O’NUN MUHTEŞEM AHLÂKI -25- (Mes’ûliyetlerimiz)

Ebedî Fecre

Yıl: 2017 Ay: Ağustos Sayı: 150

BOŞ YERE DEĞİL!

Cenâb-ı Hak, insanı kulluk imtihanı için yarattı. Bu cihanı da bu imtihanın bir dekoru ve bir dershânesi olması için vâr etti. Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

وَمَا خَلَقْنَا السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ
وَمَا بَيْنَهُمَا لَاعِب۪ينَ

“Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.” (ed-Duhân, 38)

اَفَحَسِبْتُمْ اَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا وَاَنَّكُمْ اِلَيْنَا لَا تُرْجَعُونَ

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzûrumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 115)

اَحَسِبَ النَّاسُ اَنْ يُتْرَكُٓوا اَنْ يَقُولُٓوا اٰمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ

“İnsanlar yalnız; «İnandık!» demekle hiç imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı sandılar?” (el-Ankebût, 2)

O hâlde her akıl sahibi idrâk etmeli ki;

İnsan, bu cihana keyfince vakit tüketmek için gelmemiştir. İlâhî mes’ûliyetleri ve vazifeleri vardır. Hayat sermayesini ciddî bir gaye ile ilâhî ölçüler ışığında değerlendirmek mecburiyetindedir.

Mes’ûliyet; sorumlu olmak, muâhezeye ve sorguya çekilecek olmak demektir. Günahtan korunmuş olan peygamberler dahî vazifelerinden dolayı ağır bir mes’ûliyet altındadırlar. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Elbette kendilerine peygamber gönderilen kimseleri de, gönderilen peygamberleri de mutlaka hesaba çekeceğiz.” (el-A‘râf, 6)

Dehşetli mahşer gününün bir adı da Hesap Günü’dür. O gün insanlar, hem Rablerine karşı hem de mahlûkāta karşı yapıp-yapmadıklarının hesabını verecektir.

Rabbine karşı; îman, tâzim, ibâdet, şükür ilh. borcu içinde olan insanın, hemcinslerine karşı da iç içe birçok mes’ûliyet içinde olduğunu şu hadîs-i şeriften idrâk ediyoruz:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mes’ulsünüz.

İmam (her türlü idareci) çobandır ve sürüsünden mes’uldür.

Erkek, ailesinin çobanıdır ve sürüsünden mes’uldür.

Kadın, kocasının evinde çobandır, o da sürüsünden mes’uldür.

Hizmetçi, efendisinin malından sorumludur ve sürüsünden mes’uldür.” (Buhârî, Ahkâm, 1; Müslim, İmâret, 20)

HER İDARECİ MES’UL…

İnsanlar toplum hâlinde yaşarlar ve bu toplulukların nizamı için içlerinden bir kısmının idareci olması îcâb eder. İnsanların çoğu fıtraten idareci olmaya isteklidir. Lâkin idarecilik, idaresi altındakilerin mes’ûliyetini yüklenmektir. Dolayısıyla bu vazifeleri; ehil, liyâkatli, dürüst, fedâkâr, mes’ûliyetini müdrik kişilerin yüklenmesi ve mes’ûliyet şuuruyla îfâ etmesi iktizâ eder.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Allah size, emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emrediyor…” (en-Nisâ, 58)

İdarecilerin taşıması gereken mes’ûliyeti; Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın hilâfeti esnasında söylediği şu temennisi, ne güzel ifade eder:

“Hayatta olursam inşâallah halkın içinde bir sene gezeceğim. Biliyorum ki insanların, bana ulaşmayan ihtiyaçları var. Valileri o ihtiyaçları bana bildirmiyor, kendileri de bana ulaşamıyorlar.

Şam’a gideceğim, iki ay orada kalacağım.

Sonra Cezîre’ye gidip iki ay orada kalacağım.

Sonra Mısır’a gidip iki ay orada kalacağım.

Sonra Bahreyn’e gidip iki ay orada kalacağım.

Sonra Kûfe’ye gidip iki ay orada kalacağım.

