O’NUN MUHTEŞEM AHLÂKI -9- (Şahsiyet ve Karakteri)

Ebedî Fecre

Yıl: 2016 Ay: Nisan Sayı: 134

ŞAHSİYETİN TESCİLİ

Bu cihan; milyarlarca yıldız arasından, insan için bir imtihan mekânı olarak hazırlandı. İnsanın Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilmesi için zerreden kürreye her şey bu dünyada sergilendi. Yani Rabbimiz, bu cihanı insan için âdetâ bir endam aynası olarak halk etti. İnsanın ne ihtiyacı varsa, orada vâr etti ve o aynada ilâhî azameti teşhir eyledi. Tefekkür bir îmân anahtarı oldu.

İmtihanın hedefini de Rabbimiz şöyle bildirdi:

اَلَّذ۪ي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًاۜ

“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını imtihan için ölümü ve hayatı yaratmıştır…” (el-Mülk, 2)

Cenâb-ı Hak, insanlığın;

Ahsen (en güzel) davranışlar sergileyecek bir gönül kıvamında;

Ekmel (en olgun, en mükemmel) ibâdet, muâmelât ve muâşerette bulunabilecek bir şahsiyette;

Ecmel (gönle huzur ve ferahlık verecek) davranışlar sergileyecek bir karakterde olmasını arzuluyor. Bu vasıflara ulaşabilenleri cennetine davet ediyor.

Bunun için;

İnsanlığa fiilen, lisânen ve hâlen rehberlik edecek peygamberler lutfetti. Enbiyâyı, mâzîleri tertemiz olan sâlih insanlar arasından seçti. Geçmişleriyle tenkit edilebilecek; “Sen de vaktiyle şu şu nefsânî günahları işlemiştin!” itirazlarına muhatap olabilecek dengesiz şahsiyetlerden peygamber seçmedi.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem-  Efendimiz, Peygamberlerin Sultanı… O’nun karakter ve şahsiyeti de en zirve…

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ; câhiliyye devrinde dahî tertemiz ve nezih kalmış, sâdık ve iffetli, hemşehrileri tarafından kendisine «el-Emîn» sıfatı verilen, en mükemmel ve en müstesnâ şahsiyet.

Peygamber Efendimiz ilk kez İslâm’a davet etmek üzere akrabalarına hitâb ederken; evvelâ kendi şahsiyetini tescil ettirmek için Ebû Kubeys Dağı’nı göstermiş şöyle sormuştu:

“–Size; «Şu dağın arkasında düşman var; buraya doğru yaklaşmaktadır. Canınıza kastedecek, tedbir alın!» desem, bana inanır mısınız?”

Akrabaları, hemşehrileri dediler ki:

“–İnanırız. O dağın arkasını görmesek de, Sen Muhammedü’l-Emîn olduğun için verdiğin haberin doğruluğundan asla şüphe etmeyiz! İçimizde en doğru insan Sen’sin. Sen’in her dediğin doğrudur.”

Peygamber Efendimiz; onlardan bu tasdiki aldıktan, şahsiyetini herkese tescil ettirdikten sonra İslâm dînini tebliğ vazifesine başlamıştır. Bundan sonra muhatapları O’nu; ancak garezleri, hasetleri, inatları ve körlüklerinden dolayı yalanlamış oldular.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem-  Efendimiz’in sadece mübârek yüzü dahî, etrafına itimat ve huzur telkin ederdi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-  Medine’ye hicret ettiklerinde; yahudi âlimlerinden eski adı Husayn olan Abdullah bin Selâm, Allah Rasûlü’nü merak ederek yanına varmış, vech-i mübâreklerine bakınca da;

“Bu yüz asla yalan söylemez!” diyerek müslüman olmuştu. (Tirmizî, Kıyâme, 42/2485; Ahmed, V, 451)

Zira sûret, sîretin en net aynasıdır.

Kâmil bir mü’min de; temiz bir vicdana sahip olduğuna dair, bütün mü’minlerden âdetâ birer hüsn-i hâl kâğıdı alabilecek bir gönül kıvâmına sahip olmalıdır.

