete koyman.” dedi.

Hârun;

“–Bu benim elimde değil.” deyip boynunu büktü.

Sâlih insanlar, dâimâ ölüm tefekkürü içinde yaşamış ve insanlara âhireti hatırlatmışlardır. Cenâb-ı Hakk’ı tanımakta mesafe alabilenlerin üç vasfından biri de;

يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ

«Âhiret endişesi içinde yaşamak»tır. (Bkz. ez-Zümer, 9)

Çünkü;

Rasûlullah Efendimiz’in rahat ve sıkıntılı zamanlarda tekrar tekrar ashâbına hatırlattığı gibi;

“Esas hayat, âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1)

Bu cihan, ancak âhirete hazırlık için bir imtihan mektebidir. Fânî ömür; ancak bu gayeye sarf edilirse, fayda verir.

Kıssada zikredildiği üzere, insanı âhirette çetin bir hesap beklemektedir.

Orada;

  • Her türlü maddî ve mânevî nimetin hesâbı sorulacaktır.
  • İlâhî tâlimatların edâ edilip edilmediğinin sorgusu olacaktır.
  • Rabbimiz’in yasaklarından ne kadar içtinâb edildiği ortaya konacaktır.
  • Kul haklarının muhakemesi yapılacaktır.

Kıyâmet gününün dehşetini idrâk edebilmemiz için, Kur’ân-ı Kerim’de nice îkazlar nâzil olmuştur. Hadîs-i şeriflerde, mîrac haberlerinde nice îkazlar vârid olmuştur.

DOST ARAYIŞI

İnsanlar, dünyada karşılaştıkları musîbet anlarında dostlarını ve akrabalarını ararlar. Başlarına gelen sıkıntıya göre; yardımı dokunabilecek, güçlü, imkân sahibi bir kişiye sığınırlar.

Hâlbuki, âhirette herkes yardıma muhtaç vaziyettedir. Cenâb-ı Hak muhtelif âyetlerde bunu hatırlatır:

“O gün; dostlar (bile) birbirlerine düşman kesilirler, takvâ sahipleri istisnâ!” (ez-Zuhruf, 67)

“O gün; dostun dosta hiçbir faydası olmaz, kendilerine yardım da edilmez.” (ed-Duhân, 41)

Yine âyet-i kerîmede cehennemliklerin şu itirafları bildirilir:

“Şimdi artık bizim ne şefaatçilerimiz var, ne de yakın bir dostumuz!” (eş-Şuarâ 100-101)

Kıyâmet günü, hesap-kitap günüdür. Çok zor ve dehşetli bir gündür. Peygamberlerin bile tebliğden hesap verecekleri bir gündür. Bu dünyada Cenâb-ı Hakk’a dost olanlar için âyette buyurulmaktadır ki:

اَلَٓا اِنَّ اَوْلِيَٓاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ
وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۚ

“İyi bilin ki, Allâh’ın dostlarına asla korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62)

O hâlde;

Şu fânî ömrümüzde en mühim tahsil, en faydalı vazife ve en elzem mesele, Cenâb-ı Hak ile dost olabilmektir.

Cenâb-ı Hak ile dostluk için, İslâm’ı hayatın bütün safhalarında yaşamak îcâb eder. Rabbimiz’in tâlimatlarını bi-hakkın ihlâs ile edâ etmek gerekir.

Her sene, ilâhî bir lütuf olarak, bize âhiret iklimini ve ona hazırlanmayı hatırlatmak için bir rahmet mevsimi geliyor: Üç aylar…

Haram aylardan biri olan, aynı zamanda Regāib ve Mîrac kandilleriyle uhrevî mevsimi başlatan Receb-i şerif;

Berat Gecesi’ni merkezinde bulunduran, Efendimiz’in en çok oruçlu geçirdiği Şâbân-ı şerif ve,

Rahmet ve mağfiretin tuğ­yân ettiği Ramazân-ı şerif… Kur’ân, oruç ve infak mevsimi… Bin geceden hayırlı Kadir Gecesi’ne hazırlık ve onu idrâk etmeye gayret… Ardından yine ümmet-i Muhammed’i sevindirerek nâil olunan bir bayram sevinci…

Bu mevsimi hakkıyla idrâk edebilene ne mutlu!

