O’NUN MUHTEŞEM AHLÂKI -26- (Vefâsı)

Ebedî Fecre

Yıl: 2017 Ay: Eylül  Sayı: 151

ÎMÂNIN KEMÂLİ AHLÂK İLE

Yüce dînimizin en büyük gayelerinden biri, mü’minlerin iç dünyalarını ve dış âlemlerini güzel ahlâk ile tezyîn eylemektir.

Fahr-i Kâinât Efendimiz buyurur:

“Mü’minlerin îman cihetinden en mükemmeli, ahlâken en güzel olanıdır.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 250)

Îmânın ikmâli güzel ahlâk ile…

Nitekim Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’in ahlâkı şânında;

“Sen elbette muhteşem bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4) buyurdu.

Bu âyet-i kerîmenin içinde bulunduğu sûre, bi’setin üçüncü yılında nâzil olmuştur.

Dolayısıyla;

Efendimiz’in ahlâkı, Cenâb-ı Hak tarafından tescil ve tebcil edildiğinde; henüz Kur’ân-ı Kerîm’in pek azı vahyolunmuştu. O’nun ahlâkı; nübüvvetten ve Kur’ân’ın vahyinden önce de mükemmel ve muhteşem idi. Zira Peygamberimiz; önceki ahlâkını, Kur’ân okuyarak tahsil etmemişti. O’nun ahlâk ve şahsiyeti, dâimâ zirve hâlindeydi. Çünkü O’nu Rabbi terbiye etmişti. Kur’ân nâzil olunca; O’nun ahlâkı, kanat kanat bütün cihanı kuşattı. Âlemlere rahmet oldu.

Yani kelâm-ı ilâhî olan Kur’ân-ı Kerim, O’nun kalbine nakşoldu. Böylece yüce ahlâkı, her beşerin zirvesinde bir kemâle ulaştı. Âyette; «لَعَمْرُكَ» buyurularak yalnız O’nun hayatı üzerine yemin edildi. (Bkz. el-Hicr, 72)

Cenâb-ı Hakk’ın yaratıştaki sanat hârikası, Fahr-i Kâinât Efendimiz ve kelâmdaki mûcizesi Kur’ân-ı Kerim… Nûrun alâ nûr!..

Îman, ibâdet, muâmelât ve ahkâm esasları, bu güzel ahlâk zemininde tesis edildi.

Güzel ahlâkın en mühim ve şümullü maddelerinden biri de vefâdır.

VEFÂ: YÜCE BİR HASLET

Vefâkârlık; peygamberlere, velîlere ve fazîlet sahibi kimselere ait zirve bir vasıf olarak, beşerî hayatı en yüce bir seviyede taçlandıran mânevî bir haslettir.

Bu ulvî his, sevilen veya sevilmesi gereken kimselere verilen kıymetin bir ölçüsüdür.

Vefâ duygusuna sahip olmayan kimseler; sadece kendini, zevkini ve menfaatini düşünen bencil ve nâdan kimselerdir.

Vefâ, lügavî olarak borcu ödemeyi ve bir sözü yerine getirmeyi ifade eder. Vefânın en zarûrî kısmı budur. Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

“…Verdiğiniz sözü yerine getirin! Çünkü verilen söz mes’ûliyeti îcâb ettirir.” (el-İsrâ, 34)

“Onlar emânetlerine ve ahitlerine riâyet ederler.” (el-Mü’minûn, 8)

Vefâ en yüce hasletlerden biri olunca, Allah Teâlâ en yüce peygamberlerini de vefâ ile metheder. İbrahim -aleyhisselâm-’ı;

“Çok vefâkâr olan (ahdine vefâ gösteren) İbrahim…” (en-Necm, 37) ifadeleriyle takdir ve tekrîm buyurmuştur.

DOSTLUĞUN FÂRİK VASFI

Hazret-i İbrahim; can, mal ve evlât imtihanlarından geçerek «Halîlullah: Allâh’ın dostu» olma mazhariyetine erişti.

Tevhid mücadelesinde kavminin putlarını kırdı. Onlara, putların ne kadar âciz varlıklar olduğunu ispat etti. Buna karşılık ateşe atılarak cezalandırılmasına karar verildi. Meleklerden gelen yardım tekliflerini reddedip, tam teslîmiyetle ateşe atıldı. Ateş, Cenâb-ı Hakk’ın yani yüce Dost’un emriyle gülzâra döndü.

