Rabıta Nedir?

Râbıta nedir, istiâne nedir, istiğâse nedir?

Lügatte, bağ, alâka ve vuslat demektir. Aslında kâinatta râbıtasız hiçbir mahlûk yoktur:

Kedi, yavrusuna râbıtalıdır; yavru, annesine râbıtalıdır. Çiçek, toprağa râbıtalıdır; toprak, çiçeğe râbıtalıdır. Ve râbıtasız, yani bir robot yoktur kâinatta, robot yoktur. Daima bir râbıta vardır. Artı eksiye akar kimyevî şeyde, yağmur yağar, temizlenir vs…

Râbıta, muhabbetten ibârettir. Gönülde muhabbetin tazelik, zindeliğini dâimâ muhâfaza ettirmektir. Yani râbıta eşittir/müsâvîdir, muhabbet. Daha öteye gidilmez. Şirke kapı açılmaz.

Üç türlü râbıta var:

Tabiî Râbıta:

Kişinin yakınlarına duyduğu bir muhabbettir. Annenin evlâdına duyduğu bir muhabbet gibi. Oğlu askere gider; yemek yapar; “oğlum bu yemeği severdi” der, hemen oğlunu hatırlatır. Onun bir eşyasını görür, hemen oğlunu hatırlar.

İşte bu nedir? Bu, tabiî râbıtadır.

Bayağı (Süflî) Râbıta var:

Men edilen şeytânî ve nefsânî temâyüllere bağlantıdır. Bir kumarbazın kalbinin kumara bağlanması, âilesini, çoluk çocuğunu o râbıtadan, kumara râbıtadan, âilesinin rızkını unutması.

Üçüncüsü; Ulvî Râbıta var:

Buna biz tasavvufî râbıta diyoruz.

Müşâhede makâmına vâsıl olmuş kimselere karşı ulvî duygular besleyip onların rûhâniyetinden istifâde etmek için cismen veya rûhen yanlarında bulunmaktır. Cismen de olur, rûhen de olur.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Ben, Yemen’den gelen nefes-i Rahmânî’yi duyuyorum.” buyurdu. (Taberânî, Kebîr, VII, 52/6358)

Burada göreceğiz; Yâkub -aleyhisselâm- Yusuf’un gömleği Mısır’dan çıktığı zaman;

“–Ben dedi, Yusuf’un kokusunu duyuyorum.” dedi.

Ne oluyor bu? Güçlü bir cereyan hattı oluyor.

İşte ashâb-ı kirâmla da Efendimiz arasında râbıta bu şekildeydi. Bu râbıta o kadar şiddet kazanıyordu ki, ölümü istihfâf ediyordu sahâbî:

“–Yâ Rasûlâllah, emret, emret diyordu, canım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyordu.

Bunun da zirvesinde Ebû Bekir Efendimiz’i görüyoruz. Bir gün Rasûlullah Efendimiz:

“–Ben herkese mukâbilini verdim, Ebû Bekir hâriç.” deyince, Ebû Bekir -radıyallâhu anh- gayriden olması sebebiyle üzüldü;

“–Yâ Rasûlâllah! Malım, canım, her şeyim Sen değil misin dedi. Ben, Sen’den başka bir şey miyim?” dedi. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11)

Yani, tabi bu, zirve râbıta Ebû Bekir Efendimiz’le Efendimiz arasında.

Yani bir nehir bir denize aktığı zaman artık o denizde o dereyi bulamazsın. O dere artık o denizin muhtevâsında kaybolmuştur, onun, denizin bir parçası olmuştur.

“–Yâ Rasûlâllah! Ben Sen’den gayri bir şey miyim?” dedi.

Tabi bu, râbıtanın güçlenmesi için de Cenâb-ı Hak:

“Ey îman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119) buyurdu.