Şu âyet-i kerîme, Allâh’a davet eden kişinin taşıması gereken vasıfları ne güzel tarif eder:

وَمَنْ اَحْسَنُ قَوْلًا مِمَّنْ دَعَٓا اِلَى اللّٰهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ اِنَّن۪ي مِنَ الْمُسْلِم۪ينَ

(İnsanları) Allâh’a davet eden, sâlih ameller işleyen ve; «Ben müslümanlardanım.» diyen (İslâm’ın karakter ve şahsiyetini tevzî eden)den daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 33)

Allâh’a davet eden kişinin; amelleri, davranışları, ibâdetleri, muâmelâtı, yani her fiili sâlih olacak, yani Allâh’ın rızâsına muvâfık, insanlara faydalı ve fesattan uzak olacak.

O kişi; lisânıyla ve lisân-ı hâliyle, yani her hâliyle, tabiri câizse göğsünü gere gere;

«Ben müslümanlardım!» diyebilecek. Yani;

«Ben; İslâm’ı ve müslümanları en güzel ölçülerde temsil ediyorum. Sizleri davet ettiğim İslâmî ölçüleri, kendim yaşıyorum. Özüm ve sözüm, hâlim ve kālim birdir, hakikat üzeredir.» diyebilecek.

Yine hiçbir endişe hissetmeden, müslüman olduğunu, Allâh’a teslim olduğunu yüksek sesle ifade edebilecek bir vakar ve izzet sahibi olacak.

Böylece dâimâ şahsiyet ve karakter tevzî edecek.

Bunu da hayatın med ve cezirlerinde muvâzeneyi kaybetmeden, eğilmeden, bükülmeden yapabilecek.

TIPKI HUBEYB GİBİ…

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- , İslâm’ı öğretmek üzere etraftaki kabîlelere muallimler gönderirdi. Adal ve Kāre kabîleleri de Allah Rasûlü’nden muallim istemişlerdi. Bu kabîleler için on kişilik bir heyet yola çıktı. Fakat kafile tuzağa düşürüldü. Muallimlerin sekizi şehid, ikisi de esir edildi.

«Recî Vak‘ası» adıyla tarihe geçen bu elîm hâdisede, esirler yani Hubeyb ve Zeyd -radıyallâhu anhüma- çok ağır işkencelerle şehid edildiler. Buna rağmen en küçük bir taviz vermediler.

O sırada ehl-i küfür arasında ve Kureyş’in reisi olan Ebû Süfyan, Hubeyb -radıyallâhu anh- ’ın Peygamber Efendimiz’e bağlılığının derecesini görmek istercesine bir sual sordu:

“–Hayatının kurtulmasına mukabil, senin yerinde Muhammed’in olmasını ister miydin?”

Hazret-i Hubeyb; zâhiren zengin ve güçlü görünse de, kalbi küfür ve zulümle perişan bir vîrâne hâlinde olan Ebû Süfyan’a acıyarak baktı ve şu samimî sözleri söyledi:

“–Benim, çoluk-çocuğumun arasında olup, Peygamberim’in burada olmasını istemek şöyle dursun; benim ölümden kurtulmama karşılık, O’nun şu an bulunduğu yerde ayağına diken batmasına bile asla gönlüm râzı olmaz!”

Bu eşsiz muhabbet ve şahsiyet manzarası karşısında Ebû Süfyan, kıskançlık ve hayranlık arasında şu itirafta bulunmak zorunda kaldı:

“–Hayret doğrusu! Ben, dünyada Muhammed’in ashâbının O’nu sevdiği kadar, birbirini seven iki kimse daha görmedim.” (Vâkıdî, I, 360; İbn-i Sa’d, II, 56)

Ashâb-ı kiram; îmanda, tevhidde tavizsizdi. Allâh’a îman ve Rasûlullâh’a yakınlık; onların dünyaya bakışını değiştirmişti. Tefekkürleri derinleşmiş, vicdanları rakikleşmiş, merhamet ve şefkat zirveleşmiş, her şeyde âhireti dünyaya tercih şuuru idrak hâlini almıştı.

Canlarıyla, mallarıyla, ilimleriyle, irfanlarıyla her şeyleriyle Allah yolunda hizmet ve cihad gayreti içindeydiler. Bu uğurda hiçbir fedâkârlıktan vazgeçmiyorlardı. Çünkü Peygamber Efendimiz’den bunun tâlimini almışlardı.

