Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri
Yıl: 2013 Ay: Temmuz Sayı: 101
MELEKÛT ÂLEMİNİN ANAHTARI
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz;
“–Melekût kapısını açmak için gayret edin!” demişti.
Sordular:
“–Ne ile?”
Mü’minlerin Annesi şöyle cevap verdi:
“–Açlık ve susuzlukla!”
Çünkü insan; beden ve ruh terkîbi…
Bir başka ifadeyle; o, beden kafesinde mahpus bir ruh…
Her ne kadar bir arada iseler de; arzuları, gayeleri, istikametleri taban tabana zıt iki varlığın terkîbi…
Bedenin de güç ve kuvvet için gıdaya ihtiyacı var, rûhun da… Fakat gıdaları da birbirine zıt…
Beden; dünyevî, maddî ve fânî gıdalara talip, ruh ise; mânevî, ulvî, semâvî gıdalara…
İnsan, bir terkip olarak, bedenin gıdasına ağırlık verirse; rûhun iştahı kaçmakta. Rûhun gıdasına ağırlık verirse, bedenin menfî tesirleri dizginlenmekte…
Bedenî isteklerin en önde gelenlerinden olan ve başlangıç noktası olan yeme-içme arzusu; rûhun hürriyeti ve rûhânî istîdatların inkişâfı için bilhassa dizginlenmeli. İnsan; oburluğa, açgözlülüğe ve hodgâmlığa meyletmemeli.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruhû- buyurur:
“İnsanın asıl gıdası Allâh’ın nûrudur. Ona aşırı ten gıdası vermek lâyık değildir. İnsanın asıl gıdası, ilâhî aşk ve akıldır.”
“İnsan, asıl rûhânî gıdasını unuttuğu ve ten gıdasına düştüğü için huzursuzdur. Doymak bilmez. İhtirasından perişan olmuş, gücünü yitirmiş, kalbi telâşla çarpmaktadır. Nerede yeryüzü gıdası, nerede sonsuzluğun gıdası?!.”
“Allah şehidler için; «Rızıklandılar» buyurdu. O mânevî gıda için ne ağız, ne de ceset vardır.”
Hazret-i Lokman da oğluna şöyle nasihat ederdi:
“Miden aşırı doyunca, fikrin uykuya dalar, hikmet susar, âzâlar ibâdetten geri kalır.”
Büyük Hak dostu Mahmud Sâmi RAMAZANOĞLU Hazretleri, az yemek ve açlık husûsundan ehemmiyetle bahseder:
Tabiplere;
“–Devânın en şifâlısı nedir?”
Hikmet ehline;
“–İbâdete en ziyade şevk veren nedir?”
Zâhidlere;
“–Hakk’a bağlılığı en ziyade takviye eden nedir?”
Âlimlere;
“–İlim hıfzında efdal şey nedir?”
Âmirlere;
“–En lezzetli ve gıdalı yiyecek nedir?” diye sormuşlar.
Hepsi de;
“–Az yemektir!” buyurmuş.
Zira az yemekte, bilhassa açlık ve oruçta on güzel haslet vardır:
AÇLIĞIN 10 HASLETİ
1. Açlıkta kalp safâsı ve hâfıza kuvveti; toklukta ise hamâkat ve unutkanlık olur.
2. Açlıkta kalp rikkati meydana gelir; duâ ve ibâdetlerden haz ve feyz alınır. Toklukta ise kalp katılaşır ve ibâdetten zevk hâsıl olmaz.
3. Açlıkta gönül yumuşaklığı, inkisâr ve tevâzû; toklukta ise taşkınlık, gurur, kibir ve övünme zuhûr eder.
Bu hakikat dolayısıyla;
Yûsuf -aleyhisselâm- hazine veziriyken kıtlık günlerinde gıda almaya gelenlerin hâlini anlamak için aç olarak erzak dağıttı.
Hazret-i Musa’nın, Tur Dağı’nda Allah ile mükâlemeye girebilmesi için kendisine kırk gün savm-ı visal tutturuldu.
Hazret-i Âişe Vâlidemiz buyurur:
“Medine’ye hicretten sonra Rasûlullah Efendimiz, üç gün üst üste arpa ekmeği ile doymamıştır.”
