Ebedî Fecre
Yıl: 2015 Ay: Ekim Sayı: 128
ŞAHSİYETE MÜESSİR İKİ HUSUS
İnsan, bu dünyada ömürlük bir imtihan içindedir. Kendisine son nefese kadar verilen müddet içinde, muvaffak olursa; ölümden sonraki hayatında cennet ile mükâfatlandırılacak, aksi takdirde ise elem verici bir azâba dûçâr olacaktır.
İnsandan istenen, hulâsa; sahih bir îman, istikamet üzere kulluk ve güzel ahlâktır. İnsanın bu hususlardaki hâli, kalbinin aynasıdır. Kalpteki sahih îman; sâlih ameller, doğru ve faydalı sözler, güzel bir ahlâk olarak dışarıya yansır. Zira küpte ne var ise dışarıya o sızar.
O hâlde kalbe ehemmiyet vermek ve kalbi, Hakk’ın rızâsına muvâfık bir hâle getirmeye gayret etmek îcâb eder.
Kalbin kıvâmını belirleyen nedir?
İnsan terbiyecileri olan Hak dostları; insanın kalbî durumunu, şahsiyet ve karakterini tesiri altına alan iki husûsun altını çizmişlerdir:
- Arkadaş…
- Rızık…
Cenâb-ı Hak, vahdâniyeti yalnız kendisine münhasır kılmıştır. Bütün varlıkları ise birbirine benzer ve muhtaç olarak halk etmiştir. İnsan da içtimâî bir varlıktır ve yalnızlığa tahammül edemez. Ülfet ve ünsiyet kurduğu kişilerin hâlleri ona yansır. Bu in‘ikâsın, bu karşılıklı tesir alışverişinin ilmî îzahlarını, dimağ üzerinde çalışan âlimler de yapmaktadır. Buna göre insan; beraber yaşadığı, ünsiyet kurduğu, seyrettiği kişilerden, gayr-i irâdî de olsa tesir almakta, beynindeki ayna nöronları, gördüğü davranış ve hâlleri taklit ederek, şahsiyete zerk etmektedir. Kişi; arkadaşının müsbet veya menfî hâliyle hâllenmektedir.
İnsanın maddî varlığı, anne-babasından aldığı kromozomlar vasıtasıyla, nesebinden tabiî verâset yoluyla geçen genetik mîras üzerinde şekillenir. Eşkali, göz rengi vesâir husûsiyetleri böyle ortaya çıkar. Sadece anne-baba değil, ecdâdından da tevârüs ettiği husûsiyetler olur. Nitekim kardeşler, birbirinin aynı olmazlar.
Aynı şekilde, ana rahmine düştüğü andan itibaren; anne ve babasının mânevî, kalbî hâlleri, kazanç ve gıdâlarının mânevî vaziyeti de evlâda tesir etmeye başlar.
Bunun yanında bir de, sosyolojik verâset vardır. Her evlât, konuştuğu dili başta anne-babası olmak üzere muhitinden öğrendiği gibi, her türlü davranış ve hareket tarzını da yaşadığı çevreden alır ve taklitle hayatına geçirir.
Bu sebeple; insanın beraber bulunduğu kimselerden aldığı tesire işaretle âyet-i kerîmede buyurulur:
“Ey îmân edenler! Allâh’a karşı takvâ sahibi olun ve sâdıklarla beraber bulunun!” (et-Tevbe, 119)
Buna göre mü’min; dâimâ âhirette beraber olmayı arzu edeceği kişilerle ünsiyet kurmaya, onlarla sohbet etmeye îtinâ göstermelidir.
Asıl mevzuumuz olan gıdâya gelince;
GIDÂNIN TESİRİ
İnsan yemek yemeye muhtaç bir varlıktır. Bünyesi hayâtiyet için; proteinlere, kalorilere, vitamin ve minerallere ihtiyaç duyar. Bu bakımdan insan ile diğer mahlûkat aynıdır.
Fark şudur ki;
Diğer mahlûkat, bu ihtiyacı nereden, nasıl gidereceği husûsunda serbest iken, insan mes’uldür. Diğer mahlûkat; temiz-pis, helâl-haram, haklı-haksız bakmaksızın, tab‘ına konmuş insiyâk ile karnını doyurur. Kimisi ot yer, kimisi leş ile beslenir.
Mükerrem olan insan ise ancak helâl ve temiz olan, hak sahibi olduğu şeyleri ölçülü bir şekilde yemekle mükelleftir. Nasıl maddî mânâda, pis, mikroplu, zehirli bir gıdâ ile beslenen, hastalanır, hattâ ölür ise; haram, şüpheli ve benzeri mânevî kirlerle mülevves bir gıdâyı yiyenin de kalbi büyük zararlar görür.
Çünkü insan bir gıdâyı yediğinde o gıdâların mânevî husûsiyetleri de şahsiyet ve karaktere yerleşir.