Bu âyette “كُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ” “Sâdık olun!” buyurmuyor Cenâb-ı Hak; “Sâdıklarla beraber olun!” buyuruyor. Sâdıklarla beraber olunca oradan in’ikâs gelecek, radyasyon gelecek, mânevî radyasyon gelecek oradan. Bu da bir insanın sâdık bir cemaat içinde bulunmasının zaruretini göstermektedir.

Muhabbetin şartlarına riâyet ederek râbıta kuran bir kimse, râbıta kurduğu kimsenin ahlâk ve meziyetleri ile istîdâdı ölçüsünde şahsiyetlenir.

Herkes, bütün ashâb-ı kirâm Efendimiz’e olan meziyetleri mukâbilinde, o kadar Efendimiz’le bir ayniyet kesbetti.

Çünkü güçlü insanların sergilediği hâller sârîdir. Yani enerjik karakterlerde sirâyet özelliği vardır. Güçlü karakterler, zayıf karakterlerin ilham kaynağıdır. Onun için râbıta zarûrîdir. Merhametli, fedâkar, ferâgat sahibi insanların hâlleri, bulundukları cemaate müsbet tesir eder.

Tabi bu, hâllerdeki bu sirâyet özelliği, müsbette olduğu gibi menfîlikte de cârîdir. Firavun’un yardımcısı Hâmân ve emsâli kişiler, Firavun’la ihtilâtları nisbetinde Firavun hâline geldiler. Hattâ Firavun’a dediler ki:

“–Aman Firavun, sen vazgeçme tanrılıktan, biz senin tanrılığını koruyalım.” dediler.

Hadîs-i şerîfte:

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Ne kadar seviyorsan, o kadar berabersin. İşte sahâbînin en çok dertlendiği buydu.

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Ben, Allah Rasûlü ile ne kadar beraberim? İbadetim ne kadar benziyor, muâmelâtım ne kadar benziyor? Nezâket, zarâfet, incelik, hassâsiyet, muâşeret ne kadar benziyor?

Ashâb-ı kirâmın derdi buydu. Bu, lâfta bir beraberlik değil, kalpte beraberlik, hâlde bir beraberlik, davranışta bir beraberlikti.

Yine;

مَنْ تَشَبَّهَ بِقَوْمٍ فَهُوَ مِنْهُمْ

“Kim bir topluluğa benzemeye çalışırsa, o onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)

Yine;

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ

(“…Gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!” [el-Fâtiha, 7])

Menfîlikte, bu dalâlettekinden uzakta kalmak.

Diğer taraftan;

اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ “…Nîmet verdiği…” (el-Fâtiha, 7)

Kimler bunlar? Nebîler, sıddîklar, şehidler, sâlihler… Bunlarla beraber olmak. Yani onların taşıdığı karakter, vasfı, kalpte taşıyabilmek.

İşte bu, bir kalbin sanatı olmuş oluyor. Eğer bu olmazsa bilginin hiçbir faydası yok. İşte şeytan da bilgi vardı ibliste. Meleklerin hocasıydı, fakat ibliste takvâ yoktu, kalp yoktu. Aşırı bir enâniyet vardı. Kahroldu gitti.

Kur’ân-ı Kerîm’de yine bahsedilen Ashâb-ı Kehf kıssası çok câlib-i dikkattir. Kıtmir, bir köpek olduğu hâlde –Mevlânâ da buyuruyor, Sâdî-i Şîrâzî de- Kur’ânî bir ifade kazanıyor Kıtmir. Hattâ tekrarlanıyor. Şu kadarla şu kadar, bir de Kıtmir vardı diye.

Kıtmir ne oldu? İn’ikâs aldı. Onun için, o mağaranın kapısından ayrılmadı. Mağaranın câzibesi içinde kaldı. O da sâdıklardan olarak Cennet’e girecek buyruluyor.

Tabi bu sırf insanda değil, mekânlarda da sirâyet var. Meselâ onun için şer mekânlardan, günah işlenen mekânlardan uzakta kalmak buyruluyor.

