Ebedî Fecre
Yıl: 2016 Ay: Mart Sayı: 133
اَرْحَمُ الرَّاحِمِين
Her şey;
«Merhametlilerin en merhametlisi!» olan Allâh’ın muhteşem rahmetinin eseri…
Yine zerreden kürreye yaratılmış olan her şey, en muhteşem hikmet ve sırlarla müzeyyen bir hâlde…
İlâhî kudret akışları ve mûtenâ nakışlarla tezyîn edilmiş bir azamet sergisi hâlinde…
Diğer taraftan; bu cihandaki ekolojik denge ile bütün mahlûkātı rızıklandırması, yaşatması ve sayısız nimetler ikrâm etmesi, O’nun ne muazzam bir rahmet tecellîsi…
Cenâb-ı Hak, bir mü’minin; ilâhî azameti ve bu büyük nizâmın sırrını, hikmetini tefekkür etmesini; bu tefekkür neticesinde bir hiçlik içinde ve takvâ üzere bir kul olabilmesini arzu etmektedir. Zira;
مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ
“Kim nefsini bilirse Rabbini bilmiş olur.” buyurulmaktadır.
Bu kalbî firâset ile insan idrâk eder ki:
Şer sandığımız şeyler bile rahmetinin sır ve hikmetleriyle dopdolu. Daralttığında îkaz ve dikkat rahmeti var, genişlettiğinde müjde ve ferahlık rahmeti var. Sabır da rahmet, şükür de rahmet…
Cenâb-ı Hakk’ın insanlara rahmetinin en büyük eserlerinden biri de, akıl ve idrâkin yanında peygamberler lutfetmesi. Ümmeti olmakla şereflendiğimiz Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i bahşetmesi hakkında ise şöyle buyurmakta:
وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ
“Sen’i ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107)
O -sallallâhu aleyhi ve sellem- ÂLEMLERE RAHMET
Âlemler… Ayrı ayrı nice dünya, nice topluluk…
Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- on sekiz bin âleme rahmet… Bizim idrâkimizin fevkinde bulunan, melekût âlemlerine rahmet… O Rasûlü’s-sekaleyn, yani insanlarla birlikte cinlere de rahmet…
Ahmed Yesevî Hazretleri’nin ifadesiyle;
On sekiz bin âleme server olan Muhammed.
O -sallallâhu aleyhi ve sellem-, cemâdat ve nebâtat âlemlerine de rahmet…
Ayrılıktan inleyen hurma kütüğünü okşayışıyla, rahmet…
“Uhud bizi sever, biz de Uhud’u…” buyurmasıyla; dağa, taşa dahî rahmet… Kökünden silkelenen ağaç dalına şefkatiyle de, rahmet…
O -sallallâhu aleyhi ve sellem-, karıncalar âlemine de rahmet… Yakılmış bir karınca yuvası görünce;
“Kim Allâh’ın bir mahlûkuna kıyabilir?!.” diye infiâliyle, mâni oluşuyla rahmet…
Yavrusundan ayrılmak istenen anne kuşa kanat gerişiyle rahmet…
Fazla yük yüklenen, aç-susuz bırakılan, üzerlerinde gereksiz yere oturulup sohbet edilen develere sığınak oluşuyla rahmet…
Koyunu kulağından çekerek götüren bir kimseye rastladığında derhâl müdahale ederek;
“Hayvanın kulağını bırak da boynunun kenarından tut!” buyurmasıyla (İbn-i Mâce, Zebâih, 3), şefkati öğretmesiyle rahmet… Hayvanların sütünü sağacak ellerin tırnaklarını bilhassa kestirmesi, hayvanların yavrularına süt bırakılmasını ihtâr etmesiyle rahmet…
O -sallallâhu aleyhi ve sellem- koca bir orduyla giderken dahî, yavrularını emziren bir anne köpeğe sahip çıkışıyla rahmet… Garip bir ceylâna kalkan olmasıyla rahmet…
Bütün mahlûkāta rahmet…
Bilhassa bize, çok düşkün olduğu ümmetine bambaşka bir rahmet…
Zira rahmeti sonsuz Rabbi, O’na;
“Sana tâbî olan mü’minlere (merhamet) kanadını indir!” (eş-Şuarâ, 215) buyurdu.