Bu mevsim, öyle mânevî ikramlarla, öyle uhrevî fırsatlarla dolu ki, Cebrâil -aleyhisselâm- Peygamberimiz’e;

“Ramazân’a erişip de günahları affedilmeyen kimse rahmetten uzak olsun!” demiştir. (Bkz. Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545)

Bu mübârek mevsim, Ce­nâb-ı Hak ile dostlukta mesafe katedebilmek için çok mühim bir imkân. Tekrarının nasip olup olmayacağı ise meçhul…

Geçen sene üç aylarda, Ramazân-ı şerifte, aramızda bulunan nice kardeşimiz vardı ki; bu sene bu ikram mevsimine kavuşamadan ömürlerini tamamladılar, vefât ettiler. Tefekkür etmeliyiz bizim için bu üç aylar acaba son mudur?

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, her namazı; hayata vedâ eden bir kişinin son namazını kılarken duyacağı bir huzur ve huşû ile kılmayı tavsiye buyurmuştur.

Üç ayları da, bir daha idrâk etme fırsatı ele geçmeyecekmiş gibi bir dikkat ve riâyetle edâ edersek, istifâdemiz artar, tekrarına nâil olursak, bi-iznillâh daha feyiz ve bereketli bir idrâke mazhar oluruz.

Cenâb-ı Hakk’a dostluk nasıl mümkün olur?

Kur’ân ve Sünnet’in muhtevâsında, Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu, muhabbet ettiği fiiller tâdâd edilmiştir. Kullara düşen, bu vasıfları tâlim edip hayata geçirmektir.

İşte bir misal:

ARŞ’IN GÖLGESİ

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:

Başka bir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde Allah Teâlâ, yedi insanı, Arş’ının gölgesinde barındıracaktır:

  • Âdil devlet başkanı,
  • Rabbine kulluk ederek temiz bir hayat içinde serpilip büyüyen genç,
  • Kalbi mescidlere bağlı müslüman,
  • Birbirlerini Allah için sevip buluşmaları da ayrılmaları da Allah için olan iki insan,
  • Güzel ve mevki sahibi bir kadının beraber olma isteğine;

«–Ben Allah’tan korkarım!» diye yaklaşmayan yiğit,

  • Sağ elinin verdiğini sol elinin bilemeyeceği kadar gizli sadaka veren kimse,
  • Tenhâda Allâh’ı anıp gözyaşı döken kişi.” (Buhâri, Ezân, 36; Müslim, Zekât, 91)

Demek ki;

Allâh’ın dostluğu için şu hasletleri kuşanmalı:

  • İdarede adâletli olmak

Her insan kendi idaresi altında bulunanlar için bir çoban hükmündedir ve onlardan mes’uldür. Onlara karşı vazifeleri vardır.

Babalar, anneler evlâtlarının İslâmî bir terbiye ile yetişmesinden mes’uldür. Onlara İslâm karakter ve şahsiyetini mîras bırakmakla mes’uldür. Onlara helâl lokma yedirmelidir. Maddî tehlikelerden onları koruduğu gibi, mânevî tehlikelerden yani haramlardan, günahlardan da muhafaza etmelidir.

Eğitimde, öncelikle uhrevî tahsili mutlaka vermeli ki; yetişen gençlik, İslâm karakter ve şahsiyetini tevzî etmelidir. Bunun yanında dünyevî tahsili de ancak uhrevî tahsil içinde icrâ etmelidir. Tâ ki, iki cihan saâdeti gerçekleşsin.

  • Dindar bir gençlik hayatı

Gençlik, ömrün baharıdır. Onda ne ekilirse, ömrün hazanında ve kışında, o biçilir.

Yani;

Gençlik, ibâdetlerle mâmur edilirse; ihtiyarlıkta ve mahşerde, Cenâb-ı Hakk’ın dostluğunun ve yardımının meyvelerinden istifâde edilir.