Sonra Basra’ya gidip iki ay orada kalacağım.

Vallâhi o sene ne güzel bir sene olacak!” (Taberî, Târîh, Beyrût: Dâru’t-Türâs, 1387, IV, 201-202)

Allah dostlarından Şakîk-i Belhî, devrin halîfesi Harun Reşid’e, şu nasihatlerde bulunmuştu:

“–Aklını başına topla! Hazret-i Sıddîk’ın makamına oturmuş olduğundan, Cenâb-ı Hak senden de sıdk istiyor.

Ömerü’l-Fâruk makamına oturmuş olduğundan, senden de hak ile bâtıl arasını tefrik etmeni istiyor.

Osmân-ı Zinnûreyn makamına oturmuş olduğundan, senden de hayâ ve kerem istiyor.

Aliyyü’l-Murtazâ makamına oturmuş olduğundan, senden de ilim ve adâlet istiyor.” …

Harun Reşid;

“–Biraz daha…” dedi. Şakik yine devam etti:

“−Sen suyun menbaısın, valiler bu suyun arklarıdır. Eğer suyun kaynağı saf ve berrak olursa, arklar da aynı şekilde saf ve berrak olur.” (Ferîdüddîn Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, I, 236)

Bilhassa bu son gerçeği çok iyi idrak eden Fudayl bin İyâz Hazretleri de şöyle demiştir:

“Allâh’a itaatsizlik ettiğimi, bineğimin ve hizmetçimin huyundan (bana itaatsizlik yapmalarından) anlarım.” (İbnü’l-Cevzî, Sıfatu’s-Safve, II, 238)

İdarecilik mes’ûliyetinin ağırlığını ve genişliğini Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, -M. Âkif’in manzum ifadesiyle- şöyle ifade eder:

Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,

Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu!

Hazret-i Ömer’in torunu olan Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- de ızdıraplar içinde çırpınarak şöyle ifade ediyordu:

“Bu ümmetin en ağır yükünü omuzlarımda taşıyorum. Ümmet içindeki açlar, fakirler, hasta olup da ilâç bulamayanlar, yalnız başına terk edilmiş dul kadınlar, hakkını arayamayan mazlumlar, küfür ve gurbet diyarındaki müslüman esirler, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışma tâkatinden kesilmiş muhtaç yaşlılar ve aile efrâdı kalabalık fakir aile reisleri beni üzüntüye gark ediyor. Yakın ve uzak diyarlardaki böyle mü’min kardeşlerimi düşündükçe yükümün altında ezilip duruyorum. Yarın hesap gününde Rabbim bunlar için beni hesaba çekerse, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunlar için bana itâb ve serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim…” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IX, 208)

İdareci olsun veya olmasın bütün ümmetin bir mes’ûliyeti de emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker vazifesidir.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

HAYIRLI ÜMMET OLMAK

“Siz, insanlığın (iyiliği) için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız…” (Âl-i İmrân, 110)

İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak, tebliğde bulunmak, Allâh’ın adını yüceltme gayreti içinde olmak; bir mü’minin içtimâî vazifelerinin en mühimlerindendir. Kur’ân-ı Kerim’de 11 âyet-i kerîmede, emr-i bi’l-mârûfa temas edilmiştir.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Sizden kim bir münker/kötülük görecek olursa;

  • Onu eliyle değiştirsin.
  • Eğer gücü yetmezse diliyle,
  • Buna da gücü yetmezse kalbiyle (buğz etsin).

Bu ise îmânın en zayıf hâlidir.” (Müslim, Îmân, 78)

Bu hususta şu da unutulmamalıdır ki, emr-i bi’l-mâruf vazifesini yerine getirebilmesi için, ferdin önce kendini ihyâ etmesi lâzımdır. Nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye etmesi gerekmektedir. Çünkü sözle söylemek kâfî değildir. Asıl tesir, kalpten kalbe in‘ikâs ile gerçekleşir.

Sâlih bir insan ile, gafil bir insanın aynı âyet-i kerîmeleri okuyup tebliğ etmesi aynı neticeyi vermez.