Rabbimiz, esmâ-i hüsnâsından; «Raûf» ve «Rahîm» sıfatlarıyla, «Nebiyyü’r-Rahme: Rahmet Peygamberi» olan Efendimiz’i de vasıflandırarak, şöyle buyuruyor:
“And olsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O; size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” (et-Tevbe, 128)
O yediden yetmişe bütün ümmetine rahmet…
HERKESE RAHMET
Çocuklara rahmet… Torunlarına şefkatini gören bir bedevînin;
“–Demek Siz çocukları öpüyorsunuz ha! Hâlbuki biz onları hiç öpmeyiz.” demesi üzerine;
“–Allah Teâlâ, senin kalbinden merhameti söküp almışsa ben ne yapabilirim ki! Merhamet etmeyene merhamet olunmaz!” (Buhârî, Edeb, 18; Müslim, Fedâil, 65) buyurmasıyla;
“Evlâtlarınıza değer verin, onları güzel terbiye edin.” (İbn-i Mâce, Edeb, 3) misâli beyanlarıyla evlâtlara şefkat, nesillere rahmet…
Dün diri diri gömülen kız çocuklarına imdâd edişiyle rahmet… Bugün hayat mekânı olan ana rahminde kürtaj edilerek katledilmek istenen zavallılara da getirdiği merhamet prensipleriyle rahmet…
Vitrine edildiği, diğer taraftan da şehvet mankenleri olarak istismâr edildiği günah mekânlarının kölesi hâline getirilen kadınları, hânelerinin sultanı hâline getiren sünnetiyle;
“Sizin en hayırlınız, hanımlarına ahlâken en hayırlı davrananlarınızdır.” (Tirmizî, Radâ, 11/1162) misâli mübârek fermanlarıyla, kadınlara da rahmet…
Evlâtlar için cenneti; rızâlarına, hayır duâlarına bağlayarak ayakları altına serdiği annelere de rahmet…
Fakir sahâbîlerine dahî;
“Çorbana bir tas fazla su koy da, komşularını gözet!” (Müslim, Birr, 142) buyurmasıyla, komşulara rahmet…
Çin’e, Semerkant’a, Afrika’ya, İspanya’ya hâsılı bütün dünya coğrafyasına ashâbını göndererek onları hidâyete davet etmesiyle rahmet…
“Bana zayıfları çağırınız! Çünkü siz, ancak zayıflarınız(ın duâ ve bereketi) ile rızıklandırılır ve yardım edilirsiniz.” (Buhârî, Cihâd, 76)
“Allah bu ümmete, zayıfların duâsı, namazları ve ihlâsları sebebiyle yardım eder.” (Nesâî, Cihâd, 43) buyurarak; zayıflara, kimsesizlere, âcizlere, güçsüzlere, mazlumlara, gariplere ve muzdariplere rahmet…
Ağlayan bir çocuk varsa, namazda kırâati uzatmamasıyla da rahmet…
O -sallallâhu aleyhi ve sellem- kendisine düşmanlık edenlere dahî rahmet… Canına kastedenlere af ve hidâyet pınarı olmasıyla rahmet…
Kendisini taşlayan Tâif’e dahî, duâ duâ rahmet… Mekke’de kıtlık olduğunda, gıda ve yardım göndermesiyle can düşmanlarına rahmet… Mekke’yi fethettiği gün;
“Bugün size ayıplama yoktur!” (Yûsuf, 92) diyerek herkesi affetmesiyle, tam kısas vaktinde merhameti tercih ederek; karşısındaki kendisine zulmetmiş, ümmetine cânîlik etmiş nice günahkârlara da rahmet…
Günahı günahkâra taşıtmamasıyla, mücrimleri yaralı bir kuş gibi kanadı altına almasıyla, İkrimelere, Vahşîlere, Hindlere dahî rahmet…
O -sallallâhu aleyhi ve sellem-; harbe dahî getirdiği adâlet ve hukukla, insanlığa rahmet, esirlere rahmet, kölelere rahmet…
Şairin dediği gibi;
Medyundur O Mâsûm’a bütün bir beşeriyyet,
Yâ Rab bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret!..