Maalesef gafil kişiler; bereketli gençlik mevsiminin, nefsânî arzular ve eğlence hayhuyu içinde israf edilmesine, çok yanlış bir müsamaha gösterirler.

“–Şimdi gençsin, nefsânî arzulardan hevesini al, yaşlanınca namazını kılar, günahlardan uzak durursun!” gibi bozuk ve ahmakça telkinlerde bulunurlar.

Hâlbuki; gençlikte gösterilen gevşeklik, maâzallah ömür boyu terk edilemeyecek tiryakiliklere sebebiyet verir.

Bu sebeple, üç ayları da ganîmet bilerek, evlâtlara mâneviyâtı sevdirecek, onları namaza, infâka, oruca ve Kur’ân tahsiline alıştıracak güzel ikramlar yapılmalı, hediyeler verilmelidir.

  • Cemaatle namaza devam

Namaz ferdî ibâdetlerin zirvesidir. Cenâb-ı Hak ile mülâkattır. Mü’min gönüllerin mîrâcıdır. Cemaatle namaz ise, müekked sünnettir yani Peygamber Efendimiz’in hiç terk etmediği sünnetler cümlesindendir. Bir müslüman beş vakit namazını cemaatle edâ ederek, içtimâîleşmelidir.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Bir kimsenin namazı cemaatle kılmaya devam ettiğini görürseniz, onun müslüman olduğuna şâhitlik edin.” (Tirmizî, Îmân, 8; İbn-i Mâce, Mesâcid, 19)

Mescidler, Cenâb-ı Hakk’ın en sevdiği mekânlardır. Cenâb-ı Hak ile dost olmak isteyen mü’min de o mübârek mekânları çok sevmelidir. Cemaati kaçırmayı, ondan uzak kalmayı ise büyük bir musîbet olarak görmelidir. Şu kıssa ne güzeldir:

Medineli meşhur yedi fakih tâbiînden biri olan Saîd bin Müseyyeb -rahmetullâhi aleyh- camiye girdi, bir de baktı ki, cemaatle namazı kaçırmış, cemaat selâm vermiş. Pişmanlık içinde;

اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّـا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allâh’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz.” (el-Bakara, 156) âyetini okudu.

Bu duâ, vefât ve benzeri büyük kayıplar karşısında okunur. O zât, bir vakit cemaati kaçırmayı böyle büyük bir kayıp olarak gördü de Cenâb-ı Hakk’a böyle ilticâ etti. Öyle içli bir feryat ile dile getirdi ki o niyâzı tâ çarşıdan duyuldu. (Bkz. Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, I, 381)

Hazret-i Mevlânâ bir mü’minin kalbinin mescide bağlı olmasını ve namazının bir mîrac hâline gelmesini şöyle ifade eder:

“Öyle bir abdest al ki hiç bozulmasın. Öyle bir namaz kıl ki, hiç bitmesin. Âşığa beş vakit namaz yetmez. Beş yüz bin vakit ister. Gerçek âşık, vuslatın bitmesini hiç ister mi?..”

  • Kardeşlik hukuku

Cenâb-ı Hak, mü’minleri îman bağıyla kardeş îlân etmiştir.

İmtihan dünyasında Rabbimiz, mü’minleri birbirine zimmetlemiştir.

  • Zayıf kardeşler, güçlü kardeşlere zimmetli…
  • Fakir kardeşler, zengin kardeşlere zimmetli…
  • Hasta kardeşler, sıhhatli kardeşlere zimmetli…
  • İrşâda muhtaç kardeşler, irşâda ehil kardeşlere zimmetli…
  • Bütün güçlü, zengin ve bilgili olanlar da; âhiret selâmeti bakımından muhtaç kardeşlerinin duâsına muhtaç.

Böylece Cenâb-ı Hak; kullarının merhamet, şefkat ve fedâkârlık sıfatlarını ne kadar taşıdıklarını imtihan eder.