Gafil bir insanın, âyetleri yaşamadan tebliğ etmesinden ne kendisine, ne başkasına bir fayda hâsıl olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, ilmiyle amel etmeyen sözde âlimlerin hâlini; «Kitap yüklü merkepler» olarak tasvir etmiştir. (el-Cum‘a, 5)

Maalesef zamanımızda emr-i bi’l-mâruf mes’ûliyeti, «yanlışa hürriyet» mantığıyla zayıflatılmaktadır. “Kimse kimseye karışmasın, hayat tarzına müdahale etmesin.” şeklinde, dışı süslü içi sakat fikirlerle, hakkı tavsiye etme vazifesi ihmal edilmemelidir. Çünkü, toplumda fertler birlikte yaşarlar ve fertler, topluma zarar verecek hareketleri yapmakta serbest olamazlar.

Hadîs-i şerifte bu husus şöyle anlatılır:

“Allâh’ın çizdiği sınırları aşmayarak orada duranlarla bu sınırları aşıp ihlâl edenler, bir gemiye binmek üzere kur‘a çeken topluluğa benzerler. Onlardan bir kısmı geminin üst katına, bir kısmı da alt katına yerleşmişlerdi. Altta oturanlar su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı.

Onlar;

«Hissemize düşen yerden bir delik açsak da üsttekileri rahatsız edip durmasak.» dediler.

Şayet üstte oturanlar, alttakileri bu isteklerini yerine getirmek husûsunda serbest bırakırlarsa, hepsi birlikte batar helâk olurlar. Eğer bunu önlerlerse hem kendileri kurtulur hem de onları kurtarmış olurlar.” (Buhârî, Şirket, 6; Tirmizî, Fiten, 12)

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in sakındırdığı hâle, ashâb-ı sebt ne kadar acı bir misaldir.

ASHÂB-I SEBT

Onlar, İsrailoğullarından bir kavimdi ki, Allah onlara imtihan için cumartesi günü avlanmayı yasaklamıştı. Fakat onlardan bir grup şeytana uyarak yasağı çiğnediler.

Yasağa riâyet edenler ise iki gruba ayrıldı.

Bir kısmı;

“Bunlar belâsını bulsun, biz karışmayalım!” dediler.

Diğerleri ise; emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker vazifesini yerine getirerek, haramı işleyenleri îkāz etmeye devam ettiler;

“Dinlemeseler bile, biz söyleyelim, hiç olmazsa mes’ûliyetten kurtulalım.” dediler.

Hakikaten korkunç ilâhî azap geldiği zaman; yasağı çiğneyenlerle beraber, onları îkāz etmeyenleri de şümûlüne aldı. Hepsi maymunlara dönüştüler ve birkaç gün içinde ölüp gittiler. Tebliğde bulunanlar ise kurtuldu.

Kanunî Sultan Süleyman Han ile süt kardeşi Yahya Efendi -kuddise sirruhû- arasında geçtiği anlatılan şu kıssa da bir toplumun mânen ayakta kalabilmesi için birbiriyle dertlenmesi gerektiğini bildirmektedir:

NEMELÂZIM!

Kanunî Sultan Süleyman, ihtişamının zirvesine çıkardığı devletin istikbâli hakkında endişe eder ve Yahya Efendi’ye;

“–Osmanoğulları’nın âkıbeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlâle uğrar mı?” şeklinde mektup gönderir.

Hazret’in cevabı pek vecizdir:

“–Nemelâzım Sultanım!”

Sultan bu cevabın zâhirine mânâ veremeyerek, bizzat yanına gider ve tekrar sorar. Yahya Efendi de bunun üzerine maksadını îzâh eder:

“–Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şâyi olsa, işitenler de «nemelâzım» deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa, fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin feryâdı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Âsâyişe itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hâle gelir…”

Bir mü’min, hâdisâtın akışından kendini mes’ul addeder. İnsanların selde sürüklenen kütükler gibi cehenneme yuvarlanmalarını duygusuz ve hissiz gözlerle seyredemez. Şefkat ve merhametinden dolayı, insanların âhiretini kurtarma arzusuyla yanıp tutuşur, dertlenir, çırpınır. Cenâb-ı Hak da bu gayretlerin karşılığı olarak hidâyetler lutfeder.