Âyette buyurulur:
“…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara 273)
4. Açlıkta fakir ve açlar düşünülür. Toklukta ise bîçâreler unutulur ve düşünülmez olur.
5. Açlıkta şehvânî ve nefsânî istek ve arzular kırılır. Toklukta ise nefs-i emmâre kuvvet kazanır.
6. Açlıkta vücut, canlı ve uyanık bir hâldedir. Toklukta ise uyku ve gaflet baskın hâle gelir.
7. Açlıkta ibâdet ve kulluğa devam etmek kolaydır. Toklukta ise tembellik ve gevşeklik ağır basar.
8. Açlıkta beden sıhhatli olur. Hastalık zâil olur. Toklukta ise vücut yıpranır ve hastalanır.
9. Açlıkta bedende hafiflik ve ferahlık; toklukta ise ağırlık ve atâlet olur.
10. Açlıkta sadaka vermeye, îsâr ve infâka şevk gelir. Bu da, kulu kıyâmet gününün dehşetli sıcağında serin bir gölgeliğe nâil kılar. Toklukta ise, ya cimrilik veya müsriflik ortaya çıkar ve bu da kulu helâk eder.
Açlık, nefsin hoşuna gitmez. Ruh ise, ondan elde edeceği faydayı görür ve nefsi açlığa sabretmeye zorlar. Hazret-i Mevlânâ, zorluklardaki bu ilâhî kolaylığı görmeye çağırarak misaller verir:
HER ZORLUKTA
KOLAYLIK VAR
“Bir hamal yük altında koşup gider. Hattâ kendisini ezen o ağır yükü başkalarının elinden kapar. Hamalların yük için yaptıkları kavgalara bak, işte her iş için çalışıp çabalamanın böyle olduğunu bil.”
“Sıkıntılar rahatın, saâdetin temelidir. Acılar nimetin öncüleridir.
Cennet; bize zor gelen, hoşlanmadığımız şeylerle bize verilmiştir. Cehennem ise; hoşumuza giden şeylerle, şehvetlerimizle bize hazırlanmıştır.”
Uzun ve sıcak yaz günlerinde oruç tutmak zordur. Fakat asıl zorluk, Hakk’ın rahmetinden uzak kalmaktadır. Asıl yakıcı sıcaklık, cehennem ateşindedir.
“Şüphe yok ki; hayatın zevklerini, hevâyı, hevesi terk etmek acı bir şeydir. Fakat bunlar, Hak’tan uzak kalmanın acılığından iyidir.
Cihâd etmek, oruç tutmak; insana zor gelir ama, Hakk’ın, kulu kendisinden uzaklaştırmasından, böyle mânevî bir derde düşürmesinden daha iyidir.”
Bunun için ahmak olmayan insan; âkil olan kişi; gayret edip kendini, Hak’tan uzaklaştıran bedenî arzuları riyâzat, oruç gibi dizginlerle kontrol altına almaya çalışır, gayret eder. Bu gayretlerin dünyadaki mükâfâtı ilâhî gıdalara ve rûhânî zevklere erişmektir:
“Çalış, gayret et de, rûhânî arzuların artsın! Artsın da gönlün şu beden kuyusundan çıksın, kurtulsun.
Can; gül ve nesrin bahçesinde uyumuş kalmış iken, bedenim bu pisliklere bulaşmış hâlde… Bu ne gamlı, ne acınacak bir hâldir!
Eğer can, şu beden olmaksızın yaşamayı istemezse, gökyüzü sarayı kimin mekânı olacak?
Cenâb-ı Hak buyurur:
«Sizin rızkınız gökyüzündedir.»(ez-Zâriyât, 22)
Ey kardeş! Düşün ki; Hak tarafından va‘dedilen, övülen mânevî rızıklar ve nimetler sana da nasîb olacak mı? Gönül âlemin nasıl?”
Beden, turâbîdir. Topraktan gelmiştir, gıdası topraktandır; kendisi gibi topraktan gelen varlıklara alâka duyar ve istikameti de toprağa doğrudur.
Ruh ise semâvîdir. Semâda kendisi için saklanmış rızıklara, mânevî hasletlere, mânâya talip olmaya istîdatlıdır.
İşte insanda irade burada devreye girmektedir. İnsan irade ve ihtiyarıyla, bunlardan birini seçer. Ya bedenin arzularına esir olup, süflî duyguların girdabında boğulur; ya beden atının boynuna riyâzat kemendini vurup, onu taşkınlıklardan muhafaza ederek, semâvî rızkına doğru yükselir.