Nasıl bir atom parçalandığı zaman ortaya radyasyon çıkar ise, kalpten çıkan enerji de aynen bunun gibidir. Tıp ve benzeri sahalarda istifâde edilen ve gözle görülmeyen müsbet şuâlar (ışınlar) olduğu gibi; insana büyük zarar veren, menfî şuâlar da vardır. Arkadaş ve gıdânın mânevî tesirini, bu misallerle anlamak mümkündür.
Her lokma, yanında mâzî dosyalarını taşır. O kişi o lokmayı helâl mi yoksa haram yoldan mı elde etmiştir?
O lokma üzerinde; göz hakkı, zekât borcu, mîras hakkı gibi bir hastalık var mıdır?
O lokmayı hazırlayan kişinin kalbî hâli ne vaziyettedir?
Bütün bu mânevî kayıtlar, o lokmayı yiyene geçer.
Müsbet ise feyiz olarak, menfî ise kasvet olarak…
Unutmamalıdır ki, kesilirken putlar adına boğazlanan bir hayvan bize haram olur. İnançsız bir kişinin kestiği haram olur. Kesenin inanç ve niyeti; zâhiren tertemiz olan eti, murdar hâle getirmektedir. Benzer şekilde; lokmayı hazırlayanın gafleti, kasveti, öfkesi ve sâir mânevî kirleri de hazırladığı gıdâya intikal eder. Yiyenin hâlet-i rûhiyesinde bulanıklığa, dağınıklığa sebep olur.
Bu tesir, yiyenin iradesi dışında cereyân eder. Sehl bin Abdullah Tüsterî -rahmetullâhi aleyh- şöyle der:
“Haram yiyenin âzâları, -kendisi bilsin bilmesin, istesin istemesin- isyan eder. Yediği helâl olan kimsenin âzâları kendisine itaat eder ve hayırlı işler yapmaya muvaffak olur.”
Bizler için en güzel örnek olan Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; helâliyete îtinâ ve hassâsiyet husûsunda da, en muhteşem ahlâk üzeredir.
Peygamberliğinden önce dahî O, câhiliyyenin kirli lokmalarından hassâsiyetle sakınmış idi. Nitekim bi’setten evvel bir sofraya davet edildi. Orada ikrâm edilen etin, putlara kesilen et olduğunu bildiği için yemedi. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 24; Zebâih, 16)
Risâletten sonra da bu hassâsiyetin eşsiz misalleri vardır. Bir gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yatağına yatmış; fakat sabaha kadar uyuyamamış ve yatağında dönüp durmuştu. Sabahleyin bu sıkıntının sebebi sorulduğunda Efendimiz şu cevabı verdi:
“Yatağımı hazırlarken yere düşmüş bir hurma buldum. Onu ağzıma koydum. Fakat sonra aklıma geldi ki, bizim evde (bazı zamanlarda) sadaka ve zekât hurmaları da bulunuyor. Ya bu hurma, onlardan ise! İşte sabaha kadar bunu düşündüm, bunun ızdırabıyla sağa-sola dönüp durdum. Bir türlü gözüme uyku girmedi.” (Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, 2/193; Hâkim, el-Müstedrek, 2/17)
Bir başka gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, küçük yaştaki torunu Hasan’ın ağzına aldığı sadaka hurmayı da derhâl çıkarttırmış ve küçük demeden ona helâl-haram hassâsiyetini kazandırmaya ehemmiyet vermişti.*
Yine bir başka gün, sahibine değil de sahibinin hanımına söylenerek; «Nasıl olsa satmaya râzı olur.» düşüncesiyle kesilen bir koyunun eti, Peygamberimiz ve arkadaşlarına ikrâm edilmişti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yemekteki gönül rızâsı eksikliğini hissederek, lokmayı ağzında çevirdi, çevirdi, yutamadı ve meselenin aslını soruşturup öğrendi. O etten yemedi ve sahibine gayr-i müslim esirlere yedirmesini emretti. (Ebû Dâvûd, Büyû, 3/3332; Ahmed, V, 293)
Helâl hassâsiyetinin bir şekli de, riyâzat idi. Yani asla oburluğa düşmeden, dâimâ îsâr ile başkalarını düşünerek, infak hâlinde yaşamak idi…
Çünkü ashâb-ı kiramda; Allah, kâinat ve nefs üzerinde yeni bir anlayış meydana geldi. Güneşi, küçük bir aynada seyreder gibi; Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllenmek, biricik gayeleri oldu. Riyâzat hâli yaşandı. Aşırı tüketim, oburluk, lüks ve gösteriş; sahâbî çevresinin ve toplumunun tanımadığı bir hayat tarzı oldu. «Yarın bu nefsin konağının mezar olacağı» telâkkîsi gelişti.
Zira her şeyiyle helâl olan bir gıdâyı; ihtiyaçtan fazla yiyip içmek de israf, ihtiyaç sahiplerini düşünmemek ve infaktan alıkoymak cihetlerinden mahzurludur. Bu sebeple Efendimiz’in ve O’na benzemek isteyenlerin hayatı dâimâ infâk içinde geçti.