O -sallallâhu aleyhi ve sellem- âlemlere rahmet…
Hayattayken her fiiliyle olduğu gibi, kabrindeyken de ümmetine istiğfâr edişiyle rahmet… Dünyada olduğu gibi, asıl âhirette rahmet… Şefaatiyle rahmet, livâ-yı hamd altında ümmetini toplaması, secdeye kapanması;
«Ümmetî!.. Ümmetî!..» diyerek Rabbine yalvarmasıyla rahmet…
O sonsuz rahmetten istifade, O’nun merhametinden nasîb alma gayretiyle ziyadeleşir. Çünkü îmânın lezzeti, merhamet ve şefkatledir. Merhamet, kulu rûhen Allâh’a yaklaştıran, yani «vuslat»a nâil eyleyen ilâhî bir lütuftur. Dînî hayatın zirve noktası da merhamette aranmalıdır.
Cenâb-ı Hak, ashâb-ı kirâmı;
رُحَمَٓاءُ بَيْنَهُمْ
“Onlar birbirlerine karşı çok merhametlidirler.” (el-Fetih, 29) diye methetmektedir. Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurur:
“Merhametli olan kişilere Rahmân merhamet eder. Yeryüzü ehline merhamet edin ki semâdakiler de size merhamet etsinler!” (Ebû Dâvûd, Edeb, 58/4941)
Ancak unutulmamalıdır ki;
Merhamet, kalpte hissedilen acıma duygusudur. Ancak bu his; yardıma koşma, fedâkârlık, cömertlik, îsâr gibi fiilî fazîletlerle harekete geçmezse, hiçbir şey ifade etmez. Hele hassas olduğunu öne sürerek ızdırap ve sefâletlerin civarına yaklaşmayanlar; hakikî merhametten de, Cenâb-ı Hak’tan da uzak kimselerdir.
HAKİKÎ MERHAMET FİİLÎDİR
Günümüzde ekranlarda, gazetelerde, mâtemler seyrediliyor, hüzün izhâr ediliyor, belki gözyaşı dökülüyor, belki; «Allah yardımcıları olsun!» gibi bir duâ da mırıldanılıyor, ancak kimilerinde merhametin asıl tezâhürü olan; «Kardeşinin derdiyle dertlenme», «Ben mü’min kardeşimin mahrumiyetini telâfi için ne yapabilirim?» çırpınışı; maalesef, arzu edildiği kadar görülemiyor.
Memleketimize din kardeşlerimiz hicret ettiler. Onların perişan hâllerini duyduğumuzda, gördüğümüzde üzülüyoruz. Fakat ne kadar ensâr olabiliyoruz?
Merhamet; sadece üzülmek, vicdanda bir kıpırtı yaşamaktan ibaret değildir. Merhamet; sende olanı, kendisinde olmayanla paylaşmaktır. Merhamet, muhâcir kardeşine; «İşte evim! İşte malım, al yarısı senin olsun!» diyebilen ensârın zirve, yıldızlardaki fedâkârlığıdır.
Merhamet;
“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe asla «birr»e (yani hayrın kemal noktasına) eremezsiniz.” (Âl-i İmrân, 92) âyeti nâzil olunca, en sevdiği hurma bahçesini fukarâya vakfeden sahâbînin yaptığı fedâkârlıktır.
Merhamet; infak âyetleri nâzil olunca, fakir suffa ashâbının; «Benim hiçbir şeyim yok ki, ben muâfım!» demeyip, dağlardan odun toplayıp satarak, bedelini infâk etmelerindeki muazzam bir vicdan sergisidir.
Hakikî merhamet, şu hâdisede Peygamber Efendimiz ve ashâbının yaşadığı hâldir:
Cerir bin Abdullah -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Bir gün erken vakitlerde Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrunda idik. O esnâda Mudar Kabîlesi’nden perişan bir topluluk çıkageldi. Gelenlerin üzerinde kaplan derisine benzeyen, alaca çizgili basit bir aba vardı. Bu abayı delerek başlarından geçirmişlerdi. Fakat neredeyse çıplak vaziyetteydiler.