Cenâb-ı Hak Hazret-i İbrahim’e büyük sürüler hâlinde mal ikrâm etmişti. Cebrâil -aleyhisselâm- beşer kisvesinde yanına geldi ve talepte bulundu. Hazret-i İbrahim, Rabbini üç kez zikretmesi şartıyla hepsini ona bağışladı. Hazret-i Cebrâil, kendisini tanıtınca; Halîlullah, infâkından dönmedi, bütün malını Allah yolunda vakfetti.

Rüyasında evlâdını kurban ettiğini gördü. Rüya, üç kez tekrarlanınca, bunun ilâhî emir olduğuna kānî oldu. Oğlu İsmail de tam teslim oldu. Lâkin ilâhî rahmet yetişti, bıçak kesmez oldu.

Hazret-i İbrahim; üç imtihandan da muvaffakiyetle geçerek, Halîlullah vasfına mazhar oldu.

Yüce Dost’un mukabil bir ikramları olarak;

  • Âhirzaman Nebîsi, Son Peygamber Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu teslîmiyeti sergileyen baba-oğul peygamberlerin neslinden geldi.
  • Kurban Bayramı; kıyâmete kadar, mü’minlere bu teslîmiyeti hatırlatan bir saâdet ve kurbiyet hediyesi oldu.
  • Kıyâmete kadar bütün ümmet-i Muhammed’in, her tahiyyattan sonra Hazret-i İbrahim’e salevat getirmesi de vefâ dolu bir ikrâm oldu.

Dostluğun fârik vasfı vefâdır.

Cenâb-ı Hak; kendisine dost olana hem dünyada hem âhirette sonsuz lütuflarda bulunur. Bilhassa insan için meçhullerle dolu korkunç ebediyet yolculuğunun, son nefes, kabir, ba‘s, haşir, mîzan, sırat gibi duraklarında Cenâb-ı Hak; dostlarına rahmet meleklerini göndererek, onları selâmete alır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Bilesiniz ki;

Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.” (Yûnus, 62)

Cenâb-ı Hakk’a dost olmanın şartı ve alâmeti; kulun kendisini, Allâh’a adamasıdır. Can, mal ve evlâdını, Allah yoluna adayabilenlerden, Cenâb-ı Hak bu fedâkârlıklarını; «karz-ı hasen: «قَرْضًا حَسَنًا : Güzel bir borç» olarak kabul eder ve âhirette kat kat fazlasıyla ona öder. Cenâb-ı Hak’tan daha vefâlı, daha cömert kim vardır?

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Kim Allâh’a güzel bir ödünç verecek olursa, Allah da onun karşılığını kat kat verir ve ayrıca onun çok değerli bir mükâfâtı da vardır.” (el-Hadîd, 11)

Hak yolunda fedâkârlıkların bir temsili de kurban ibâdetidir. Bizlere sayısız lütuflarda bulunan Rabbimiz için; bir vefâkârlık göstermek, küçük bir fedâkârlıkta bulunmaktır.

Bu ibâdet sayesinde, beldelerimizde ve dünyanın her tarafında fukarânın evine, senede bir kez de olsa, et ikrâmı girmektedir. Bu ibâdet vesilesiyle, mü’minlerin kardeşlik vazifelerinin edâsı ve hakikî bir bayram için güzel bir fırsat meydana gelmektedir.

Cenâb-ı Hak; cümle ibâdetlerimizle beraber, kurbanlarımızı da kabul eylesin, kurbiyetine vesile kılsın. Kabulü için ise her ibâdetin mânevî tarafını da ikmâl etmek şart.

EN GÜZEL VEFÂ: KURBAN

Zira Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Keçinin gölgesini kurban etme!..”

Yani Kurban Bayramı; zâhirden ibaret zannedilip, «et ve kebap bayramı» olarak görülmemelidir. Kurbandan asıl olanın; ne kan ne de et, bilhassa takvâ olduğu unutulmamalıdır. Kurbanlıklara, merhamet ile muâmele edilmeli; bu ibâdet vecd ve tâzim ile îfâ edilmelidir.