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in çile ve ızdıraplarla dolu Mekke dönemi, böyle bir tebliğ iştiyâkı hâlindedir. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; edebiyat fuarlarında, hac mevsimlerinde, Kâbe avlusunda, her yerde ve her fırsatta tebliğe koşmuş, bu yolda her türlü çileyi tebessümle karşılamıştır.

Aynı mes’ûliyet şuuruyla yetişen ashâb-ı kiram da Efendimiz’in ardından yollara düşmüş, Semerkant’a, Kayravan’a, Afrika’nın içlerine kadar giderek insanları İslâm’ın nûru ile buluşturmuşlardır.

Allah yolunda malıyla ve canıyla gayret etme vazifemizin ehemmiyetini, Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin şu hâtırası ne güzel anlatır:

NEDİR ESAS TEHLİKE?

Bu büyük sahâbî, seksen küsur yaşında olmasına rağmen İstanbul seferine katılmıştı. İstanbul muhasarası esnasında, bir ensârî atıyla düşman saflarının arasına daldı. Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin civarındaki bir başkası ise, bu yiğitliği tenkit etti;

“–Lâ ilâhe illâllah! Şuna bakın! Kendini göz göre göre tehlikeye atıyor!” dedi.

Hazret-i Hâlid bunu işitince, müdahale etti:

“–Ey mü’minler! (Yanlış anlaşılmasın!) Bu âyet, biz ensar hakkında nâzil oldu.

(Biz Allah Rasûlü’ne misafirperverlik ettik. Gazvelerde bulunduk. Allah yolunda canımızı bezlettik.) Allah, Peygamber’ine yardım edip dînini galip kıldığında biz; «Artık mallarımızın başında durup onların ıslahı ve nemâlanmasıyla meşgul olalım. (İslâm yolunda hizmete arkamızdan gelenler devam etsin, biz hurma bahçelerimize dönelim.)» demiştik. Bunun üzerine;

«Allah yolunda infâk edin de;

  • Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın!

Bir de ihsanda bulunun!

Zira Allah, (yaptığını en güzel şekilde yapan ve ihsan şuuru ile yaşayan) muhsinleri sever.» (el-Bakara, 195) âyeti nâzil oldu.

Âyet-i kerîmede buyurulan «kendi eliyle kendini tehlikeye atmak»tan maksat; bağ ve bahçe gibi dünyalıklarla uğraşmaya dalıp, Hak yolundaki gayretleri terk ve ihmal etmemizdir.” (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 22/2512; Tirmizî, Tefsir, 2/2972)

Allah yolunda gayret mes’ûliyetimizin ne kadar mühim olduğunun bir başka şahidi de Tebük’e katılmadığı için İslâm toplumundan tard edilme cezasına muhatap olan 3 sahâbînin durumudur. Bu sahâbîler, o güne kadarki bütün seferlere katılmışlardı. Fakat bir hizmetten geri kalmaları böylesine ağır bir şekilde tecziye edildi. 50 gün kimse yüzlerine bakmadı.

Demek ki;

“Ben şu şu hizmetleri yaptım kâfî! Bana yeter!” diyebileceğimiz bir hudut yok!.. Zekâtın nisap ve nisbetlerini biliyoruz. Serveti olan bir kişi; kırkta birini verince, zekât borcunu ödemiş olur. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın îman nimetinin bedelini nasıl ödeyecek? Onun asgarî bir hududu yok. Son nefese kadar gayret var. Her imkânını seferber etmek var. En alt seviyedeki kuldan, peygamberlere kadar herkes tebliğle mükellef…

Bu mes’ûliyet şuurunu çok iyi anlayan ecdâdımız da Bosna, Kosova gibi beldeleri fethedince, oraya İslâm’ı en güzel şekilde temsil edecek aileleri yerleştirmiş, böylece nasipli milletlerin İslâm ile müşerref olmalarına yardımcı olmuşlardır.