Hakikaten Fahr-i Kâinât Efendimiz; meşakkatler, alaylar, eziyetler, işkenceler, tehditler, boykotlar ve sûikastlerle geçen 13 senelik Mekke döneminde; hiçbir zaman bezginlik, yorgunluk, bıkkınlık ve âcizlik göstermedi. Muârızlarının taviz beklentilerine de tehditlerine de cevabı şu metânet ve salâbet içinde idi:

“Vallâhi, Allâh’ın dînini tebliğden vazgeçmem için, Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime koyacak olsalar, ben yine de bu dâvâdan vazgeçmem! Ya yüce Allah, onu bütün cihana yayar, (böylece) vazifem biter; ya da bu yolda ölür giderim!” (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, II, 64)

O’nun sergilediği izzet ve şahsiyet, ashâbına da in‘ikâs etti.

FEDÂKÂRLIK RÛHU

Mus‘ab gibi nice genç; Mekke sokaklarının alkışlarını, süslü elbiseleri, ailelerinin servetini yüreklerinin tersiyle ittiler. Dünya gözlerinde küçüldü, âhiret ise yegâne ufuk oldu. Her nefes Allah Rasûlü’ne hayran oldular. O’nun yolunda en küçük bir fedâkârlığı bile canlarına nimet olarak bildiler. -radıyallâhu anhüm-

Habbâblar, Bilâller en ağır işkencelere aldırmadılar. Yâsirler, Sümeyyeler canlarını verdiler, tevhîdi bırakmadılar. -radıyallâhu anhüm-

Peygamberimiz’in krallara gönderdiği İslâm’a davet mektuplarını; cellâtların keskin kılıçlarının önünde, sevinç ve huzur içinde okumak onlara tarifsiz bir haz veriyordu. Ölümü göze aldılar. Nitekim elçilerden Hâris bin Umeyr el-Ezdî -radıyallâhu anh-, Gassânî emiri tarafından şehid edildi.

Hazret-i Hatice Vâlidemiz ve Hazret-i Ebûbekir Efendimiz, varlarını yoklarını kardeşleri için harcadılar. Varlık Nûru’na pervâne oldular.

Câfer-i Tayyârlar O’nun bir emriyle gittikleri Habeşistan’da 14 sene gurbet hayatı yaşadılar. Oraya şahsiyet ve karakterleriyle îman mayası ve aşısı oldular.

Kur’ân’a koştular, Kur’ân kültürüyle yaşadılar. Sünnet’e ittibâ ettiler. Başka hiçbir şeye iltifat etmediler.

O samimiyet ve ihlâs ile Allah Teâlâ’nın rızâsına, hoşnutluğuna erdiler. Maddî ve mânevî ikramlara mazhar oldular. Mûcizelere ve kerâmetlere şahit oldular. Onlardan bir misal:

MUHAFIZ ARILAR

Recî Vak‘ası’nda; Kur’ân talebelerinin başkanı olan Âsım bin Sâbit, kâfir oklarıyla yaralanıp, şehid olacağını anlayınca Cenâb-ı Hakk’a şöyle niyaz etti:

“−Allâh’ım! Ben günün başında Sen’in dînini korudum; Sen de günün sonunda benim cesedimi koru!”

Böyle duâ etmesinin hikmeti şu idi: Bedr’in intikamını almak isteyen Kureyşliler; vahşîlikleri sebebiyle, Âsım’ın cesedinden, öldürüldüğünü ispatlayacak bir parça istiyorlardı. Bunun için adamlar gönderdiler.

Fakat Allah Teâlâ, Âsım -radıyallâhu anh-’ı korumak için bir arı sürüsü gönderdi. Bu arı bulutu, Âsım’ın cesedini kapladı. Kureyş’in adamları, onun nâ‘şından hiçbir şey koparmaya muvaffak olamadılar. (Buhârî, Cihâd, 170; Meğâzî, 10, 28; Vâkıdî, I, 354-363)

Düşman, akşama kadar arıların dağılmasını bekledi. Arılar dağıldı bu sefer de ânîden müthiş bir yağmur bastırdı. Seller aktı ve Âsım’ın cesedi bu esnâda gözlerinden kayboldu. Rabbi, Âsım’ın cesedini kâfir tasallutundan korumuştu. Bu hâdiseden sonra Âsım; «Arıların Koruduğu Şehid» diye anıldı. (İbn-i Hişâm, III, 163)