Onları bu derece fakir görünce Allah Rasûlü’nün yüzünün rengi değişti. Hemen evine girdi. Sonra da çıkıp Bilâl’e ezân okumasını emretti, o da okudu. Sonra Bilâl kāmet getirdi ve Efendimiz namaz kıldırdı. Akabinde bir hutbe îrâd ederek şu âyet-i kerîmeyi okudu:
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan zevcesini var eden ve ikisinden pek çok kadın ve erkek meydana getiren Rabbiniz’e hürmetsizlikten sakının! Allah şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir.” (en-Nisâ, 1)
Sonra da şu âyeti okudu:
“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun, herkes yarın için ne hazırladığına baksın!..” (el-Haşr, 18)
Daha sonra:
“Her bir fert; altınından, gümüşünden, elbisesinden, bir ölçek bile olsa buğdayından, hurmasından sadaka versin. Hattâ yarım hurma bile olsa sadaka versin!” buyurdu.
Bu davet üzerine ensardan bir adam; ağırlığından dolayı neredeyse kaldırmaktan âciz kaldığı, hattâ kaldıramadığı bir torba getirdi. Ahali birbiri peşine sökün edip sıraya girmişti. Sonunda yiyecek ve giyecekten iki yığın oluştuğunu gördüm. Baktım ki Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in yüzü gülüyor, sanki altın gibi parlıyordu…” (Müslim, Zekât, 69)
Peygamberimiz; onları rahata kavuşturmadan kendisi rahata ermedi. Ashâbı da çok zengin değildi. Lâkin deryâ gönüllüydü. O bîçârelerin derdine çare bulmak için neleri varsa paylaştılar. Bütün insanlığı içine alan bir vicdan meşheri oldular. Onlardaki her şeye rağmen şefkat, merhamet ve bîçârelere derman sergileyen eşsiz gönül kıvâmını; şair M. Âkif, bir şahsiyet düsturu edinerek fedâkârlık ve hissiyat dolu bir çırpınış hâlinde bugünlere şu mısralarla ne güzel yansıtır:
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
İşte merhamet bu idi.
MERHAMETİN ŞÜMÛLÜ
Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurmuştu:
“Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemîn ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz sürece cennete giremezsiniz.”
Ashâb-ı kiram;
“–Yâ Rasûlâllah! Hepimiz merhametliyiz.” dediklerinde Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- tavzîh etti:
“–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilâkis bütün mahlûkāta şâmil olan merhamettir, (evet) bütün mahlûkāta şâmil bir merhamet!..” (Hâkim, Müstedrek, IV, 185)
Sadece isteyene değil; bilhassa iffetinden dolayı, hâlini arz etmeyene merhamet… Onları aramak, bulmak, sîmâlarından tanımak…
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“(Zekât ve sadakalarınızı), kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirlere verin! Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen ise onları sîmâlarından tanırsın. Çünkü yüzsüzlük ederek ısrarla insanlardan bir şey istemezler. Hiç şüphesiz ki Allah, yaptığınız her hayrı bilir.” (el-Bakara, 273)
Âyet-i kerîmede; “Câhil kişi onları zengin sanır.” buyurulduktan sonra, “Sen ise onları sîmâlarından tanırsın.” beyanının gelmesinde şu tefsîrî işaret vardır:
“Sen’in ve Sana tâbî olan mü’minlerin; mahrum kardeşlerinizin hâlinden gafil olmanız; «isteyemiyorlar» diye onları ihtiyaçsız zannedip çaresiz bırakmanız yakışmaz. Siz kalbinizi âdetâ bir röntgen hâline getirmeli, hassas ve rakîk kalbinizle, hâlini arz etmeyen, iffetli ve fakir mü’minlerin ihtiyaçlarını sîmâlarından anlamalı ve onların imdadına koşmalısınız. Zira bu, irfan sahibi bir mü’minin firâsetidir.”