Kurban Bayramı, aynı zamanda hac ibâdetinin edâ edildiği zamandır. Hazret-i İbrahim, Hacer ve İsmail Efendilerimiz’den hâtıralarla dolu olan hac ibâdeti, en son vaz‘ edilen ibâdettir. Demek ki; hac, tam mânâsıyla tekâmül etmiş bir mü’min istemektedir. Tefekkür ettiğimizde haccın şu sır ve hikmetleri talim ettiğini görürüz:

  • Esas hayatın âhiret olduğu şuuruyla ihrâma girmek,
  • Bir ot dahî koparamayacak derecede, zarâfet ve nezâket içinde olmak,
  • «Rafes (şehvânî söz ve davranışlardan), cidal (çekişmeden) ve fısk (günah ve isyanlar)»dan tamamen uzak durup, bu hassâsiyeti ömre yaymak ve;
  • Şeytanı taşlamak…

Şeytanı sadece Mina’da sembolik olarak taşlamak değil, her an eûzü-besmelelerle, amel-i sâlihlerle taşlamak lâzımdır.

Çünkü şeytan her an musallat olmakta. Evlâtlara, mallara ortak olmaya çalışmakta. « اَلْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِۙ: Sinsi bir şekilde fırsat kollayarak, zayıf bulduğu anda vesvese vermekte»… Şeytanı hayatın her ânında taşlamalı ve onun şerrinden, her zaman Allâh’a sığınmalı…

Çünkü o Rabbine karşı çok nankör ve çok vefâsızdır…

Vefâsızlık ağır bir günah, vefâ ise sonsuz bir ecirdir.

Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur:

…Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefâ gösterirse, Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” (el-Fetih, 10)

Vefâ, üzerimizde hakları olanlara karşı muhabbet ve fedâkârlıkla mukabelede bulunma gayretimizdir.

ÜZERİMİZDEKİ HAKLAR

İnsanın hayatı bin bir hak ile devam eder. Daha dünyaya gelmeden başlayan bu haklar, vefatından sonra dahî devam eder.

Şöyle ki; annesi onu karnında dokuz ay taşır, sancısını ve ıstırabını duyar. O anneye evlâdı; ömür boyu vefâ duymalı, medyûn-i şükran olarak teşekkür ve duâ hissiyâtı içinde yaşamalıdır.

Sadece annesi değil; babası, kardeşleri, akrabaları, hocaları, öğretmenleri, komşuları, işçileri yahut işverenleri, müşterileri ve nice nice insanın hakları birikir. Öyle ki;

Vefat eden bir insanı yıkayan, kefenleyen, tabutunu taşıyan ve defneden insanların da hakları terettüb eder.

Demek ki;

Beşikten mezara üzerimizde binlerce hak birikmektedir. Bunlara karşı medyûniyet ve vefâ, insanlık borcudur.

Üzerimizdeki hakkın en büyüğü ise Cenâb-ı Hakk’a aittir.

CENÂB-I HAKK’A VEFÂ

İnsan her şeyden evvel, Rabbine karşı vefâkâr olmalıdır. Bu ise, ancak ve ancak O’nun emirlerine riâyetle gerçekleşir.

Vefânın en mühim seviyesi;

Cenâb-ı Hakk’ın; ruhları yaratıp;

“–Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurduğu vakit;

“–Elbette yâ Rabbî!..” diye cevap verdiğimiz; «Kaalû Belâ»daki ahde vefâdır. (Bkz. el-A‘râf, 172)

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)

Cenâb-ı Hakk’ı unutmamak, dâimâ O’nu zikretmek ve O’na yalvarmak demektir. Dâimâ ilâhî kameraların altında olunduğunun idrâki demektir. Dâimâ O’nun nimetleriyle perverde olduğunun şuuruyla, hamd ve şükür hâlinde yaşamaktır.

Cenâb-ı Hakk’a vefânın en güzel tezâhürleri, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in hayatındadır. O’na; gelmiş ve geçmiş günahları bağışlandığı hâlde, niçin sabahlara kadar ibâdet ettiği sorulduğunda şu cevabı vermişti:

“Şükreden bir kul olmayayım mı?” (İbn-i Hibbân, II, 386)

Allâh’a karşı vefâdan sonra en ulvî ve en zarûrî vefâ borcumuz, Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’edir.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ki;

«Ümmetî!.. Ümmetî!..» diyerek Cenâb-ı Hakk’a tazarrû ve niyazlarında hep ümmetini dilemiştir. Nebevî ömrü, ümmeti için nice çilelerin çemberinde geçtiği gibi; vefatından sonra da kabrinde, Sûr’a üfleninceye kadar ümmeti için istiğfarda bulunacaktır.