Cenâb-ı Hakk’ın muhafazası; İslâm şahsiyet ve vakarı sergilendiği müddetçe, devam etti. Nusret, dâimâ mü’minlerden yana oldu. Şu âyet-i kerîme tecellî etti:

وَلَنْ يَجْعَلَ اللّٰهُ لِلْكَافِر۪ينَ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ سَب۪يلًا

“Allah, kâfirler için mü’minler aleyhine asla bir yol (bir galip gelme fırsatı) vermeyecektir.” (en-Nisâ, 141)

Îman celâdetinin ve Allâh’ın yardımının en bâriz şekilde tecellî ettiği mekânlardan biri, Çanakkale harpleri oldu. O gün Türk ordusunun hiçbir fizikî gücü kalmamıştı. Fakat metafizik, fizikî güçleri bertarâf etti. Maddî güçlerine istinâd eden mağrur düşmanlar mağlûp oldu. Îman dolu sîneler kazandı. Onları yetiştiren, «Şehidimin alâmetidir.» deyip kınaladığı ana kuzularını cephelere gönderen anneler kazandı.

Ancak bu zafer de, asr-ı saâdetteki zaferler gibi fedâkârlıklarla kazanıldı.

Asr-ı saâdette muhâcirler; mallarını, mülklerini bırakıp hicret ettiler. Bir tarafta dünya menfaatleri, diğer tarafta Allah ve Rasûlü vardı. Onlar her şeyden vazgeçip Allâh’a sığındılar.

Onlar milyarlarca insan içinde herhangi bir insan gibi kalabilirlerdi. Fakat gösterdikleri mü’min şahsiyeti ve fedâkârlık, onları gönüllere nakşetti.

Meselâ;

ZÜ’L-BİCÂDEYN

Babası öldüğünde ona hiç mal bırakmamıştı. Zengin olan amcası, onu yanına alıp büyütmüş ve mal sahibi yapmıştı.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-  Medine’ye hicret ettiği zaman Abdullah müslüman olmak ve O’nun yanına koşmak istemişse de, müşrik amcası buna mâni oldu. Peygamber Efendimiz; Mekke’yi fethedip Medine’ye döndüğü zaman artık sabrı tükenen Abdullah, amcasına;

“–Ey amca! Müslüman olmanı hep bekledim durdum. Senin hâlâ Muhammed -aleyhisselâm-’ı arzu ettiğini göremiyorum! Bari benim müslüman olmama izin ver!” dedi.

Amcası malıyla tehdit ederek şöyle dedi:

“–Eğer sen Muhammed’e tâbî olursan, üzerindeki elbisene varıncaya kadar, sana verdiğim her şeyi geri alırım!”

Abdullah -radıyallâhu anh- tereddüt bile etmedi:

“–Ben, vallâhi Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ’e tâbî oldum! Taşa, puta tapmayı bıraktım bile! Elimdeki şeyleri alırsan al!” dedi.

Amcası elbiselerine varıncaya kadar her şeyini aldı. Abdullah -radıyallâhu anh-, elbisesiz olarak annesinin yanına gitti. Annesi, kalın kilimini iki parçaya ayırdı. Abdullah; onun yarısını belinden aşağısına, yarısını da belinden yukarısına sardı. Kararlıydı, bir an evvel Medine’ye varıp Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ’e kavuşmak istiyordu. Önündeki her türlü engel, gözünde bir hiç hâline gelmişti. Daha fazla duramadı, kendisini sıkıştıran kavminden yakasını kurtararak o gece gizlice yollara düştü.