Hazret-i Mevlânâ işte insandaki o iradeyi, zindeliğe davet eder:
“Ey yiğit! Yüksel!.. Gökyüzünü bile ayağının altına al da göklerin üstünden gelen ilâhî nağmeleri duy. Canının kulağından gaflet ve vesvese pamuğunu çıkar da, göklerdeki coşkunluk sadâları, meleklerin tesbihlerinin uğultusu kulağına kadar gelsin. İki gözünü de ayıp kılından, günah tozundan temizle de, ötelerin, gayb âleminin bağlarını, bahçelerini, serviliklerini gör. Genzinden mâsivâ nezlesini gider de, burnuna güzel mânâ kokuları, ilâhî kokular gelsin.
Beden prangalarını canın ayağından çöz, çıkar da, canın mânâ çimenliklerinde dönsün, dolaşsın… Hasislik zincirini elinden, boynundan at da, şu felekte yeni bir baht elde et.”
“Rüzgârın gürültü ile esmesi, bulutun yağmur yağdırışı, bizim gamımızı, endişemizi yatıştırmak içindir. Sen biraz sabret.
«Rızıklarınız göktedir.» âyetini işitmedin mi? İşittinse bu süflî, bu aşağılık dünyada ne diye yapışıp kalmışsın?”
“Azıksızlık azığı, yani açlık sana mânevî azık olunca ebedî olan canı bulursun da, ölümden kurtulursun.”
Oruç, riyâzat ve açlık bütün Hak dostlarının müşterek tavsiyesidir. Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- de şöyle buyurur:
“Namaz, seni yolun ortasına kadar götürür. Oruç, Padişah’ın kapısını açar. Sadaka da, Padişah’ın huzûruna sokar.”
Nefsin, ibâdet ve tâatlere karşı muhalefetinde sığındığı bir mâzeret de şudur:
İBÂDETTEN LEZZET ALAMAMAK
Hazret-i Mevlânâ ibâdetten lezzet alamamanın sebebini şu kıssa ile anlatır:
Şuayb Peygamber zamanında bir nâdan kişi, şöyle yanlış bir fikre kapılmıştı:
“–Allah benim birçok ayıbımı ve günahımı gördü. Bende bu kadar günah ve cürüm gördüğü hâlde, Allah, lütuf ve keremi ile benim kusuruma bakmadı.”
Hak Teâlâ; Şuayb -aleyhisselâm-’ın kulağına gizlilikle, gayb yolu ile fasih bir dille buyurdu ki:
“–O adama cevap olarak de ki:
«Senin kaç kere cezanı verdim ama senin haberin yok. Baştanbaşa bağlısın; ayağından başına kadar zincirler içinde kalmışsın. Sen duygularının, nefsânî isteklerinin esiri olmuşsun, farkında değilsin.
Ey kara tencere! Kat kat isler içindesin. Bu is senin iç yüzünü karartmış.
Senin gönlünde pas üstüne paslar var. Bu paslar öyle yığılmış ki, gönül gözün görmez olmuş, ilâhî sırlara karşı perdelenmiş, kör olmuş gitmiş. O is, o kurum yeni bir tencereye vursa, arpa kadar bile olsa eseri o tencerede görülür. Çünkü her şey zıddı ile meydana çıkar. Kalaylı tencerenin beyazlığı üstünde o kara is, fena bir şekilde kendini gösterir.
Fakat dumanın tesiri ile tencere kararınca, onun üstündeki kara lekeyi çabucak kim görebilir?
Günah işlemekte ayak direyen, kötülüğü âdet eden kişi; kalp gözüne toprak doldurmuş olur. O, günahı görmez, vicdan azabını da hissetmez olur. Tevbe etmeyi hatırına bile getirmez. Günah onun gönlüne tatlı bir mûsıkî gibi gelir. Derken dinsiz olur gider. O pişman oluş, o; «Yâ Rabbî!» deyiş ondan gider; gönül aynasına beş kat pas çöker. Onun demir kalbini, kaskatı olan kalbini paslar yemeye koyulur, temelini de yok etmeye girişir.