Peygamber’e sevgi ve muhabbette derinleşmekle başlayacak olan bu vefâ, O’nun Sünnet-i Seniyye’si etrafında pervâne olabilmekle mümkündür. O’na vefâ; salât ü selâmlarla, dâimâ O’nunla gönül beraberliğinde olmak ve O’nun râzı olmayacağı söz, hâl ve davranışlardan uzak durmaktır. Zira Efendimiz; Vedâ Hutbesi’nde;

“Sakın (günah işleyerek) mahşer gününde yüzümü kara çıkarmayın!” buyurmuştur. (Bkz. Müslim, Hac, 147)

Devrimizde Efendimiz’e büyük bir vefâsızlık hâlinde, O’nun mübârek hadislerini istihfâf eden, edille-i şer‘iyyeden Sünnet-i Seniyye’yi çıkarmaya kalkan nâdanlar zuhûr etmiştir.

Cenâb-ı Hak, bize her Fâtiha’da; «Gazaba uğrayan ve sapıtanların yolundan sakınma» telkininde bulunmaktadır.

Maalesef, son asırlarda, İslâm düşmanı misyoner ve oryantalistlerin hususî gayretkeşliklerinin mahsûlü olan, zararlı ve zehirli fikirler; İslâm dünyasına, îmanları kül eden birer kıvılcım hâlinde sıçramıştır.

Bizim talebeliğimiz yıllarında; bu yabancı zehirlerin ilk adımı olarak, mezhebleri reddetme ve yıkma teşebbüsleri başlamıştı.

Hâlbuki, mezhebler; müctehid âlimlerimizin, Kur’ân ve hadislerden istinbât ederek, bizlere intikal ettirdiği içtihad manzûmeleridir. İslâm ümmeti, asırlarca birçok mezhebden dördü üzerinde ittifak etmiştir. Mezhebleri reddeden her kişi aslında kendi mezhebini kurmaya kalkmaktadır. Hâlbuki asla bu işe ehil değildir. Böylece, fert sayısınca din anlayışı ortaya çıkar. Nitekim bugün; «Bana göre» diye din hususunda görüş ileri süren yüzlerce yarım hoca zuhûr etmiştir.

Mezhebleri reddetme gediği açıldıktan sonra tahribat genişledi, ikinci adımda Sünnet’i hedef aldı. Allah Rasûlü’nün mübârek sözlerini, kâh; «Bize sıhhatli ulaşmadı, çoğu uydurmadır!» diyerek, kâh; «Bize Kur’ân yeter!» diyerek reddetmek şeklindeki kalp hastalığı başladı.

Bu ne büyük bir vefâsızlıktır!

Hâlbuki Allah Teâlâ, kitabında Peygamber’ine itaati, kendine itaat saymıştır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَۚ

“Kim Rasûl’e itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur.” (en-Nisâ, 80)

Birçok âyette, Allâh’a itaatin hemen ardından Rasûl’e itaat, ayrıca zikredilmiştir:

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَط۪يعُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُوا الرَّسُولَ وَلَا تُبْطِلُٓوا اَعْمَالَكُمْ

“Ey îmân edenler! Allâh’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin. Amellerinizi boşa çıkarmayın.” (Muhammed, 33)

Din tahrifinin üçüncü adımı ise, Kur’ân âyetlerini “tarihsel” diyerek hükümsüz bırakma teşebbüsüdür. Bugünün sefil Avrupâî hayat tarzına ve çürük felsefî aklına muhalif görünen Kur’ân ahkâmını -hâşâ- emekliye ayırmaya kalkmaktır. Ucu küfre varan çok sakat bir anlayıştır.

Hâlbuki, İslâm sadece bir kavme yahut bir devre gelen bir din değildir. Kıyâmete kadar bütün insanlığa gönderilmiş yegâne Hak dindir. Mükemmeldir.

Bu inhiraflar, âhirzaman fitnesidir.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Vedâ Hutbesi’nde şöyle buyurmuştur:

“Size iki şey (emânet) bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe sapıklığa düşmezsiniz:

  • Biri, Allâh’ın kitabı Kur’ân;
  • Diğeri Rasûlü’nün sünneti…” (Muvattâ, Kader, 3)

Sırât-ı müstakîm, Cenâb-ı Hakk’a giden yoldur. O yolun rehberi de Peygamber Efendimiz’dir.