Efendimiz Vedâ Haccı’nda Muhassir denilen vâdiden geçerken şöyle kapatarak ellerini, hızlı olarak geçti.

“–Yâ Rasûlâllah! Ne hâl oldu?” deyince,

“–Burada Cenâb-ı Hak Ebrehe ordusunu kahretti.” buyurdu. (Nevevî, Şerhu Müslim, XVIII, 111; İbn-i Kayyım, II, 255-256)

Sahâbe Tebük seferinde zor durumda kaldı, su bitti vs. oldu. Susuzluk, sıcak vs…

“–Aman!” dedi bu Semud Kavmi’nin oradan geçerken, mağaralarına girdiği zaman, taştan evlerine girdiği zaman,

“–Oradan su almayın.” buyurdu.

“–Aldık.” dediler.

“–Dökün.” buyurdu.

“–Hamur yaptık.”

“–Develerinize verin.” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 17)

Velhâsıl demek ki insanın en mühim… Nasıl kışın vücudumuzu libaslarla, elbiselerle koruyoruz; demek ki ondan çok çok, hasta olmamamız sebebiyle, en mühim; kalbimiz hasta olmasın. Kalbimizi koruyabilmek. Kalp, Allâh’ın nazargâh-ı ilâhîsidir. Cemâlî sıfatların mazharıdır. O kalple Cenâb-ı Hakk’a yaklaşılacak. Cenâb-ı Hak demek ki en mühim, o kalple Cennet’e davet edilecek. O kalp;

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

O kalp, “korkmayacak, üzülmeyecek” dehşetler karşısında. (Bkz. Yûnus, 62)

Demek ki bir mü’minin de en mühim vasfı, virüsten -esas virüs kalbin gafletidir- kalbi koruyabilmek. Mânevî virüslerden kalbi koruyabilmek.

Yine Cenâb-ı Hak Mâide Sûresi’nin 35. âyetinde:

“Ey îman edenler! Allah’tan korkun, O’na yaklaşmak için vesîleler arayın!..” buyuruyor.

Yine bir, bu da çok ibretli bir hâdise, bu da râbıtaya âit. Bir peygamber geleceğini yahudiler bekliyordu daha peygamber gelmemişti. Fakat Tevrat’tan aldığı şeyle bir peygamber gelecek diye bekliyorlardı.

Bu Hayber yahudileriyle Gatafan kabilesi, müşrik kabile arasında savaş çıktı. Hayber yahudileri her zaman Gatafan’la karşılaşınca Gatafanlar yeniyorlardı yahudileri. Bir peygamber geleceğini Tevrat’tan biliyorlardı. Duâ ettiler:

“–Ey Allâh’ımız! Âhir zamanda göndermeyi vaad ettiğin o ümmî peygamber hakkı için Sen’den bizi muhafaza etmeni, zafer vermeni diliyoruz.” diye duâ ettiler.

Duâlarıyla, gelecek bir peygamberi vesîle ederek Cenâb-ı Hakk’a sığındılar. Ve bu Gatafan’la karşılaşınca bu duâyı yaptılar. Savaşın neticesinde Gatafan bozguna uğradı. Fakat duâlarında vesîle edindikleri Âhirzaman Peygamberi, kendilerinden değil, Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olarak gönderilince O’nu inkâr ettiler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede onu bildiriyor:

“…Daha önce…” (Bakara, 89. âyet)

“…Daha önce (o Peygamber’in adını kullanarak, O’nun hakkı için diyerek) kâfirlere karşı zafer isteyip durdukları hâlde, O tanıdıkları kendilerine gelince (yani o peygamber, Rasûlullah gelince), bu sefer O’nu inkâr ettiler. İşte Allâh’ın lâneti böyle kâfirleredir.” (el-Bakara, 89) (Kurtubî, II, 27; el-Vâhidî, Esbâbü’n-Nüzûl, s. 31)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtından sonra Medîne’de şiddetli bir kıtlık olmuştu. Ahâli bu durum hakkında Hazret-i Âişe’ye -radıyallâhu anhâ- Annemiz’e mürâcaat etti. Âişe Vâlidemiz onlara şu tavsiyede bulundu:

“–Nebiyy-i Muhterem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kabr-i şerîfine gidin, o kabrin tavanından bir pencere açın. Efendimiz ile semâ arasında bir perde kalmasın!”