Uzun ve meşakkatli bir yolculuğun ardından; eli-ayağı parçalanmış, açlık ve susuzluktan tâkati kesilmiş, perişan bir hâlde Medine’ye yaklaştı. Heyecanı had safhadaydı. Fakat bir an, üzerindeki kaba çullarla Allah Rasûlü’nün huzûruna çıkamayacağını düşündü. Buna rağmen Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi’ne kavuşma heyecanıyla kendinden geçen genç sahâbî, soluğu Mescid-i Nebevî’de aldı. Seher vaktine kadar mescidde yattı. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-  sabah namazını kıldırdı. Cemaate göz gezdirip evine döneceği sırada Abdullâh’ı gördü. Kimsesizlerin, yalnızların ve mazlumların sığınağı olan Rahmet Peygamberi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- , o mübârek sahâbîyi şefkat ve muhabbetle bağrına bastı. Eski isminin Abdüluzza olduğunu öğrenince;

“–Sen, Abdullah Zü’l-Bicâdeyn’sin! (Çifte çul/kilim sahibi Abdullah’sın.) Bana yakın yerde bulun! Sık sık yanıma gel!” buyurdu.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-  ashâbı içinde en çok suffe ashâbıyla ilgilenirdi. Çünkü onları; hâl ve ahlâklarıyla olduğu gibi, içinde yetiştikleri Kur’ân kültürüyle de İslâm’ı bütün dünyaya neşredecek kıvamda yetiştirmekteydi.

Abdullah -radıyallâhu anh- Suffe’de kalıyor ve Kur’ân-ı Kerim öğreniyordu. Bir müddet sonra Kur’ân-ı Kerim’den birçok sûreyi okuyup ezberlemişti.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- , onun hakkında;

“O, Allâh’a ve Allâh’ın Rasûlü’ne hicret ederek çıkıp gelmiştir! O, «evvâh»lardandır, yani Allâh’a çokça yalvaran ve Allah aşkıyla yanıp tutuşan biridir!” buyurarak iltifatta bulunmuştur. Çünkü o, Kur’ân okurken Allâh’ı çokça zikreder ve yanık terennümlerle içli duâlar ederdi.

Tebük Seferi’nde Efendimiz’in haber verdiği şekilde hummâdan vefat ederek şehid oldu, bizzat Peygamber Efendimiz tarafından kabre konulma şerefine nâil oldu.

Bizlere onun bu hâtırasını anlatan Abdullah bin Mes‘ûd -radıyallâhu anh- der ki:

“Bu manzara karşısında içim dolu dolu oldu. Zü’l-Bicâdeyn’e gıpta ettim. O an;

«Ne olurdu bu kabrin sahibi ben olaydım! Keşke oraya bu iltifât-ı Peygamberî ile gömülen ben olsaydım!» diye ne kadar arzu ettim.” (Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 183)

Zü’l-Bicâdeyn, bir garip sahâbî idi. Fakat fedâkârlığı 1.400 seneden beri gönüllerde devam ediyor. Kendisinden sonra gelen büyük kitlelere hâliyle sohbet veriyor, onları irşâd ediyor.

Çünkü

Tenlerin hayâtiyeti bir «zıll-i zeval», kaybolan bir gölge. Karakter ve şahsiyetler ise fâni hayatta sonra unutulmaz. Kıyâmete kadar gönüllerdeki tahtı devam eder.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyurdu ki:

 “Öyle kâmil bir hayat yaşa ki, insanlar dünyadayken seni özlesinler. Vefâtından sonra da sana hasret kalsınlar!”

Onlar bu şekilde yaşayan ve gıpta edilen öyle nümûne-i imtisal şahsiyetler ki;

Her biri;

Canıyla karakter ve şahsiyet…

Malıyla karakter ve şahsiyet…

Evlâdını Allah yolunda yetiştirmesiyle karakter ve şahsiyet…

Evlât yetiştirmekteki şahsiyete en güzel misal Abdülkādir Geylânî -kuddise sirruh- Hazretleri ve onun muhtereme annesidir.

EŞKIYÂYI ISLAH EDEN DOĞRULUK

Abdülkādir Geylânî Hazretleri’nin babası, kendisi küçükken ölmüştü. Annesiyle yalnız kalmışlardı. İlme çok iştiyâkı vardı. Bu sebeple devrin ilim şehri olan Bağdat’a gidip tahsil görmek istiyordu. Yalvara yalvara annesini râzı etti. Annesi, babasından kalan 40 altını elbisesinin altına dikip;

“Bunlar babandan kaldı, ilim için harca. Aman evlâdım asla yalan söyleme!” dedi ve onu uğurladı.