Allah Rasûlü’ne vefâsızlık, en büyük vefâsızlıktır.

VEFÂ BORCUMUZ

Bize bir bardak su verene teşekkür etmek ihtiyacı duyarız. Mukabelede bulunmak isteriz. Bugün nâil olduğumuz mânevî nimetleri bizlere ulaştıran nice isimli ve isimsiz kahraman vardır. Onlara da vefâ borçluyuz.

Bu şuurla;

Her mü’min, din büyüklerine, yani Hak dostlarına karşı da vefâ hissiyle dolu olmak mecburiyetindedir. Zira; Allah ve Rasûlü’nün getirdiği emir ve nehiyleri, güzel ahlâkı ve iki cihanımızı aydınlatan ulvî kandilleri bizlere fedâkârca taşıyanlar, onlardır.

Allah Rasûlü’nün hayatı, eşsiz vefâ tezâhürleriyle doludur:

Varlık Nûru -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; altı yaşlarında annesi ile birlikte Medine’ye, babasının kabrini ziyarete gitmişti. Dönüşte, Ebvâ köyünde annesi de vefat etti. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu sûretle anneden de öksüz kalarak hizmetçileri Ümmü Eymen -radıyallâhu anhâ- ile birlikte Mekke’ye döndü.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hayatı boyunca dadısı Ümmü Eymen’i sık sık ziyaret eder ve kendisine; «Anne!» diye hitap ederdi. Onun için;

“Annemden sonra annem! Bu, benim ev halkımdan sağ kalan tek kişidir!” diyerek iltifat eder, hürmet ve muhabbet gösterirdi.

SÜT AKRABALARINA VEFÂ

Huneyn Gazâsı’nda zafer elde edilmiş, ele geçirilen ganîmetlerin yanında çok sayıda da esir alınmıştı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, esirler arasında süt kardeşi Hazret-i Şeymâ’nın da bulunduğu haberi geldi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hemen onu yanına getirterek ridâsını çıkardı ve Hazret-i Şeymâ’nın altına serdi. Bâdiyede beraber büyüdükleri bu kıymetli süt kardeşe, büyük bir vefâ gösterip şefkatle muâmele ederek;

“–Hoşgeldin!” dedi. Eski günleri hatırladı ve gözleri yaşla doldu. Anne ve babasını sordu. Şeymâ, onların vefat etmiş olduklarını bildirdi. Allah Rasûlü diğer akrabaları hakkında da bilgi aldı. Daha sonra da;

“–İstersen, sevgi ve saygı görerek yanımda otur! İstersen, sana mallar verip kabîlenin yanına göndereyim? Senin için bunu da yaparım.” buyurdu. Şeymâ;

“–Sen bana mal ver ve beni kavmimin yanına gönder.” dedi ve ardından müslüman oldu. Allah Rasûlü; Şeymâ Hatun’a ve aile halkından sağ olanlara, deve ve davarlar verdi. (İbn-i Hişâm, IV, 101; Vâkıdî, III, 913)

Bir müddet sonra da Peygamber Efendimiz, içlerinde süt akrabaları bulunan esirlerden kendi hissesine ve Abdülmuttaliboğulları’na düşenleri serbest bıraktığını îlân etti. Ashâbına;

“–Sizden her kim; esirlerini bedelsiz, gönül rızâsı ile vererek kardeşlerini memnun etmekten hoşlanırsa, böyle yapsın! Her kim de kendi payına düşeni bedelsiz olarak vermek istemezse, bunu Allâh’ın ihsan edeceği ilk ganîmetten öderiz. Dileyen de böyle yapsın!..” ricasında bulundu. Ashâb-ı kiram da büyük bir fazîlet örneği sergileyerek;

“–Bizler de esirlerimizi Allâh’ın Peygamberi’ne hibe ettik!” dediler. (Buhârî, Meğâzî, 54; İbn-i Hişâm, IV, 134-135)

Böylece o gün Hevâzin’e; binlerce harp esiri, hiçbir karşılık alınmadan iade edildi. Allah Rasûlü’nün vefâ hissi sayesinde binlerce insan ihyâ edildi, îmâna ve hürriyete kavuşturuldu.

Fahr-i Kâinât Efendimiz; bu güzel muamelesiyle, ashâbına da vefâyı ve mürüvveti tâlim buyurdu.