Hazret-i Âişe buyurur:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in aile efrâdı Medine’ye geldiği günden beri, vefât ettiği güne kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Müslim, Zühd, 20)
Bir rivâyette Hazret-i Âişe Vâlidemiz sözlerini şöyle tamamlar:
“Dilesek doyabilirdik. (Yani bu açlık, yokluktan değildi. Ganîmetler ve benzeri imkânlar her zaman vardı.) Fakat Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- (mü’min kardeşlerini kendine tercih makamında) îsârda bulunurdu. (Böylece elimize geçeni bu şuur ve idrâk ile hemen infâk ederdik.)” (Beyhakî, Şuabü’l-îmân, III/62 [1396])
Efendimiz; yaşayarak tebliğ ettiği gibi mübârek sözleriyle de haramdan sakındırdı, helâle davet etti:
“Ey insanlar! Allah’tan (hakkıyla) sakının ve rızkınızı güzel yoldan isteyin.
Hiç kimse (Allâh’ın kendisine takdir ettiği) rızkı -geç de olsa- elde etmeden ölmeyecektir.
Öyleyse Allah’tan (hakkıyla) sakının ve rızkınızı güzel yoldan isteyin.
Helâl olanı alın, haram olanı terk edin!” (İbn-i Mâce, Ticâret, 2)
Sa‘d bin Ebî Vakkas -radıyallâhu anh-, duâlarının makbul olmasının yolunu sordu.
Fahr-i Kâinât Efendimiz;
“Yediklerinin helâl olmasına dikkat et ki duâların kabul olsun.” tavsiyesinde bulundu. (Taberânî, el-Mu‘cemu’l-evsat, VI, 310)
Bu hassâsiyet ölçüleri içinde yetişen ashâb-ı kiram, lokmalarının helâliyeti üzerinde çok dikkatle dururlardı.
ÖLECEĞİMİ BİLSEM DE!..
Ebûbekir Sıddîk -radıyallâhu anh-’ın bir hizmetkârı vardı. Bu hizmetkâr kazancının belli bir kısmını ona ikrâm eder, o da bundan yerdi. Yine bir gün hizmetkâr, kazandığı bir şeyi getirdi. Hazret-i Ebûbekir de ondan bir lokma aldı. Bunun üzerine hizmetkâr;
“–Her akşam bana kazancımın mahiyetini sorardın, bu akşam sormadın.” dedi.
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-;
“–Çok açtım, sormayı unuttum, peki söyle bakalım nasıl kazandın?” diyerek açıklamasını istedi.
Hizmetkâr;
“–Falcılıktan anlamadığım hâlde câhiliyye devrinde falcılık yaparak bir adamı aldatmıştım. Bugün onunla karşılaştık. Adam o yaptığım işe karşılık size ikrâm ettiğim bu yiyeceği verdi.” deyince Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, derhâl parmağını boğazına götürüp (bütün eziyetine rağmen) yediklerinin hepsini çıkardı ve;
“–Yazıklar olsun sana! Neredeyse beni helâk ediyordun!” dedi.
Kendisine;
“–Bir lokma için bu kadar eziyete değer miydi?” diyenlere de şu cevabı verdi:
“–Canımın çıkacağını bilseydim, yine de o lokmayı çıkarırdım. Çünkü Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
«Haramla beslenen vücudun müstehak olduğu yer, cehennemdir!» buyurdular.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 26)
Bu dikkat, bizler için gökteki yıldızlar misâli örnek olan ashâbın hepsinde vardı. Bir gün halîfe Hazret-i Ömer’e bir bardak süt ikrâm edildi. Halîfe onu içti. Sütü veren kişiye;
“–Bu süt neredendir?” diye sordu.
Adam dedi ki:
“–Filân yerdeki su başına uğramıştım. O sırada çobanlar sulamak için zekât develerini oraya getirdiler ve benim için su kabıma develerden süt sağdılar. Bu süt odur.”
Bu sözü duyar duymaz, Hazret-i Ömer, hemen parmağını boğazına sokarak içtiği sütü istifrağ etti. (Muvatta’, Zekât, 31)
Onlar hatâen bulaşmış haramın zerresini bile kendilerinden bir an evvel uzaklaştırmak istiyorlardı. Çünkü haram her türlü rûhânî inkişâfa, mânevî fütuhâta mânidir.
Helâl lokma ise fütuhâta, zaferlere vesiledir. Ecdâdımızın fetihlerinin ardında da, onların bu hususta gösterdiği takvâ ve verâ vardır.
Yavuz Sultan Selim Han; Mısır’a giderken ordu-yi hümâyûnun Gebze yakınlarından geçtiği yerler, hep bağlık-bahçelikti. Sultan Selim Han;
“Acaba askerlerim, sahibinden müsaadesiz üzüm ve elma koparıp yediler mi?!.” diye düşüncelere daldı.
Sonra yeniçeri ağasını huzûruna çağırttı:
“–Ağa fermanımdır; Bütün yeniçeri, sipahi ve azap askerlerimin heybeleri yoklansın! Heybesinde bir elma veya üzüm salkımı çıkan asker olursa, derhâl huzûruma getirilsin!” diye emretti.
Yeniçeri ağası, hemen harekete geçerek heybeleri araştırdı. Daha sonra Sultan’ın huzûruna gelerek;
“–Sultanım koparılmış hiçbir elma ve meyve izine rastlamadık!..” dedi.