Nitekim böyle yapıldığında bolca yağmur yağdı, otlar yeşerip büyüdü, develer iyice semizleşti. Hattâ o seneye “Bolluk senesi” ismi verildi. (Dârimî, Mukaddime, 15)

Nasıl bir virüs vücuda giriyor, menfî tesir yapıyor, demek ki orada da gelen bir rahmet geliyor, o rahmet tecellîsiyle büyük bir -elhamdülillâh- bir lûtuf olmuş oluyor.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir kuraklık zamanında Hazret-i Abbas’ı yanına aldı.

“–Yâ Rabbi dedi, Allah Rasûlü’nün amcası Abbas’la tevessül ediyorum.” dedi. Yağmur yağması için onu vesîle eyledi. (Buhârî, İstiskā, 3)

Sadece şuna dikkat edilecek; İslâm’da ruhbanlık yok. Mürşid ancak, mürîdin kendisine örnek alması için ihsân edilmiş numûne bir misaldir. Bu numûnedir o kadar. Karakter ve şahsiyette bir numûnedir.

Nasıl ki, seyahatte bindiğimiz bir araç, bir otomobil, vâsıta, bir gemi, gaye değil vâsıta ise, mürşid-i kâmil de, mürîde kalbî eğitimi tâlîm edip onun iç dünyasını Allah Rasûlü’nün ahlâkı ile tezyîn eden bir Allah dostudur, bir kişidir, o kadar. Kudsiyyet, Allâh’a mahsustur.

Onun için, tutup da ondan istemek -Allah korusun- şirke bir kapı açar.

Aziz Mahmud Hüdâyî! Bana bir evlât ver! Aziz Mahmud Hüdâyî! Bana ev ver! Yahut Eyyûb el-Ensârî bana şunu ver, bunu ver!..” Bu, şirktir.

Ne olur? Allah katındaki onun yüksek makamını, ulemâ onun vesîlesiyle isteyin, buyuruyor. Ondan değil. İstenilen, Allah’tan…

Fakat -maalesef- bu cehâletten, görüyoruz, bu doğru değil. Allah korusun, bu, şirke bir kapı açmaktır.

Beşer idrâkinin mücerredi görmesi, yani hissetmesi, onu bir eşyaya veya şekle nisbet etmeden kolay kolay gerçekleşmez. İlim âlimde, aşk âşıkta, sanat da sanatkârda sergilenir. Mücerredi sergisiz takdîm, imkânsızdır.

Usta-çırak, hoca-talebe vs. bütün münâsebetler, yine râbıta ile alâkalıdır. Yani fizikteki beraberlik gibi.

Râbıta neyi sağlar? Râbıta, Allah dostlarının silsilesi ile, yani Allah dostlarından başlayarak, Ebû Bekir Efendimiz’den, Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-… Peygamber Efendimiz’den feyz akışını sağlar. Muttasılan elektriğe kapılan insanlar gibi, en sondaki de istîdâdına göre akım alır. Yani burada en baştaki bir insana on volt bir elektrik akımı verilse, o el ele tutulsa, tâ en arkadaki kişiye dahî o elektrik akımı, onun gücüne göre geçer.

İşte râbıta budur esasında. Bu râbıta, bir muhabbettir, muhabbeti taze tutmaktır. Aslâ bir, burada bir yanlış bir yola kapı açmamak lâzım.