Beyaz bir kâğıt üzerine yazı yazarsan, o yazı, bakınca okunur. Yazılı bir kâğıt üzerine yazarsan, yazdığın anlaşılmaz. Okunması güçleşir ve yanlış okunabilir. Çünkü mürekkebin siyahlığı üst üste gelince, iki yazı da körleşmiştir, mânâsı kalmamıştır.
Eğer o kâğıda üçüncü kere yazı yazarsan, onu kâfir kalbi gibi simsiyah edersin.»”
Şuayb -aleyhisselâm- bu nükteli sözleri söyleyince, Peygamber’in rûhânî nefesinden onun gönlünde güller açıldı.
Onun rûhu, göklerden gelen vahyi Şuayb -aleyhisselâm-’dan duyunca;
“–Rabbim günahlarımın cezasını verdi ise, belirtisi nerede?” diye sordu.
Şuayb Peygamber dedi ki:
“–Yâ Rab! Bu adam sözümü dinlemiyor, günahlarının belirtisini istiyor.”
Cenâb-ı Hak buyurdu ki:
“–Ben suçları, günahları örterim; sırları söylemem, ama onun belâlara uğradığına dair ancak bir belirtiyi söyleyeyim:
Onun cezasını verdiğimin bir tek belirtisi şu: O kulluk vazifesini yapar, oruç tutar, namaz kılar, zekât verir, daha başka işler de yapar. Fakat hiçbirinde, bir zerre kadar bile mânevî zevk bulamaz. İbâdeti şeklen iyi, kulluğu güzel ama rûhu, mânâsı güzel değil; cevizler çok iyi ama, içleri boş.
İbâdetlerin meyve vermesi için gönülde mânevî bir zevk lâzımdır. Çekirdeğin fidan vermesi için içinin dolu olması gerektir. İçi olmayan çekirdek hiç fidan verir mi? Cansız sûret, hayalden başka bir şey değildir.”
Kıssadan hisse şudur ki, insanın ibâdetlerden zevk alamamasında; haramlardan kaçınmaması, günahlardan kendini koruyamaması vardır. Hazret-i Mevlânâ buyurur:
HIRSIZA DİKKAT!
“Gerçekten de bu dünya zindanında hakikî îmân azığı, yani amel-i sâlihler azdır. Bu azığı elde edenler de, şeytan köpeğinin saldırışı yüzünden kıvranıp dururlar. Namazdan, oruçtan, yüzlerce iyiliklerden, ibâdetten elde edilen heyecan ve mânevî zevk azığını şeytan gelir, nefsânî tuzaklarla birden alır gider.”
Kötülükten alıkoymayan namazlar, hakkıyla kılınmıyor demektir.
Şehveti kırmayan, şefkati artırmayan oruçlar, hakkıyla îfâ edilmiyor, zedeleniyor demektir.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün;
“–Oruç, oruçluya yakışmayan şeylerle (nefsânî arzularla) zedelenmedikçe (tutan için) bir kalkandır.”buyurdu. Ashâb-ı kiram;
“–(Oruçlu) onu ne ile zedeler?” diye sorunca Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Yalan ve gıybetle… (yani diliyle…)” cevabını verdiler. (Nesâî, Sıyâm, 43)
Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Oruç tutan kimse; yalan, dolan ve bu gibi şeylere başvurmamalıdır. (Zira) insanları (sadece) yemek ve içmekten alıkoyacak bir oruca Cenâb-ı Hakk’ın ihtiyacı yoktur.”(Buhârî, Kitâbu’s-Savm; Tirmizî, Bâbu’s-Savm; Ebû Dâvûd, Savm, 236; İbn-i Mâce, 122)
Diğer taraftan ibâdetlerde maksat, lezzet almak değildir. İnsan lezzeti bulamasa da, alamasa da ısrarla Hak kapısında O’nun rızâsını dilenmeye devam etmek mecburiyetindedir. Haz alamıyorum bahanesiyle ibâdeti terk etmek, yapıp da eksik ve kusurlu edâ etmekten daha perişan bir hâldir.
Hazret-i Mevlânâ, bu bahaneyi izâle ederek buyurur:
“İster yavaş gitsin, ister acele koşsun, arayan elbette aradığını bulur.