Yavuz, bu habere çok sevindi. Üzerindeki ağırlık ve zihnindeki düşünceler kalktı. Sonra ellerini açarak;
“Allâh’ım! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun! Bana haram yemeyen bir ordu ihsân eyledin!..” diyerek duâ etti ve ağaya;
“–Şayet askerlerim izinsiz meyve koparmış olsalardı, Mısır Seferi’nden vazgeçerdim. Çünkü, haram yiyen bir ordu ile beldelerin fethi mümkün olmaz!..” dedi.
Helâl lokma zaferlere vesile olur, fetihlere vesile olur, fertlerin dünyasında da nice hidâyetlere vesile olur… Tıpkı şu misalde olduğu gibi:
HELÂL HASSÂSİYETİ VESİLESİYLE HİDÂYET
Menfaatine aykırı olsa da kul hakkına riâyet hassâsiyeti gösterebilmek insan şahsiyetinin hayranlık bırakan en fazîletli hasletlerindendir. İslâm’ı en nezih şekilde yaşayan şahsiyetlerin sergilediği bu hassâsiyet, nice hidâyetlere de vesile olmuştur.
Muhterem pederim Musa Efendi -kuddise sirruh- şu hâdiseyi anlatırdı:
Gayr-i müslim bir komşumuz vardı. Sonradan müslüman olmuştu. Bir gün kendisine hidâyete eriş sebebini sorduğumda şunları söyledi:
–Acıbadem’de tarla komşum Rebî Molla’nın ticaretteki güzel ahlâkı vesilesiyle müslüman oldum. Molla Rebî süt satarak geçimini temin eden bir zâttı. Bir akşam vakti bize geldi ve;
“–Buyurun, bu süt sizin!” dedi. Şaşırdım;
“–Nasıl olur? Ben sizden süt istemedim ki!” dedim. O hassas ve zarif insan;
“–Ben farkında olmadan hayvanlarımdan birinin sizin bahçeye girip otladığını gördüm. Onun için bu süt sizindir. Sadece bugün değil o hayvanın tahavvülât devresi (yediği otların vücüdunda tamamen izâlesi) bitinceye kadar sütünü size getireceğim…” dedi. Ben;
“–Lâfı mı olur komşu? Yediği ot değil mi? Helâl olsun!..” dediysem de Molla Rebî;
“–Yok yok, öyle olmaz! Onun sütü sizin hakkınız!..” deyip günlerce bize süt bize getirdi. İşte o mübârek insanın bu davranışı beni ziyâdesiyle etkiledi. Neticede gözümden gaflet perdeleri kalktı ve hidâyet güneşi içime doğdu. Kendi kendime;
“–Böyle yüce ahlâklı birinin dîni, muhakkak ki en yüce bir dindir. Böylesine zarif, hakşinas, mükemmel ve tertemiz insanlar yetiştiren dînin doğruluğundan şüphe edilemez!” dedim ve kelime-i şahâdet getirip müslüman oldum.
Bütün bunlar haram ve şüpheli şeylerden kaçma yani «verâ» husûsiyetinin en canlı, en samimî misalleridir. Peygamberimiz’den in‘ikâs eden bu özellik, Hak dostlarının da ayrılmaz vasfıdır.
Bilhassa Hâcegân yolunun büyüklerinin, helâl lokma husûsuna verdileri ehemmiyeti, Bâkî Billâh Hazretleri’nin şu îkazları ne güzel ifade eder:
GAFLET BULAŞMASIN!..
“Yemeğin az olmasıyla yetinilmemeli, onu pişiren odun, su ve kaplarda da helâle ehemmiyet verilmelidir. Ayrıca yemeği pişiren kişi gafil olmamalı, huzûr-i ilâhîde bulunduğunun şuuru içinde pişirmelidir. Bu hususlara dikkat edilmeden hazırlanan yemekten öyle bir duman çıkar ki, feyz kanallarını tıkar.”
Görüldüğü üzere bir yemeğin helâl olup-olmamasının yanında, hangi hâlet-i rûhiye ile pişirildiğinin bile insanın hâl, hareket ve ibâdetlerinin rûhâniyetine tesir etmesi; gıdâlara karşı takınılması gereken tavrın ehemmiyetini ortaya koymaktadır. Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
“Bu seher benden ilham kesildi. Her zaman lutfedilen tulûat ve sunûhat olmadı. Anladım ki vücuduma şüpheli birkaç lokma girdi.
Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar. Aşk da merhamet de helâl lokmanın mahsûlüdür. Eğer bir lokmadan gaflet meydana gelirse, bil ki o lokma şüpheli veya haramdır.”
Yûsuf Hemedânî Hazretleri Allah Teâlâ’yı anmadan yemek yemez ve şöyle derdi:
“Lokma yemek, tohum ekmek demektir. Tohumu feyizli bir idrâk içinde ve yanık olarak atmak gerekir ki gıdâ tâate dönüşsün!”
Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh-, helâle riâyet husûsuna çok ihtimam gösterirdi. Hâce Hazretleri yiyeceğini kendi ziraatinden elde ederdi. Ziraat yaparken kullanılan hayvanların, tarlanın, tohumun ve suyun helâl olması husûsunda çok ihtiyatlı davranırdı. Bu sebeple pek çok âlim, teberrüken onun helâl yemeğinden yemek için sohbetlerine iştirâk ederdi.
Bir gün, Gadîvet bölgesine gitmişlerdi. Bir derviş önlerine yemek getirdi. Hâce Hazretleri;
“–Bizim bu yemeği yememiz münasip değildir. Çünkü o, öfke ile pişirilmiştir. Unu elekten geçiren, hamuru yoğuran ve pişiren kişi öfkeliymiş!” buyurdu.
Sâmi Efendi Hazretleri de helâl lokmanın ibâdet hayatındaki yerini şöyle beyan ederdi:
“Kulun duâsına icâbet olunması için ilk şart; helâl lokma ile gönül âlemini ıslah eylemek, son şart ise ihlâs ve huzûr-i kalptir. Yani Cenâb-ı Hakk’a lâyıkıyla yönelmektir. Eğer ağza konulan lokma helâl değilse, o kimsenin ihlâslı ve huzurlu olması, mâsivâyı terk edip Hakk’a yönelmesi çok zordur.”
“Kazancın helâl yollardan olmasına dikkat etmek lâzım geldiği gibi, şüpheli lokmalardan da uzak durmalıdır. Karmakarışık ve rastgele her lokmayı yemekten sakınarak, alınan gıdânın tıyb olmasına (mânen temiz ve hoş kokulu, yani helâl olmasına) ehemmiyetle riâyet etmek şarttır.”
ŞARTTIR
Hadîs-i şerîfin beyanınca; haram lokma ile ibâdet, abdestsiz namaza benzer. Abdest yani hadesten tahâret olmadıktan sonra ne kadar; kıyâm, rükû, secde olsa boştur. Bunun gibi; haram lokma ile dolu bir bünyenin ibâdetleri de, Hakk’a kulluğu da Hak katında kabul görmez.
Bu şuurun güzel bir misâli şudur:
Süleymaniye Camii ve Külliyesi tamamlanınca, Kanunî Sultan Süleyman, mimarından işçisine kadar herkesi topladı. Üzerinde hakkı olan varsa talep etmesini istedi. Herkesle helâlleşti.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Allah Teâlâ temizdir; sadece temiz olanları kabul eder. Allah Teâlâ peygamberlerine neyi emrettiyse mü’minlere de onu emretmiştir.
Cenâb-ı Hak peygamberlere;
«Ey peygamberler! Temiz ve helâl olan şeylerden yiyin, güzel ve sâlih ameller işleyin!» (el-Mü’minûn, 51) buyurmuştur.
Mü’minlere de;
«Ey îmân edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin.» (el-Bakara, 172) buyurmuştur.”
Rasûl-i Ekrem Efendimiz daha sonra şunları söyledi:
“Bir kimse Allah yolunda uzun seferler yapar. Saçı-başı dağınık, toza-toprağa bulanmış vaziyette ellerini gökyüzüne açarak; «Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!» diye duâ eder.
Hâlbuki onun yediği haram, içtiği haram, gıdâsı haramdır.
Böyle birinin duâsı nasıl kabul edilir!” (Müslim, Zekât, 65; ayrıca bkz. Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 3)
Gıdâsı helâl olmayanın duâsı da ibâdetleri de kabul olmaz. Hadîs-i şerifte; haram para ile gelinen hacda, hacı; «Lebbeyk!» dedikçe, kendisine semâdan bir münâdînin şöyle sesleneceği haber verilmiştir:
«Sana ne lebbeyk ne de sa‘deyk!
(Sen huzûra kabul edilmiyorsun)
Çünkü senin kazancın haram, azığın haram, bineğin haramdır.
Hiçbir sevap almadan günahkâr olarak dön!
Hoşlanmayacağın şeyle karşılaşacağından dolayı da kahrol!» (Heysemî, III, 209-210)
Haram yoldan kazanılan paranın Allah indinde asla makbul olmadığını asr-ı saâdette yaşanan şu hâdise de ne güzel ifade eder:
Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“Güçlü ve yüce olan Allah putlara tapmayı, içki içmeyi, (insanları) soy sop sebebiyle kınamayı size haram kılmıştır. Dikkat edin, şüphesiz içki içen de, imâl eden de, sâkîliğini yapıp içenlere dağıtan da, satan da, parasını yiyen de lânetlenmiştir.” buyurmuşlardı.
Bunun üzerine bir bedevî ayağa kalkıp Peygamber Efendimiz’in huzûruna gelerek;
“–Ey Allâh’ın Rasûlü, ben daha önce içki ticareti yapan bir kişiydim ve içki satışından bir miktar mal da biriktirdim. Şimdi ben bu malı, Allâh’a itaat yolunda harcasam bana bir faydası olur mu?” diye sordu.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona;
“–Sen o malı hac, cihad veya sadaka uğrunda harcasan dahî Allah katında bir sivrisineğin kanadı kadar değeri olmaz. Zira Allah ancak temiz olanı kabul buyurur.” cevabını verdi.