Bugün kardeşlik hukuku bilhassa çok mühim…

Zira bugün merhametin ve şefkatin unutulduğu bir devredeyiz. Medeniyet denilen batı, bir başka ifadesiyle küresel güçler, I. ve II. Cihan harplerinde 100 milyon insanın canına kıydı. Korkunç bir vahşet yaşandı. Meselâ atılan atom bombalarıyla, sadece insanlar değil, hayvanlar da katledildi ve bitkilerin de kökü kurutuldu.

Bugün o vahşetin devamı; Suriye, Irak, Afganistan, Yemen, Libya, Sudan, Myanmar, Keşmir, Filistin ve Doğu Türkistan’da en ağır şekilde yaşanmaya devam ediyor.

Bu sözde medenî dünya; müslümanların arasında fitne çıkarıyor, savaşları körüklüyor, sonra da taraflara silâh satıp dökülen kanı seyrediyor. Evsiz barksız kalan mültecîlere insan muâmelesi yapmıyorlar. Yetimlerin organlarına mafyalar ve ruhlarına misyonerler musallat oluyor.

Hâsılı;

Küresel güçlerin kalplerde merhamet ve şefkati yok ettiği ve mazlum memleketleri birer mâtem ülkesi hâline getirdiği bir câhiliyye devrindeyiz.

Bugün yapılacak infaklar, insânî yardımlar, bilhassa, hidâyet bekleyenlere irşad hizmetleri Cenâb-ı Hak ile dostluk için çok mühim. Çünkü Rabbimiz; cömert, merhametli, diğergâm ve fedâkâr kullarını sever.

  • İffet

Mü’minlerin fârikalarından biri de, iffetlerini korumalarıdır.

Hayvanlarda nikâh ve iffet yoktur. İffet, insanlık haysiyetinin muhafazasıdır.

Maalesef devrimiz bu hususta da câhiliyye manzarası arz etmektedir.

Kadınlar; ailedeki sâliha hanım ve muhterem anne vasfından çıkarılıp, erkeklerle eşitlik dâvâsı içinde, şiddet dolu sokaklara, istismar dolu dış dünyaya itilmektedir. Bu da kadınlara bir iltifatmış, bir hürriyetmiş gibi çarpıtılarak sunulmaktadır.

Kaldırımlarda tekmelenen ve çiğnenen bir çiçek ne kadar talihsizdir! Bir çiçeğin lâyık olduğu mekân, îtinâ göreceği bir bahçedir.

Yine kıymeti bilinmeyip de çöpe fırlatılmış bir pırlantanın hâline acınır. Hele de çöpe atmayı bir hürriyet ve serbestiyet diye takdim edenlerin iyi niyetine asla itimat edilmez.

Maalesef bugün;

Mektepte, iş yerinde ve içtimâî hayatta, kadın erkek ihtilâtı, tesettüre riâyetsizlik ve karşı cinsle yalnız kalmaktan kaçınmamak gibi tehlikeli âfetlerden dolayı, gönüller harama meyletmekte, iffetler zedelenmekte, aileler sarsılmakta, boşanmalar çoğalmakta ve evlâtlar mânevî bir sefâlete dûçâr olmaktadır.

Gayr-i İslâmî ve gayr-i fıtrî hukukî zorlamalar, erkeği de kadını da evlilikten soğutmaktadır. Gelecek nesillerin huzurla inşâ edileceği evlilik yuvası; bir para tuzağı, bir şiddet mekânı gibi gösterilmekte, buna karşılık, gayr-i meşrû beraberlikler daha emniyetli gösterilerek terviç edilmektedir.

Böyle bir zamanda, evlâtlarımızı iffet ve hayâ içinde yetiştirmemiz zarûrîdir.

Erkek evlâtlarımızı; sâlih hocalar ve arkadaşlarıyla bir arada olabileceği mekteplerde, kurslarda okutmaya ihtimam göstermemiz lâzımdır.

Kız evlâtlarımızı da aynı şekilde, sâliha hocahanımlar ve sâliha arkadaşlarıyla beraber tahsil görebileceği kurslarda yetiştirmeliyiz.