Efendimiz’in hiç unutmadığı ve dâimâ vefâ gösterdiği şahsiyetlerden biri de Hatice Vâlidemiz idi.

EMSALSİZ VEFÂ

Âişe -radıyallâhu anhâ-, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Hatice Vâlidemiz’e gösterdiği vefâkârlığı şöyle anlatır:

Peygamber Efendimiz’in hanımlarından hiçbirini, Hatice’yi kıskandığım kadar kıskanmadım. Üstelik onu hiç görmedim. Fakat Rasûl-i Ekrem, onu sık sık yâd ederdi. Bir koyun kesip eti taksim edildiğinde, çoğu zaman Hatice’nin dostlarına da gönderirdi. Bazen (dayanamayıp) Allah Rasûlü’ne;

“–Sanki dünyada Hatice’den başka kadın kalmadı!” derdim.

Fahr-i Kâinât Efendimiz;

“–O, şöyle şöyleydi…” diye husûsiyetlerini sayar ve; “Evlâtlarım ondan oldu.” derdi. (Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr, 20; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 74-76)

Rasûlullah Efendimiz’in vefâsı, akraba ve yakınlarına has değildi. Bütün ashâbına ve bütün ümmetine idi.

ENSÂRA VEFÂ

Peygamberimiz, hicret etmek mecburiyetinde kalarak ayrıldığı Mekke’yi 8 yıl sonra fethetmişti. Fetihten sonra da Mekke’de on beş gün kalmıştı.

Bu arada ensardan bazıları endişelendiler. Acaba Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir daha Medine’ye döner miydi?

Çünkü Allah Teâlâ, O’na doğup büyüdüğü mübârek ve mukaddes yerin fethini nasîb etmişti.

Safâ Tepesi’nde duâ etmekte olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ensâr-ı kirâmın bu tedirginliğini sezdi. Duâsı bittikten sonra onların yanına gelerek;

“–Konuştuğunuz nedir?” diye sordu.

Onlar da endişelerini dile getirince, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- büyük bir vefâ örneği sergileyerek şöyle buyurdu:

“–Ey ensar! Öyle bir şey yapmaktan Allâh’a sığınırım. Ben sizin memleketinize hicret ettim. Hayatım hayatınız; ölümüm de sizin yanınızdadır.”

Bu ifadelerden sonra ensârın endişesi zâil oldu. (Müslim, Cihâd, 84, 86; Ahmed, II, 538)

Peygamberimiz, zor günlerinde kendisine ve muhâcirlere cân u gönülden destek olan Medinelileri mahzun bırakmadı. Ne eşsiz bir vefâ!..

ÜMMETE VEFÂ

Vefâ duygusunun şümûlü, mü’minin gönlü gibi geniş olmalıdır. Bilhassa dostlara ve din kardeşlerine vefâyı da gönle yerleştirmek gerekir.

Peygamberimiz’in mahşer gibi kaynayan gönlünde, bütün ashâbına vefâ vardı. Mescid-i Nebevî’yi temizleyen siyâhî bir mü’min vardı. Efendimiz onu bir ara göremedi. Merak ederek nerede olduğunu sordu. Vefat ettiğini söylediler. Bunun üzerine vefâ âbidesi Efendimiz;

“–Bana haber vermeniz gerekmez miydi?” buyurdu. Daha sonra; “Bana kabrini gösterin!” diyerek kabrine gidip cenâze namazı kıldı ve ona duâ etti. (Buhârî, Cenâiz, 67)

Diğer taraftan; ecdâda vefâ, dirilerimize ve ölülerimize vefâ, vatana vefâ ve toplumdaki bütün emânetlere vefâ, sağlam karakter ve şahsiyetin vasıflarındandır. Vefâ mü’minin hasletidir. Vefâsızlık ise münafık huyudur.

Hazret-i Mevlânâ, kadirşinas ve vefâkâr olmanın fazîletini ne güzel îzâh eder:

YA VEFÂ YA CEFÂ

“Aşk, muhabbet, dostluk gibi hususların cümlesi vefâya bağlıdır ve dâimâ vefâlı olan kimseyi arar. Bunlar, vefâsız bir gönle asla yaklaşmaz.

Kalem; «Vefânın karşılığı vefâ; cefânın karşılığı da cefâdır.» diye yazmış ve mürekkebi de kurumuştur.