Bu hâdise üzerine Allah Teâlâ, Peygamber Efendimiz’in sözünü tasdik etmek için şu âyet-i kerîmeyi inzal buyurdu:
“De ki: Pis ve kötü ile temiz ve iyi bir değildir; pis ve kötünün çokluğu hoşuna gitse de (bu böyledir). O hâlde ey akıl sahipleri! Allah’tan korkunuz ki kurtuluşa eresiniz!” (el-Mâide, 100) (Vâhidî, Esbâbu Nüzûl, s. 212-213; Kıvâmü’s-sünne, et-Terğîb ve’t-terhîb, II, 96/1235)
Bu hikmetten hareketle denilmiştir ki:
“Kazancının; helâl mi haram mı, nereden geldiğini görmek isteyen, onun nereye gittiğine baksın.”
Zira para, dâimâ çıktığı deliğe giren yılana benzetilmiştir. Netâmeli yollardan kazanılan paralar, infak dahî edilse, yine kendi kirli mahallerine varırlar. Şu ibretli kıssa bunun en güzel ifadesidir:
Hak dostlarından Ebû Abbas Nihâvendî’ye, ticaretle meşgul olan zengin talebelerinden biri gelerek;
“–Efendim zekâtımı kime vermem daha uygundur?” diye sordu. Hazret;
“–Gönlün kimde karar kılıyorsa ona ver!” diye cevap verdi.
Talebe, evine giderken dilenmekte olan bir âmâ gördü. Gönlü ona ısındı. Zekâtı olan bir kese altını ona verdi. Âmâ sevinçle oradan ayrıldı.
Talebe; ertesi gün aynı yerden geçerken, kendisine zekât verdiği âmâyı, pek neşeli bir sûrette başka bir âmâ ile konuşurken gördü. Âmâ yüksek perdeden anlatmaktaydı:
“–Biliyor musun, dün bana bir beyzâde tam bir kese altın verdi. Ben de o parayla meyhâneye gidip bir güzel demlendim!..”
Talebenin canı çok sıkıldı. Doğruca Ebû Abbas Hazretleri’nin huzûruna koştu. Olan biteni tam arz edecekti ki, üstâdı onun konuşmasına fırsat dahî vermeden, sattığı külâhının karşılığı olan bir akçeyi infâk etmesi için kendisine uzattı ve;
“–Önüne çıkan ilk kişiye bu akçeyi veriver.” dedi.
Talebe; dergâhtan çıktı, rastladığı ilk kişiye o akçeyi verdi. Üstâdının sadakasının nasıl bir kişiye gideceğini çok merak ettiği için, o şahsı takip etmeye başladı. Adamcağız, biraz ilerideki bir vîrâneye girdi. Sonra elbisesinin altından bir şeyi çıkarıp yere bıraktı. Tam oradan ayrılacaktı ki, talebe önüne geçip sordu:
“–Ey yiğit! Allah için doğruyu söyle, bu ne hâldir! Şu attığın şey nedir?”
Adamcağız, kendisine akçeyi veren şahsı tanımıştı, boynunu büküp anlatmaya başladı:
“–Yedi gündür, bir şey bulup da çoluk-çocuğuma yediremedim. Ben ve hanımım sabrediyorduk, ama çocuklarım artık perişan vaziyetteydi. Buna rağmen dilenip insanlardan bir şey istemek, asla yapamayacağım bir işti. Bu ızdırap içinde kıvranırken, şu çürümeye yüz tutmuş ölü kekliği buldum. Zarûret sebebiyle onu yemeleri için çocuklarıma götürecektim. İçimden de Allâh’a yalvarıyor; «Yâ Rab, hâlime inâyet eyle!» diye duâ ediyordum ki, sen karşıma çıkıp o bir akçeyi verdin. Ben de Rabbime şükrederek, yenilemeyecek durumda olan o kekliği bu harabeye bıraktım. Şimdi pazara gidecek ve verdiğin bir akçeyle yiyecek bir şeyler alacağım…”
Dinlediklerinden dolayı hayret içinde kalan talebe, derhâl Ebû Abbas Hazretleri’nin yanına döndü. Hazret-i Pîr, yine talebesinin bir şey söylemesine mahal vermeden şöyle buyurdu:
“–Evlâdım! Demek ki sen, kazancına şüpheli veya haram bir şeyin karışıp karışmadığına dikkat etmemişsin. Bu yüzden de verdiğin muhtaca dikkat ettiğin hâlde, zekâtın şaraba gitti. Zira kazanılan şeyler, nereden ve nasıl elde edilmişse, benzer şekilde elden çıkar. Nitekim senin bir kese altınına mukabil benim bir tek akçemin sâlih bir insanın eline geçmesi de, onun helâlliğinden kaynaklanmaktadır…”
Abdullah İbn-i Ömer -radıyallahu anhuma- da helâliyetin ehemmiyetine şöyle dikkatimizi çeker:
“Namaz kılmaktan zayıflayıp yay gibi, oruç tutmaktan eriyip çivi gibi olsanız da, haram ve şüphelilerden kaçınmadığınız takdirde, Allah o ibâdetleri kabul etmez.”