Abdülkādir Geylânî Hazretleri’nin bulunduğu kervanın, yolunu eşkıyâ kesti. Herkesin nesi varsa aldıktan sonra ona da;

“–Senin bir şeyin var mı?” diye sordular. O da;

“–Evet var. Elbisemin altında dikili 40 altınım var.” dedi. Önce ciddiye almadılar. Fakat sonra baktılar ki doğru. Hayretle;

“–Niçin haber verdin? Sen söylemeseydin biz seni çocuk olduğun için aramayacaktık bile!” dediler.

Abdülkādir Geylânî Hazretleri;

“–Ben evden ayrılırken anneme asla yalan söylemeyeceğime dair söz vermiştim. Kırk altın için sözümü hiç bozar mıyım?!.” dedi.

Bunun üzerine, çok duygulanan eşkıyâ reisi;

“–Bu küçük çocuk, günah olacak diye, annesinin sözünü yerine getiriyor. Hâlbuki biz devamlı olarak Rabbimiz’in emrine karşı geliyoruz. Gelin tevbe edelim. Şimdiye kadar eşkıyâlıkta sizin reisinizdim. Bundan sonra da doğru yola gelmenizde öncünüz olayım.” dedi. Hepsi de tevbe edip hidâyete erdiler.

İşte müstesnâ bir şahsiyetin hidâyete vesile oluşuna bir misal.

Cenâb-ı Hak, o büyük şahsiyetleri unutturmuyor. Ümmet-i Muhammed, Abdülkādir Geylânî Hazretleri’nden müstefîd oldu. Hâlâ irşâdı devam etmekte…

Bahâeddin Nakşibend -kuddise sirruh- Hazretleri de; intisâbının ilk yıllarında, hasta ve muzdarip insanlara, yaralı hayvanlara hizmet etti ve hattâ insanların geçeceği yolları temizleyerek tam yedi sene kâbına varılmaz bir hizmet hayatı yaşadı. Arkasından gelen silsileye en güzel şekilde nümûne oldu.

İslâm, kendisine tâbî olan mü’mine, yüksek bir karakter ve şahsiyet kazandırır.  Çünkü müslüman için, Kur’ân-ı Kerim, Rabbin kullarına mektubu ve en güzel rehber, Allah Rasûlü en güzel üsve, yani canlı bir Kur’ân-ı Kerim.

Gönlünün toprağına îman tohumunu ekip onu yeşertenler, gönüllerini Kur’ân ve Rasûlullâh’a râm edenler, rahmet-i ilâhiyyenin mübarek, berrak ve şeffaf yağmurları gibidir ki, baharların yeşermesi gibi hidâyetlere vesile olurlar.

Muhteşem bir misal;

ABDULLAH İBN-İ MES‘ÛD -radıyallâhu anh-

Deve ve koyun çobanlığı yapan, vücutça zayıf ve ufak tefek, sevimli yüzlü bir sahâbî idi. Fakat gönlünü Hakk’ın Habîbi’ne öyle bir açtı ki, müslüman olduğu andan itibaren Hidâyet Nûru’ndan hiç ayrılmadı. O ilim ve irfan menbaından kana kana istifade etti. Fedâkârca O’na hizmete koştu. Efendimiz;

“Kim okur?” deyince; o koştu ve ilk defa müşriklere karşı, Mescid-i Haram’da cehrî olarak Kur’ân okudu, Allah yolunda fecî şekilde darp edildi. Fakat bu fedâkârlıkları, İslâm’ın izzetini bu şekilde korkusuzca sergileyişleri sayesinde, kalbi öyle bir kıvam kazandı ki, yediği lokmaların zikrini işitmeye başlamıştı.

Müşrikler gözünde İbn-i Mes‘ûd -radıyallâhu anh- bir hiçti. Bedir’de bir ara Peygamber Efendimiz;

“−Acaba Ebû Cehil ne yapıyor? Kim gidip bakar?” buyurdu. Abdullah bin Mes‘ûd -radıyallâhu anh- aramaya gitti ve onu yere serilmiş hâlde buldu. Hâdisenin devamını kendisi şöyle anlatır:

Ben onu son dakikalarını yaşarken buldum ve tanıdım, boynuna ayağımla bastım;

“–Ey Allâh’ın düşmanı! Allah seni zelîl ve hakîr kıldı değil mi?” dedim. (O kibir kumkuması son nefeslerinde bile küfr-i inâdîsi ve şeytan gururundan sıyrılamadı ve şöyle dedi):

“–Allah beni ne ile zelîl ve hakîr kıldı, kavminin öldürdüğü adamlar içinde benden daha üstün kim var? Ey koyun çobanı! Sen çetin ve erişilmesi çok güç olan bir yere çıkmışsın! Sen onu bırak da bana haber ver, bugün devran kimindir?”