Bugün de ülkemizde ve bütün dünyada mânevî açlık ve sefâlet içerisindeki insanların sessiz feryatlarını duymak her mü’minin vazifesidir.

Geçtiğimiz günlerde açıklanan bir anketin neticeleri, bu hususta mes’ûliyetimizin ne kadar büyük olduğunu ortaya koymuştur. Kur’ân-ı Kerîm’i aslından okuyabildiğini ifade edenler sadece yüzde 32’dir. Hiç Kur’ân eğitimi almayan yüzde 65’tir. İnanç esaslarında ciddî kayıplar mevcuttur.

Mes’ûliyet büyük… Lâkin elbette yakından başlayarak;

EVLÂT MES’ÛLİYETİ

Tebliğ ve emr-i bi’l-mâruf, bütün ümmete ve bütün insanlığa karşı edâ edilmesi gereken vazifelerimizdir. Lâkin kendi ailemize ve kendi evlâtlarımıza karşı olan mes’ûliyetimiz bundan çok daha şümullü ve ağırdır. Çünkü evlâtlarımız bizzat bize emânettir. Onları ateşten korumak birinci derece bize emredilmiştir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Ey îmân edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…” (et-Tahrîm, 6)

Anne-babanın evlâtlar üzerinde hakları olduğu gibi, evlâtların da anne-babaları üzerinde hakları vardır.

Evlâtlarına en kıymetli mîras olan İslâm şahsiyetini ve güzel ahlâkı bırakabilmek, her anne babanın en mukaddes vazifelerindendir.

Câhiliyye devrinin İslâm’a ilk itirazı âhiret inancı sebebiyleydi. Hattâ dediler ki:

“Yâ Muhammed! Sen bu âhiret telkininden vazgeç! Putlarımıza da dokunma. O zaman biz Sana tâbî oluruz!..”

Bütün dertleri âhiret meselesiydi. Bugün de âhireti unutturucu bir câhiliyye taarruzu, evlâtlarımızı tehdit ediyor. İnternet ve televizyonlardaki birtakım programlar, birtakım menfî modalar ve reklâmlar, nesillerimize âhireti unutturmaya çalışıyor.

Bu bakımdan evlâtlarımızı, nesillerimizi bu zehirli cereyanlardan muhafaza etme yolunda gayretlerde bulunmak, en ağır mes’ûliyetimizdir.

Necip Fazıl nesil endişesinden mahrumiyetin acı manzarasını şu mânidar teşbihle ifade eder:

“Tomurcuk derdinde olmayan ağaç, odundur.”

Evlâtlar, anne-babanın devam eden parçaları olduğu için, evlâda şefkat, çoğu kez insanın kendisini düşünmesinden de öne geçer. Bu sebeple M. Âkif der ki:

Merhametin yok diyelim nefsine,

Merhamet etmez misin evlâdına?

Evlâtlar, anne-babalarının hâlini âdetâ kopya ederler. Dilleriyle söyledikleri telkinlere uymaktan ziyade, anne-babalarının hâlleriyle yaşadıklarını örnek alırlar. Bu sebeple Rabbimiz buyurur:

“Ailene namaz kılmayı emret, kendin de namaza dört elle sarıl!..” (Tâhâ, 132)

Yani anne-babalar, gerek kendi âkıbetleri için, gerekse evlâtlarının âkıbeti için, şuurlu bir şekilde kulluğa sarılmalıdır.

Dünyada ailesine ve evlâdına karşı mes’ûliyetlerini yerine getiremeyenler, âhirette onlardan kaçacaklardır. Lâkin o sert, abus, çetin ve belâlı günde kaçacak yer yoktur! Çare; bu dünyadayken, baba-evlât, karı-koca, fert ve toplum hep beraber Allâh’ın sağlam ipine sarılmak ve;

«Allâh’a kaçın / koşun!..» (ez-Zâriyât, 50) emrine hep beraber ittibâ etmektir.