Emîr Külâl Hazretleri de aynı hakikati şöyle ifade eder:
“Geceleri ibâdetle geçirseniz ve açlıktan beliniz keman teli gibi incelse bile, lokma ve hırkanız helâl olmadığı müddetçe maksada ulaşamazsınız!”
“Kalbin, dilin ve bedenin temiz olması, helâl lokma yemeye bağlıdır. Bunu, iyi biliniz. Helâl lokma yiyen insanın midesi, içinde temiz su toplanan havuz gibidir. Bu havuzdan etrafa temiz su dağılır ve bu su ile çiçekler yetişir, ağaçlar meyve verir, ondan istifâde edilir.”
ŞÜPHELİLERDEN DE KAÇINMAK ZARÛRÎ
Dînimizde haramlar ve helâller açıklanmıştır. Zâhiri helâl görünen fakat bâtını itibarıyla içe sinmeyen birçok durum vardır. Bunlara şüpheliler denir. Kişi; şüphelilerden de sakınmadıkça, haramlardan yeterince uzak duramaz.
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:
“Helâl olan şeyler belli, haram olan şeyler bellidir. Bu ikisinin arasında, halkın birçoğunun helâl mi, haram mı olduğunu bilmediği şüpheli konular vardır.
Şüpheli konulardan sakınanlar, dînini ve ırzını korumuş olur. Şüpheli hususlardan sakınmayanlar ise gitgide harama dalar. Tıpkı sürüsünü başkasına ait bir arazinin etrafında otlatan çoban gibi ki, onun bu araziye girme tehlikesi vardır.
Dikkat edin! Her padişahın girilmesi yasak bir arazisi vardır. Unutmayın ki, Allâh’ın yasak arazisi de haram kıldığı şeylerdir.
Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçücük bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa, bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası kalptir.” (Buhârî, Îmân, 39, Büyû’, 2; Müslim, Müsâkat, 107, 108)
Hadîs-i şerîfin haram ve şüpheli şeylerin tesiri altında kalan kalbe dikkat çekerek sona ermesi mühimdir. Çünkü haram ve şüphelilerle zedelenmemiş, îmanlı, selîm bir kalp; haram, şüpheli ve netâmeli şeylerden rahatsızlık ve huzursuzluk hisseder. Bu sebeple hadîs-i şerifte;
“Müftîler (fetvâ verici kişiler) fetvâ verse de sen kalbine bak! (Vicdanının sesini dinle!)” (Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, IV, 194) buyurulmuştur.
Kişi; vicdanının sesini susturur, kalbini köreltir, şüpheli şeylere düşerse, onun haramlara düşmesi de uzak değildir. Âhirzamanın; kalplerin katılaşacağı, helâl-haram hassâsiyetinde çokça gaflete düşüleceği bir zaman olacağı hadîs-i şerifte îkazen bildirilmiştir:
“Öyle bir zaman gelir ki; kişi malını helâlden mi, haramdan mı kazandığına hiç aldırış etmez.” (Buhârî, Büyû, 7, 23)
O âhirzaman maalesef gelmiştir.
Meselâ;
Zamanımızda bilhassa mîras hukukunda Cenâb-ı Hakk’ın taksimine râzı olmayanlar zuhûr etmiştir. Bu hususta haksız, haram bir pay almaktan ve haksızlığa sebep olmaktan son derece endişe edilmelidir. Zira mîras hukukunu teşrî eden âyetlerin hitâmında şu ağır ilâhî îkaz nâzil olmuştur:
“Kim Allâh’a ve Peygamber’ine karşı isyan eder ve (Allâh’ın) sınırlarını çiğnerse; Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (en-Nisâ, 14)
ÂHİRZAMAN
Kazançlara ve gıdâya haramın karışması, âhireti berbat ettiği gibi dünyayı da perişan etmektedir. Fertler, aile ve toplum; haram ve şüpheli lokmaların getirdiği gafletle insâniyet husûsiyetlerini kaybetmekte, nefsâniyetin karanlıklarına dûçâr olmaktadır. Toplumda nesil nesil artan gaflet, şaşkınlık, kabalık ve alıklık; evlâtlara yedirilen lokmalara dikkat edilmemesinin neticesidir. Cinayetler, şiddet, iffetsizlik, nâdanlık, acımasızlık, cimrilik, katılık vb. bütün bunlar mânevî hastalıklardır ve sebepleri de mikroplar gibi, virüsler gibi vücutlara girip kalpleri iğfâl eden haram ve şüpheli gıdâlardır.
Hâlbuki herkesi hayran bırakan, şanlı mâzîmizde; lokmaların helâliyeti yanında, ona en ufak bir göz hakkı ilişmemesi için dahî tedbirler alındığını görürüz.
Daha elli sene evvelinde bile; evlerde fırın olmadığı için, çarşı fırınına gönderilen börek, çörek gibi bir gıdâ maddesi mutlaka bezlerle sarmalanır; «Kokusunu aldı, hak geçti.» diye mutlaka fırıncıya da ondan bir parça ikrâm edilirdi.