Hazret-i Ömer, Peygamberimiz’in kuru bir hasır üzerinde bulunduğunu görünce ağlamıştı. Peygamberimiz şöyle tesellî buyurdu:

“–Ağlama ey Ömer! Dünyanın -bütün nimet ve zevkleriyle- onların, âhiretin de bizim olmasını istemez misin?!.” (Bkz. Ahmed, II, 298)

Demek ki;

Evlâtların uhrevî istikbâlini mutlaka, dünyevî istikbâlinin önünde tutmalıyız.

“–Evlâdım dünyada iyi bir meslek sahibi olsun da, âhireti ne olursa olsun!” diye bir düşünce, bir mü’mine asla yakışmaz.

Sokakların insafına bırakılan nesillerin kötü âkıbetleri ne hazindir!

  • Gizlice infak

Cenâb-ı Hakk’ın, Arş’ının gölgesinde barındıracağı bir grup da gizlice infâk edenlerdir.

İnfak; mü’mini Allâh’a yaklaştıran, Cenâb-ı Hakk’a dostlukta en mühim hasletlerdendir. Birre / hayrın kemâline ulaşmanın, sevdiğin şeylerden ferâgat ederek infâk etmekten başka yolu yoktur. Cenâb-ı Hak, cömerttir ve cömert kullarını sever. Cimri, hasis ve bencil kullarına velâyetini, dostluğunu ve himâyesini nasîb etmez.

Denilmiştir ki:

“Şu üç kişi, Allah dostu olamaz:

Kibirli, cimri ve ahmak.”

İnfâkın gizliliği ise, nefsin hilelerinden ve enâniyetin tehlikelerinden muhafaza olabilmek içindir.

Âyet-i kerîmede açıktan infâk edenler de medh ü senâ edilmektedir ki, zarûrî hâllerde açıktan da infâk edilebileceğini ifade etmektedir:

“Allâh’ın kitâbını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah için) gizli ve âşikâr infâk edenler, asla zarara uğramayacak bir kazanç (ticâreten len-tebûr) umabilirler.” (Fâtır, 29)

Örnek olmak mecburiyeti yahut töhmeti izâle etmek gibi bir zarûret yoksa, infâkın gizli olması, mü’min gönüller için en faydalı yoldur.

Zeynelâbidin Hazretleri, vefat edince sırtında yaralar gördüler ve sebebini merak ettiler. Hizmetkârı îzâh etti:

“‒Geceleri herkesin uyuduğu sıralarda, Zeynelâbidin Hazretleri sırtına erzak çuvalları alır, fukarânın kapılarına bırakırdı. Bu yaralar, o gizli infâkın işaretleridir.”

Diğer taraftan infâkı gizlilik içinde yapmanın bir hedefi de, muhatabı mahcup bir duruma düşürmemek ve rencide etmemektir.

Muhataba minnet yükü yükleyerek yapılan; bugünkü tabirle şovlar, sadakaları iptal eder.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha hayırlıdır…” (el-Bakara, 263)

  • Zikrullah ve gözyaşıyla istiğfar

Cenâb-ı Hak, Zâtını çokça zikretmemizi emretmiştir. Bilhassa seherlerde istiğfâra davet etmiştir. Sâdık ve hâlis kullarını; geceleri secde ve kıyam hâlinde olmaları sebebiyle medh ü senâ eylemiştir.

Samimî gözyaşları ve kalpte mânevî derinlik;

  • Takvâda derinleşmek ve müstakîm bir kulluk,
  • Helâl lokmaya riâyet,
  • İbâdetleri huşû içinde edâ,
  • Sâlihlerle beraberlik ve fâsıklardan uzak durmak,
  • Kur’ân’ı tefekkür ederek okumak,
  • Geceleri ihyâ,
  • Duâ ve salevâta devam etmek gibi hayatın her safhasında İslâm’ı yaşamakla mümkün olur.

Bütün bu güzel hasletler, Cenâb-ı Hak ile dostlukta mesafe kazandırır.