Nitekim Peygamberimiz bu âyete işaretle şöyle buyurmuştur:
“Miskin (yani aşırı fakir), bir-iki hurma veya bir-iki lokma ile baştan savulan (dilenci) değildir. Miskin, ancak ihtiyaç içinde kıvrandığı hâlde iffet ve nezâketinden dolayı kimseden bir şey isteyemeyendir. Dilerseniz; «İnsanlardan ısrarla bir şey istemezler.» (el-Bakara, 273) âyetini okuyun!” (Müslim, Zekât, 102)
Sâdî-i Şîrâzî ne güzel söyler:
“Mü’min kardeş! Merhamet ve şefkat ehli ol da, sâlih kişilerin yolunu tut! Sen ki ayaktasın, düşmüş insanı kaldırmak için onun elinden tutuver. Gönlün, bir çiçek bahçesi gibi olsun. Şunu da bil ki, Allah dostları, daha ziyade kimsenin uğramadığı dükkânlardan alışveriş ederler. (Yani yalnızlara, bîçârelere dert ortağı olurlar.)”
TEBLİĞİN ANAHTARI
Merhamet, mü’minin en mühim vazifelerinden olan temsil ve tebliğin de ayrılmaz vasfıdır. Hidâyet kandili olan Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in risâlet vazifesine hazırlık olarak sadrı iki kez şerh olunmuş, mübârek kalpleri keyfiyeti bizce meçhul bir ameliyatla; ilâhî rahmet ile yıkanmış, şefkat ve merhametle lebâleb doldurulmuştu.
Demek ki;
Tebliğ vazifesini üstlenecek kişinin, önce kendinden başlayarak kalbini temizleyerek kalb-i selîm hâline getirmesi ve gönlünü şefkat ve merhametle tezyin etmesi zarûrîdir.
Nice gönülleri fetheden Hak dostlarının da en büyük fazîletleri, Muhammedî ahlâktan tefeyyüz ettikleri şefkat ve merhamettir.
Allah dostlarından Fudayl bin Iyâz -kuddîse sirruhû-’nun hâli, bu ölçülerle yaşayan mü’min gönlüne ne güzel bir misaldir:
Kendisini ağlarken gördüler:
“–Niçin ağlıyorsun?” dediler.
O da;
“–Bana zulmeden bir zavallı müslümana üzüldüğümden ağlıyorum! Bütün kederim, onun kıyâmette rezil olacağından dolayıdır…” buyurdu.
Merhametin tebliğ husûsundaki müsbet tesiri şöyle îzâh olunabilir:
Kuru bir toprak üzerine atılan tohum, bir anda filiz vermez. Fakat aynı toprağı biraz sularsanız; attığınız tohumu içine kabul edecek bir kıvâma gelir ve o tohum, çiçeklerini ve meyvelerini vermekte gecikmez.
Tebliğdeki muhatabımızın kalbi de; muhabbet, şefkat ve merhametle, tatlı dille, güler yüzle ve cömertlikle yumuşatıldığında; o sînede telkinler, nasihat ve öğütlerin daha kolay yeşermesi umulur.
Aksi hâlde yani, katı ve sert muamelede bulunulduğunda; muhatap uzaklaşır, topluluk dağılır ve belki de bu muâmele yüzünden hakikatten ilelebet mahrumiyet meydana gelir. Buna sebep olana da elbette vebal tahakkuk eder.
Dolayısıyla;
Mü’min; karanlık bir gecenin bulutsuz mehtâbı gibi derin, hassas, ince ruhlu, diğergâm, merhamet ve şefkat sahibi, cömert ve nurlu olmalıdır.
Elbette bütün davranışlarımızda, hizmetlerimizde, muâmelelerimizde bu hâli yakalayabilmek, öfkeyi unutup dâimâ şefkat ve merhametle hareket edebilmek için; merhameti, bütün sevdaların üzerine yükseltebilmemiz lâzımdır. Bu kolay bir iş değildir. Ancak kalbin bir zaferidir.