Lokantalarda yemekler teşhir edilmez; bir perde ile örtülerek, dışarıdan geçen, mahrum, imkânı el vermeyen insanların o yemeklerin nefâsetini hissetmemeleri için tedbir alınırdı.
Daha evvelinde; esnafın mânevî istinadgâhı olan ahîler, her mesleğin erbâbını dervişler misâli, yetiştirir, takip eder, her işe besmele ve salevat rûhâniyeti katılırdı. Böylece çarşı-pazardaki tezgâhlar bile birer dergâh olurdu. Gaflete düşebilecek bir kişi, usûlünce îkaz veya terbiye edilir; kötülük kendine meydan bulamazdı.
Helâl kazançla alınmış, besmeleyle tartılmış, salevatla yetiştirilmiş, abdestli-duâlı hazırlanmış malzemelerin girdiği evlerde, gıdâlar yine duâlarla, huzur hâliyle, ibâdet hissiyâtıyla pişirilir, yiyen herkese mânevî enerji, feyiz ve rûhâniyet olurdu.
Günümüzdeki manzara ise acı bir; «Heyhât!» dedirmektedir.
HEYHÂT!..
Nerede o ecdat, nerede bu evlât?
Göz hakkı hassâsiyeti unutulmuş, gıdâ satılan yerler reklâm ve teşhir ile sattıkları her şeyin üzerine mahrumların nazarlarını celbetmeyi mârifet bilmekte. Vitrinler dolusu yiyecekler; açlara, yoksullara, yetimlere, gariplere nisbet yaparcasına görgüsüzce seyrettirilmekte. O mahrum ve bîçâre nazarların takılı kaldığı gıdâlar da yiyenlerde mânevî sancılara sebep olmakta.
O etleri kesenler ehl-i îman mı? O yemekleri pişirenler ehl-i salât mı, abdestli mi, ağzı duâlı mı? Soran yok, umursayan yok!..
Huzurlu mâzîmizde azın azı olan psikolojik ve psikiyatrik rahatsızlıklar; günden güne artmakta, varlık içinde yokluk çeken, bolluk içinde sıkıntı, depresyon, bunalım hisseden insanlar; mâneviyatsızlığın sancılarıyla kıvranmakta…
Bir tarafta oburluk, bir tarafta açlık artmakta…
Bir yanda israf, bir yanda cimrilik artmakta…
Besmelesiz, sun‘î, ithal, boyalı, ne idüğü belirsiz kimyevî maddelerle dolu gıdâlar; nesillerin kalbini, dimâğını, şahsiyetini belirsiz, bulanık, alık ve ruhsuz hâle sokmakta…
Günümüzde ucuz olması sebebiyle hınzır etinin maalesef birçok sucuk, salam vesâir gıdâlara katıldığı yolunda haberler mâlûmdur. Memleketimizde de ne yazık ki her gün tonlarca hınzır kesildiği bildirilmektedir. Fakat et satılan yerlerin ekserîsinde bunlar domuz eti olduğu söylenmeden satılmakta, normal helâl et imiş gibi piyasaya sürülmektedir. Müslümanlar bu mevzuda çok dikkatli olmalı, helâl sertifikası olan firmaları bulmalı ve nereden et alacağını hakkıyla araştırmalı ve ancak dînen temiz ve güvenilir olanı almalıdır.
Lokmalar kadar, kazançlar da harama, şüphelere bulanmış. Fâiz, kartlarla cüzdanlara sızmış. Kumar, oyun sayılır olmuş. Nazarlar sorumsuz… İhtilât her yeri karmakarış etmiş… Her hâliyle câhiliyye…
Bundan kurtulmanın yolu, yine Fahr-i Kâinât Efendimiz’de…
Çare; O’nun sünnetine sarılmakta…
O’nun kanaatkârlığını, istiğnâsını, helâl hassâsiyetini, infâkını, îsârını yaşamakta…
O’nun muhteşem ahlâkını tâlim edip, hayatımızın her safhasına tatbik etmekte…
Ve O’nun gibi duâ etmekte:
اَللّٰهُمَّ اكْفِن۪ى بِحَلاَلِكَ عَنْ حَرَامِكَ، وَأَغْنِن۪ى بِفَضْلِكَ عَمَّنْ سِوَاكَ
“Allâh’ım!
Helâl kıldıklarını bana kâfî eyle, bu sûretle haram kıldıklarından beni muhafaza eyle!.. Beni fazlınla Sen’den başkalarından müstağnî kıl!” (Tirmizî, Duâ, 110)
Âmîn!..
___________________________________
* Ehl-i beyte sadaka ve zekât yemek, haramdır. Eğer böyle olmasaydı; bütün sadaka ve zekâtlar, Efendimiz’in ve kıyâmete kadar, ehl-i beytin önüne yığılır, muhtaçlar mahrum kalırdı. Bunu engellemek hikmetine binâen ehl-i beyte sadaka haram kılınmıştır.