Bir padişah, kendisine hâinlik eden kimse oğlu bile olsa onun başını gövdesinden ayırıverir. Fakat bir Hintli köle padişaha vefâ gösterirse; gönüller o köleye iltifatta bulunur, onu takdir eder… Onun gördüğü itibarı, yüzlerce vezir göremez.

Köle de ne ki; eğer bir kapıda vefâlı olan köpek dahî olsa, sahibinin gönlünde o köpeğe karşı yüzlerce râzılık, yüzlerce memnuniyet duygusu yeşerir; sahibi o köpeği muhabbetle okşar…”

Karda ayak izlerini takip eder gibi, Allah Rasûlü’nün izinden giden Hak dostları; bütün güzel ahlâk hasletleri gibi, vefâ ile de temâyüz ederler.

Meselâ anneye vefâya birkaç örnek:

Abdurrahman Câmî Hazretleri der ki:

“Ben annemi nasıl sevmem. O beni bir müddet karnında, cisminde; bir müddet kollarında; hayat boyu da kalbinde taşıdı.”

Bahâüddîn Nakşibend -kuddise sirruhû- Hazretleri de;

“Benim kabrimi ziyaret etmek isteyenler, önce annemin kabrini ziyaret etsin.” buyurarak, annesi için sadaka-i câriye olma gayretinde olmuştur.

Pederimiz ve Üstâdımız Musa Efendi -kuddise sirruhû-, sevenleri arasında «Sâhibü’l-Vefâ» olarak mâruf olmuştu. Musa Efendi Hazretleri’nin sayısız vefâ duygularından birkaçını şu şekilde nakledebiliriz:

O, cemiyette vefâsızca yalnızlığa terk edilmiş ve ızdıraplarıyla baş başa bırakılmış garip ve yaşlı kimseler karşısında fevkalâde duygulanırdı:

“Bizim, bu garipleri aslında evimizde barındırmamız îcâb eder. Lâkin buna muktedir değiliz. O hâlde, bir huzur yurdu inşâ etmeliyiz.” diyerek birkaç yakınıyla beraber bu güzel düşünceyi hayata geçirmişlerdi. Zaman zaman da garipleri ziyaret edip onların ihtiyaçlarıyla yakından alâkadar olurlardı.

Onun gönlü; bahçedeki kedilerin karakterlerine kadar uzanır, onları sıfatlarıyla isimlendirerek yavrularına olan sadâkat ve merhametlerine göre her birine ayrı ayrı muamele ederlerdi.

Şahsen benim daha kundak yaşımdayken hizmetimi gören bir hemşireyi, elli beş sene sonra bile aratarak buldurmuş ve ona izzet ve ikramlarda bulunmuştur.

Hele onun, üstâdı Sâmi Efendi Hazretleri’ne olan vefâsı, dillere destandı. Bayram günlerinde ilk ziyaret ettiği yer, Sâmi Efendi’nin eviydi. Yine ilk kurbanları onun için keserdi. Bilhassa onun muazzez rûhuna hatimler okunmasına vesile olur ve her yıl sevenleri tarafından üstâdı için tilâvet edilen on binlerce hatm-i şerif, vefâkâr gönlünü ziyadesiyle memnun ederdi.

Cenâb-ı Hakk’ın bir ismi de, «شَكُورٌ Şekûr»dur. Yani Rabbimiz, kullarının azıcık amellerine çok büyük ecir ve mükâfatlarla mukabele eder. Asla karşılıksız bırakmaz. O’nun kullarına va‘dettiği ikramlar, kullarının amel ve tâatlarinin binlerce katıdır. Çünkü O, cömertler cömerdidir.

Biz mü’minler de yüce Rabbimiz’in cemâlî vasıflarıyla muttasıf olma gayreti içinde, Peygamber Efendimiz ve Hak dostlarının vefâsı gibi vefâkâr olmalıyız.

Mahşer yerine ödenmemiş haklarla değil, hayır duâlarla gelebilmeye gayret etmemiz îcâb eder.

Tavafta okunan şu duâ ile Rabbimiz’e niyaz edelim:

Yâ Rabbî! Zâtın ile benim aramda ödemem gereken pek çok hak var.

Yine kulların ile benim aramda da nice haklar var.

Ey Allâh’ım! Üzerimdeki Zâtına ait hakları affeyle. Yarattıklarına ait olanların yükünü de merhametinle, üzerimden kaldır.

Âmîn!..