“–Allah ve Rasûlü’nündür!” dedim. Onu kendi kılıcıyla öldürdükten sonra Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın yanına vardım:

“–Ebû Cehil’i öldürdüm!” dedim. Allâh’a hamd ü senâ etti ve;

“–O, bu ümmetin Firavun’u idi.” buyurdu. (Buhârî, Meğâzî, 12; Ahmed, I, 444; İbn-i Hişâm, II, 277; Vâkıdî, I, 89-90)

Ebû Cehil’in; “Sen bir çobansın.” diye tahkir ettiği İbn-i Mes‘ûd; Kur’ân ve Rasûlullah mektebinde öyle inkişâf etmişti ki, Peygamberimiz’in irtihâlinden sonra Kûfe Kadısı oldu. Orada kurduğu Kûfe Hukuk Ekolü’nden İmâm-ı Âzamlar yetişti. O İmâm-ı Âzam ki; dünya hukuk tarihinde eşi ve benzeri bulunmadığı gibi, ona emsal diye gösterilmeye kalkılan Solon ve Hammurâbi ancak ona çıraklık edebilirler.

İslâm hukuk metodolojisinin meşhur sîmâlarından Karâfî de der ki:

“Allah Rasûlü’nün hiçbir mûcizesi olmasa, yetiştirdiği sahâbesi (ile kurduğu fazîletler medeniyeti bile;) O’nun (ne büyük bir) peygamber olduğunun şahidi olarak yeterdi.”

HAKİKÎ TERAKKÎ

İşte İslâm; mensubuna böyle bir kıvam, böyle bir şahsiyet ve karakter, böyle bir izzet ve vakar kazandırmakta.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ’in tedris ve terbiyesi sayesinde; mâzîsi îtibarıyla hiçbir şey olmayan insanlardan, her şey olan, dünyaya yön veren insanlar zuhûr etti. Ölülerden diriler çıktı, kömürden elmas elde edildi.

Bugün de müslümanlar şahsiyet ve vakarı İslâm’dan tahsil etmelidir. Demirin terakkîsiyle; teknolojik üstünlükle insanlığa zulmeden, hakikî, insanî medeniyet nâmına dünyaya kan, acı ve gözyaşından başka bir şey vermeyen ehl-i küfür ve dalâletten şeref ve haysiyet beklemek bir müslümana asla yakışmaz. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allâh’a aittir.” (en-Nisâ, 139)

Hakikaten ashâb-ı kiram, İslâm ile izzet buldu.

Kabîle savaşlarından öteye geçememiş kişiler, iklimleri fethederek; adâlet, hak ve hukuku tevzî eden rehberler oldu. Bizans ve Sâsânî, devrin iki süper gücü iken, İslâm orduları; birini ortadan kaldırdı, zulmün yüz karası olan Doğu Roma İmparatorluğu’nu da tesirsiz hâle getirdi.

Ümmî, câhil, hatta yarı vahşî bir kavmin nesli, dünyanın en sağlam ilim ve arşiv kontrol sistemi olan hadis ricâl ve sened ilmini tesis etti. Diğer taraftan da fazîletler medeniyeti inşâ etti.

İlim, irfan, edebiyat, sanat ve mimarîde yani medeniyetin tezâhürü olan her sahada, müslümanlar, kendi şahsiyetlerini aksettiren en mükemmel zirveleri yakaladı.

Fakat asıl büyük inkişaf gönül dünyasında idi.