Cenâb-ı Hak, kulluk ister. Yani emir ve yasaklarına titizlikle riâyet ister. Farzların edâsını ve haramlardan uzak durulmasını talep eder. Ancak;

ZÂHİRİYLE ve BÂTINIYLA…

Hazret-i Mevlânâ;

“Keçinin gölgesini kurban etme!” diye îkaz buyurur. Yani; «Sadece zâhirle yetinme!» demektir.

Kullukta zâhir de bâtın da mühimdir.

«Zâhiri gerçekleştiriyorum» diyerek, bâtını ihmal etmek kabul edilemez. Daha önemli olan; «Bâtını gerçekleştiriyorum.» iddiasıyla, zâhiri önemsiz görmeye kalkmak da bâtıldır.

Zâhirî farzlar nelerdir?

Namaz, oruç, zekât, hac, cihad, anne-babaya ihsan gibi ilâhî emirler zâhirî farzlardır. Bunları, kalp ve beden âhengi içinde ihlâsla edâ etmemiz en mühim vazifelerimiz cümlesindendir.

Ancak, farzları bundan ibaret görmemelidir. Bâtınî farzları edâ etmek de vazifemizdir:

Bâtınî farzlar nelerdir?

Merhamet, cömertlik, tevâzu, affedicilik, ayıpları örtmek, bütün söz ve davranışlarımızda doğruluk gibi ahlâkî vasıflar Rabbimiz’in bizden istediği hususlardır.

Bir mü’minin; beş vakit namazını kılmaya titizlik gösterdiği gibi, mütevâzı olmaya da hassâsiyet göstermesi îcâb eder. Çünkü her ikisi de üzerine farzdır.

Bir mü’min; Ramazan orucunu edâ etmekte gösterdiği ihtimâmı, sabırlı bir insan olmak husûsunda da sergilemelidir.

Haramlarda da aynı ikili tasnif mevcuttur:

Zâhirî haramlar nelerdir?

İçki, kumar, fâiz, hınzır eti, zinâ… Bunlar Rabbimiz’in bize haram kıldığı fiillerdir.

Bir müslüman bunları hayatından tamamen çıkarır. Bunlara yaklaşmamak için tedbirler alır. Meselâ aldığı gıdâların muhteviyâtını kontrol eder.

Ancak Rabbimiz’in bize yasakladığı hususlar, bu zâhirî haramlardan ibaret değildir. Bir de fark etmesi daha zor olan, bâtınî haramlar vardır.

Bâtınî haramlar nelerdir?

Kibir, cimrilik, bencillik, enâniyet, haset, kindarlık, gıybet, yalancılık, acımasızlık, katı kalplilik…

Bir mü’mine, hınzır eti yemek, ne kadar giran ve iğrenç geliyorsa, gıybet de o kadar giran ve iğrenç gelmelidir. Yani mü’min, ağzına iğrenç ve giran gelen bir şeyi almamaya hassâsiyet gösterdiği gibi kulağına gıybet girmemesine de özen göstermelidir.

Kezâ gösterdiği bu hassâsiyeti, hayatının her safhasına tevzî etmelidir.

Rahmet mevsimi olan üç aylarda zâhirî ibâdetlere ihtimam gözle görülür şekilde artıyor. Zâhirî haramlardan uzak durma hassâsiyeti de artıyor. Bu dikkati, bâtına da yayalım.

Zira Rabbimiz hepsini istiyor. Şerîatın zâhirini ve bâtını ikmâl etmeden Hak ile dostluk mümkün değil. Nitekim, gıybet edenin orucunda sevap kalmıyor. Boşuna aç kalmış oluyor.

Abdullah Dehlevî Hazretleri, talebesiyle birlikte gıybet edilen bir yerden geçerken hızlandı ve;

“‒Eyvah, orucumuz bozuldu.” dedi.

Talebesi;

“‒Efendim, siz gıybet etmediniz ki?” deyince şu cevabı verdi:

“‒Evet, biz gıybet etmedik, ama işittik. Gıybette, söyleyen de dinleyen de aynıdır. (Neticede oradaki gıybet bana in‘ikâs etti. Rûhâniyetime zarar verdi.)” buyurdu.