Hazret-i Ali’nin Mısır’a vali tayin ettiği Mâlik bin Hâris’e yazdığı emirnâmede, merhamet ve af ile muâmeleyle alâkalı olarak her asra hitâb eden şu ifadeleri ne kadar mânidar:
“İnsanlara, canavarın sürüye bakması gibi bakma! Onlara karşı kalbinde sevgi, merhamet ve iyilik duyguları besle! Çünkü istisnâsız bütün insanlar ya dinde kardeşin ya da yaratılışta eşindir. İnsanlar hata edebilir, başlarına iş gelebilir. Düşenin elinden tut! Kendin için Allâh’ın affını istiyorsan; sen de insanları affet, onları hoş gör ve bağışla! Allâh’a karşı asla küfrân-ı nimette bulunma! Affından dolayı asla pişmanlık duyma! Verdiğin cezadan dolayı da sevinme!”
Çünkü İslâm, insanlara aşk ile yaklaşan bir rûhu temsil eder. İslâm’ın gönüllere yerleştirdiği merhamet çekirdeğinden fışkıran mes’ûliyet hissi, insanı davranış mükemmelliğine ve neticede iki cihan saâdetine ulaştırır.
Peygamberimiz ve ashâbına ihsân ile tâbi olan ecdâdımız da, merhametin şâhikasını temsil etmişlerdir. İşte kadîm şehirlerimizde, İstanbul’un silûetinde bin bir hâtıralarını temâşâ ettiğimiz vakıflar…
MERHAMET MEDENİYETİ
Vakıf ki; Yaratan’dan ötürü yaratılanlara merhamet, şefkat ve sevginin müesseseleşmiş şeklidir.
Vakıf; mal ve evlât imtihanını aşıp, emânet mülkü Allâh’a iade etmek, şefkat ve merhametin müşahhas şekli olan hayır ve hasenâtı müesseseleştirmek, rahmet medeniyetinin âbidelerini inşâ etmektir.
Şefkat ve merhametten nasipsiz sözde medeniyetler; gururun, kibrin, azametin, yüce sanatkârdan habersiz sanatın ve iffetsizliğin mânâsız ve fânî âbidelerini dikerler. Köleleri aslanlara parçalattıkları arenalar inşâ ederler. Şuursuzca, bencilce, çılgınca eğlendikleri binalar inşâ ederler. Güç ve kuvvetlerini temsil etsin diye; bin bir zulümle piramitler, dalkavukların çirkin iltifatlarına aldanarak, çirkin alkışlarından ve tabasbuslarından haz duyarak zulüm ve kibirlerini yükseltirler. Gün gelir onlar fânîliğin kahrına uğrar ve o kibir âbidelerinin harabelerini de köpekler şenlendirir.
Fakat bizim ecdâdımızın medeniyetinde dâimâ ihlâs ve takvânın remzi camiler, «i‘lâ-yı kelimetullâh»ın remzi minareler, ilim ve irfânın remzi medrese, dergâh, kütüphane ve hankâhlar vardır. Bilhassa şefkat ve merhametin mücessem şekli olan; imâretler (aşevleri), sebiller, şifâhâneler, kervansaraylar, dâruleytâm, daruşşafaka ve dârulacezeler vardır.
Derûnî ve yüce hislerle İslâm’ı en güzel bir şekilde anlayıp yaşayan bu aziz millet, müslüman yüreğindeki engin şefkat ve merhameti bütün cihana böylece sergilemiştir. Onlar, binlerce vakıf vasıtasıyla toplumu bir ağ gibi örmüş ve âdetâ sarılmadık yara bırakmamışlardır.
Öyle vakıflar ki; bir hizmetçinin yanlışlıkla kırdığı tabak sebebiyle, ev sahibine mahcup olmaması, bir gönle diken batırılmaması hassâsiyetiyle, bu tür kazalarda kırılan eşyaları tazmin etmeyi vazife edinmiş!..
Öyle vakıflar ki; fakir veya yetim kızların çeyizlerini hazırlıyor.
Öyle şifâhâneler ki; muhtel, aklî melekeleri tahrip olmuş bîçâreleri su sesleriyle, âhenkli sadâlarla tedâvî ediyor. Onlara; «aklını kaybetmişler» değil, «muhterem âcizler» deniyor.
Öyle kervansaraylar ki; yolculara üç gün bilâ bedel konaklama hizmeti veriyor.