Ey Hak yoluna düşen kişi, isteğine iki elinle sarıl! Çünkü istek, iyi bir kılavuzdur. Topal da olsan, sakat da olsan, uyuklasan, edepsizce bile olsa, yine O’nun yolunda ol. O’na doğru sürün, O’nu, yani Allâh’ı ara!
Bazen söz söyleyerek, bazen susarak, bazen koklayarak her taraftan o Hakikat Padişahı’nın, yani yüce Rabbinin feyz kokusunu almaya çalış!
Yâkub -aleyhisselâm- oğullarına;
«Yûsuf’u, haddinden fazla, yani çok çok arayın!» dedi.
«Her duygunuzu, yani gözünüzü, kulağınızı hep bu aramaya verin ve; ‘Onu bulacağız!’ diye her tarafa koşun, her tarafta onu arayın!»
«Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin!» Yani;
«Umutsuzluğa düşmeyin!» dedi.
«Oğlunu kaybetmiş bir baba gibi her tarafa gidin, her tarafta onu araştırın! Onu ağızla sorup soruşturun; dört yana kulak verip, onun sesini duymaya çalışın! Nereden güzel bir koku gelirse, onu koklayın; ne taraftan o tanıdığın, o bildiğin kokusunu alırsanız o tarafa yürüyün!»”
Mü’min ibâdetlerinde zâhiri de ihmâl etmeden, bâtını aramalıdır. Sadece zâhir kuru bir emektir. Hazret-i Mevlânâ seslenir:
GÖLGESİNİ DEĞİL, KENDİSİNİ…
“«Ben iyi işler işledim. Namaz kıldım, oruç tuttum, kulluk ettim.» deme. Bu zâhirî ibâdetlerden elde edileni göster. Sus artık, keçinin gölgesini kurban etmeye kalkışma!”
Çünkü ibâdetlerden Allâh’a vâsıl olacak olan, niyetlerdir, takvâdır, ihlâstır. İbâdetler, mahşer gününde sahiplerine şahitlik edecektir. Hazret-i Mevlânâ şöyle anlatır:
“Bu namaz da, oruç da, hac da, Allah yolunda cihad da hep insanın ezeldeki ahdinin şahitleridir. (… Meselâ) oruç der ki:
«Allâh’ım, bu kişi helâl lokmayı bile Sen’in emrine uyarak yemedi. Susuzken su içmedi, bu kişi nasıl olur da harama el atar?»
Fakat bu işleri, bu iyilikleri, gösteriş için, insanları aldatmak için yapıyorsa, o iki şahit, Hakk’ın ilâhî adâlet mahkemesine kabul edilmezler.”
“Bilmiş ol ki şahitlerin tertemiz olmaları gerektir. Senin dâvân, şahitlerin gerçek şahit olduklarını ispata bağlı. Söz şahidinin sözünün gerçek olması, iş şahidinin ahdinde durması gerek. Çünkü söz şahidi, eğri söz söylerse; iş şahidi, eğri yolda yürürse kabul edilmez. Sözde de, işte de bir aykırılık olmamalı ki, bu şahitlerin şahitliği kabul edilsin.”
“Ey insanlar, sizin çalışmanız, ayrı ayrı, tezatlar içindedir. Gündüz dikiyorsunuz, gece söküyorsunuz. Sözleri birbirine uymayan şahitleri kim kabul eder? Meğerki Allah, lutfu ile merhameti ile bir yumuşaklık göstersin, kabulüne hükmetsin. Şahidin gerçek şahit olduğu anlaşılınca, onun sözü kabul edilir. Gerçekliği anlaşılmazsa yerinde sayar, durur.”
Cenâb-ı Hak; bizleri helâle riâyet, iffet ve riyâzat içinde yaşayanlardan eylesin. İsraftan, lüksten, modaların pençesinden kendisini ve ailesini koruyabilenlerden eylesin. Perverde olduğu nimetlerin şükrünü, «kifâyetten fazla olanı infak» heyecanıyla edâ gayretinde olanlardan eylesin.
Rabbimiz; bizleri orucu hakkıyla tutabilen, Ramazân-ı şerîfin mânevî ikramlarındaki ulvî ve mânevî lezzetleri tadabilen, açlığın güzel tesirleriyle mâneviyatta terakkî eyleyebilenlerden ve mahşer meydanında ihlâslı ibâdetlerinin şahâdetiyle rahmet-i ilâhiyyeye erenlerden eylesin.
Âmîn!..