Gıybet, insana nefsâniyet bakımından hoş gelir. Lâkin gıybet eden kimse; karşısındaki küçümsemiş ve kendisini de o hatadan müstağnî görerek kibirlenmiş olur, bu da nefse haz verir. Ancak hem bu kibri, hem de kardeşini küçümsemesi, hem de bu gıybet hâli, onun perişanlığı ve hüsrânı olur. Bu sebeple Hazret-i Allah, gıybet hakkında «ölü eti» buyurmuştur.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَالَّذ۪ينَ لَا يَشْهَدُونَ الزُّورَۙ وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا

(O kullar), yalan yere şâhitlik etmezler, boş, lüzumsuz sözlerle karşılaştıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler.” (el-Furkān, 72)

Zâhir ve bâtının beraberliğini şu hakikatlerden de anlıyoruz:

Münkerden ve fahşâdan korumayan bir namaz, hendesî / geometrik bir hareketler silsilesinden ibaret kalıyor.

Minnet ve eziyetten arındırılmamış infak, iptal oluyor.

Haram parayla gidilen hacda kişiye, mânen; «Lâ lebbeyk! / Sen makbul değilsin!» diye karşılık veriliyor.

Demek ki;

Zâhir ile bâtını birlikte ihyâ etmek zarûrî…

Amellerimiz O’nun kabulüne muhtaç. O’nun kabulü ise, amellerimizin zâhir ve bâtın âhengi içinde tertemiz olmasını gerektiriyor.

Şu kıssa ne güzeldir:

RABBİME SORUN!..

Vefâtından sonra bir zât, rüyada gördüğü Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’ne sormuş:

“–Münker ve Nekir ile aran nasıldı?”

Hazret şöyle cevap vermiş:

“–Bana;

«–Rabbin kimdir?» diye sorduklarında şöyle dedim:

«–Rabbime (beni) sorun. Eğer Rabbim;

‘–O Benim kulumdur!’ derse, bu bana yeter. Aksi hâlde ben defalarca;

‘–Ben, O’nun kuluyum.’ desem bile bu söz, O beni kulluğa kabul etmediği takdirde hiçbir şey ifade etmez.»” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, Âl-i İmrân, 175)

Biz ne kadar Rabbimiz’i seviyoruz, O’na ne kadar dost olabiliyoruz?

Bunun cevabı; O’nun sevdiği sâlih amelleri, sıfatları ve ahlâkı ne kadar yaşadığımızda gizlidir.

Başta zikrettiğimiz kıssada Behlül’ün yaptığı gibi, hâlimizi Kur’ân’a ve Sünnet’e arz edelim:

Biz Rabbimiz’in sevdiği muhsin, müttakî, mütevâzı, ikram sahibi, cömert, merhametli, affedici, sabırlı, âhiret endişesi taşıyan, kalbinden zikri, dilinden duâyı, nazarından tefekkürü eksik etmeyen bir kul olabiliyor muyuz?

Biz Rabbimiz’in asla sevmediği inkâr, nankörlük, kibir, cimrilik, haset, zulüm, hıyânet, iffetsizlik, acımasızlık, bencillik, gıybet, yalan ve benzeri sıfatlardan ne kadar uzak durabiliyoruz?

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Rânûnâ Vadisi’nde verdiği hutbede şöyle buyurdu:

“Gizli-açık bolca sadaka vermek ve Allâh’ı çok çok zikretmekle RABBİNİZLE ARANIZI DÜZELTİN!” (İbn-i Mâce, İkāme, 78)

Üç aylar, Allâh’ın rızâsını kazanmak için daha çok gayret edilecek aylardır. Bu mübârek günlerde, Cenâb-ı Hakk’ın dostluğunu ve hoşnutluğunu tahsil etme gayreti içinde olmalıyız.

Cenâb-ı Hak; cümlemizi, nasip buyurduğu şu rahmet mevsiminde, Zâtına dostluk imtihanında mesafe katedebilenlerden eylesin!

İki cihanda rahmetine nâil olan bahtiyarlar zümresine cümlemizi ilhak buyursun!

Âmîn!..