Öyle bir hizmet ufku ki; bir tarafta Hicaz’daki hacıların susuzluğuna yetişiyor, diğer tarafta fukarânın evine yakacak tedarik ediyor, bir diğer tarafta sebillerden şerbet ikram ediyor, bir başka köşede sokaklardaki tükürüklerin üzerine kül dökecek kadrolar ihdâs ediyor…
Öyle vakıflar ki; kanadı kırılmış, yolundan kalmış göçmen kuşları dahî tedavi ediyor.
Kâ‘bına varılmaz bir şefkat ve merhamet… Muazzam bir merhamet medeniyeti…
Öyle bir toplum ki; varlık sahibi olup da bir vakfı, bir hayr u hasenâtı olmayan hiç kimse yok… Öyle bir toplum ki, hanımlar da ziynetleriyle hayır ve hasenatta beyleriyle yarış hâlinde…
Öyle bir mahalle ki; sadaka taşı formülüyle, alan eli, veren ele mahcup etmeme zarâfetinde…
Öyle bir toplum ki; batıda zulümlerin, sefâletlerin, sefillerin romanlaştırıldığı devirlerde, saâdetin, merhametin ve şefkatin hakikî destanlarını yazmakla meşgul.
Bugün hayranlıkla yâd ettiğimiz bu muhteşem merhamet toplumu bizim gerçek medeniyetimiz idi.
Çünkü her medeniyet, kendi insan tipini vücuda getirir. Bizim medeniyetimizin yetiştirdiği insan tipi de şu hadîs-i şerifte hulâsa edilen hasletleri yaşıyordu:
“…Allah Teâlâ; huşû dolu, hüzünlü, merhametli, insanlara hayrı öğretip Allâh’a itaat etmeye çağıran her kalbi sever.
Katı, boş şeylerle meşgul olan, rûhunun tekrar kendisine iade edilip edilmeyeceğini bilmediği hâlde bütün geceyi uykuyla geçiren ve Allâh’ı çok az zikreden her kalbe de buğzeder.” (Deylemî, Müsned, I, 158)
ÇARE MERHAMETTE
Günümüzde de bir mü’mini îman vecdi içerisinde yaşatacak, nefsinin tasallutundan kurtararak rûhunu derinleştirecek ve zarifleştirecek haslet ancak merhamettir. Merhametin meyveleri ise, cömertlik, tevâzu, hizmet, affetmek ve hasetten kurtulmaktır. Bunların hepsinin kaynağı ise îmandır.
Günümüzde aileleri; dağılmaktan koruyacak, bir arada tutacak mânevî harç; muhabbet ve merhamettir.
Ümmeti, içinde bulunduğu tefrikalardan, cinayetlerden, tedhişten kurtaracak sır; uhuvvet ve merhamettir.
Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtından önce rahmet niyazları şöyleydi:
“Ey Allâh’ım!
Beni merhametinle ihâta et! Beni, Refîk-ı A‘lâ’ya kavuştur!
Ey Allâh’ım!
Beni merhametinle ihâta et! Bana, rahmetini ihsân et! Beni Refîk-ı A‘lâ’ya kavuştur!” (Buhârî, Meğâzî, 83; Ahmed, VI, 126)
Biz de âhirzamanda aynı istikamette gayretler gösterip duâlar edelim:
Yâ Rabbî!
Bugün vahşet yarışına çıkmış bir dünyanın içinde bizleri ehl-i rahmet eyle!
Sergilenen tek dişi kalmış medeniyet canavarlığına mukabil; îmânın aşkını, vecdini ve diyalektiğini ikrâm edebilen ehl-i merhamet eyle!
O rahmet ve merhamet içinde; İslâm’ın zarif rûhunu, güler yüzünü bütün insanlığa tebessüm ettiren sâlih kullarından eyle!
Yâ Rabbî!
Bizi merhametinle ihâta eyle!.. Bizi rahmetine gark eyle… Bize rahmetini ihsân eyle!.. Ahlâkımızla ihtişam sergilemeyi nasîb eyle! Vicdanlarımızı ve kalplerimizi de cemâlî tecellîlerinle müzeyyen eyle…
Âmîn!..