Sahâbe, nübüvvet pınarından nâil olduğu yoğun in‘ikâslar neticesinde Hakk’a akrabiyet, yani kalben Hakk’a yakınlığı tahsil etti. Onların nazarında hak ve hayır bütün güzelliği ile; şer ve bâtıl da bütün çirkinliği ile netleşti. Kendilerinden sonra gelen nesillere de aynı rûhu in‘ikâs ettirdiler.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-  kendisi hakkı tevzîde en güzel nümûne oldu. Vefâtına yakın günlerde de kendi şahsına izâfe ederek;

“Ashâbım; kimin malını farkında olmadan almış isem, işte malım, gelsin alsın!.. Kimin sırtına haksız yere vurduysam, işte sırtım, gelsin vursun!..” (Bkz. Ahmed, III, 400) sözleriyle emsalsiz bir hak-hukuk ve servet beyannâmesinde bulundu.

Bu hakkāniyet ölçülerini Efendimiz’den tahsil eden ashâb-ı kiram da; cihana yayılarak hakkı tevzî etti, adâletli, merhametli bir İslâm şahsiyetini temsil ettiler. Bu gönül kıvâmına ulaşmış kişiler, sadece hâlleriyle dahî İslâm’ı temsil ve tebliğ ettiler.

MÂNEVÎ FÜTUHAT

Üçüncü Osmanlı Padişahı I. Murad Han, Kosova’yı fethedince oraya Anadolu’nun temiz insanlarını yerleştirdi. Bu, bir İslâm iskân siyaseti oldu. Anadolu’dan gelen müslüman ailelerin yaşayışıyla, sergiledikleri müstesnâ şahsiyet ve tertemiz karakterle, Arnavutların % 95’i müslüman oldu.

İstanbul’un Fethi’nden on sene sonra, 1463’te Bosna fethedildi. Fatih Sultan Mehmed Han da oralara Anadolu’nun temiz insanlarını götürüp yerleştirdi. Bütün Boşnaklar, böylece müslüman oldular. Yine Fatih’in, İşkodra bölgesine getirdiği güzel nümûne insanlarla, mânevî fütuhat devam etti. O coğrafyada da çok halk müslüman oldu.

Osmanlı’da dâimâ, zulmü ve mânileri bertarâf eden zâhirî fethin ardından, mânevî fütuhâtı; İslâm’ın güler yüzünü sergileyen, İslâm’ı her hâlleriyle yaşayan müslümanlar, dervişler, tüccarlar gerçekleştirirdi.

O müslümanlar, her şeyleriyle, Hakk’ın şahidi oldular. Kendilerini seyredenlere hayranlıkla; “Bu ne güzel din!” dedirdiler. Asıl fetih bu idi. Gönül fethi idi. Nitekim 18. asırdan itibaren, Osmanlı’nın gücü Balkanları korumaya yetmedi. Balkan Harpleri ile bölgedeki hâkimiyeti tamamen sona erdi. Oralarda hıristiyan ve komünist idareler nice zulümler ve baskılar uyguladılar. Fakat bugün, Bosna-Hersek, Kosova, Arnavutluk ve Makedonya başta olmak üzere bütün Balkanlarda yüz binlerce müslüman, İslâmî hüviyetlerini devam ettiriyorlar.

Bugün milyonlarca müslümanın yaşadığı Endonezya gibi okyanus ötesindeki ülkeler, gönül fütuhâtı dışında hiçbir askerî sefer ile fethedilmedi. Oraya dürüst, haram-helâl hassâsiyetiyle iş yapan müslüman tüccarlar gittiler. Oranın idarecileri ve halkı;

“Bu ne güzel din!” diyerek halka halka müslüman oldular.

Velhâsıl;

Gerçek bir müslüman, şahsiyetiyle İslâm’ın güler yüzünü ve rûhânî dokusunu fiilen sergilemelidir.

Bir müslümanın en büyük tebliği; lisânıyla beraber hâliyle, kültürüyle ve edebiyledir. “Bunlar ne güzel insan!” kıvâmında şahsiyetine hayran bırakabilmesiyledir.

Rabbimiz; şahsiyet ve karakterimizi, ahlâkımızı ve gönül dünyamızı, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-  ve O’nun güzîde ashâbının müstesnâ hâlinden nasiplendirsin.

Rabbimiz bizleri; «Daha güzel sözlü kim var?» diye methettiği; İslâm izzet ve vakarını taşıyan, gönlünden rahmet taşıran, Allâh’a davet eden, sâlih amel sahibi müslümanlar zümresine ilhak buyursun.

Âmîn!..