MADDÎ MES’ÛLİYET: ZİMMET

Cenâb-ı Hak; kullarının rızkını verirken eşitlik gözetmemiş, kimisine çok, kimisine az vermiştir. İkisi de imtihandır. Zaten kimsenin hiçbir şekilde hiçbir hakkı da mevcut olmadığı için eşitlik diye bir şey mevzubahis değildir.

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak, az mal verdiği peygamberinin de çok servet verdiği peygamberinin de ahvâlini bize misal vermektedir.

Bol nimet verdiği Hazret-i Süleyman’ın Allah yolunda malı, bir emânet olarak ne kadar güzel kullandığını, nasıl şükredici bir kul olduğunu beyân ederek, onun hakkında;

نِعْمَ الْعَبْدُ

“O ne güzel kuldur!” buyurmaktadır. (Bkz. Sâd, 30-40)

Diğer taraftan rızık darlığı ve çeşitli iptilâlarla imtihan ettiği, sabır kahramanı Hazret-i Eyyûb için de;

نِعْمَ الْعَبْدُ

“O ne güzel kuldur!” buyurmaktadır. (Bkz. Sâd, 41-44)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de; varlıkta da yoklukta da infâk edişiyle, sabrıyla, şükrüyle, her hâliyle bize en güzel misal, üsve-i hasene olmuştur.

Çünkü mülkün gerçek sahibi O’dur. Kulların elinde mal, geçici bir emânettir. Rızkı geniş olanın mes’ûliyeti vardır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Onların mallarında, (ihtiyacını arz edebilen) sâile ve (hâlini arz edemeyen) mahruma bir hak vardır.” (ez-Zâriyât, 19)

Yani, zekât hakları itibarıyla fakirler, bir bakıma zenginlerin sermayelerine kırkta bir ortak durumundadırlar. Madencilik, ziraat ve hayvancılıkta farklı nisbetler vardır. Mal sahibi herkes, servetiyle alâkalı zekât ahkâmını mutlaka güzelce öğrenmeli, her hicrî senede mutlaka sayım ve hesabını düzgün bir şekilde yaparak, fukarânın hakkını malından çıkarmalıdır.

Zekâtı vermeyenler; Allah katında, ortağının malını gasp eden hırsızlar durumundadır.

Kaldı ki;

Zekât, varlık sahiplerinin mes’ûliyetlerinin asgarî seviyesidir. Cenâb-ı Hak; Kur’ân-ı Kerim’de zekâttan çok daha fazla bir şekilde, infâkı emreder. İnfâk için zekâtta olduğu gibi asgarî hudutlar, şartlar yoktur. Ucu açıktır. İnfak; Cenâb-ı Hakk’a giden bir yol, bir sırât-ı müstakîmdir. Bu yolun da rehberi Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Fahr-i Kâinât Efendimiz son nefesine kadar, Allâh’ın dînini hem ibâdet ü tâatlerle ve muâmelâtla yaşamış, hem de tebliğ ve emr-i bi’l-mâruf hizmetleriyle yaşatmıştır. Efendimiz; infâk ile dolu bir hayatın en âşikâr, en güzîde misâlidir.

Zekât varlıktan verilir. İnfâk ise hem varlıkta hem yoklukta verilir!..

Öyle ki;

İnfâk âyetleri nâzil olduğunda, Suffe’de yani Mescid-i Nebevî’nin çardağında yatıp kalkan, gidecek evi bile olmayan fakir sahâbîler, bu âyetlerin şümûlüne girebilmek, Rabbimiz’in methettiği infak sahiplerinden olabilmek aşk ve iştiyâkıyla dağlara gittiler, odun vb. şeyler topladılar, sattılar, parasını Allah Rasûlü’ne getirerek infâk edenlerden oldular.

Cenâb-ı Hak esmâ-i hüsnâsından «el-Vedûd» sıfatı ile her şeye muhabbet tevzî etmiştir. Bunun meşrûsu vardır, gayr-i meşrûsu vardır. Evlât, hanım ve mal gibi meşrû muhabbetler bile, ancak Allah ve Rasûlü’ne muhabbete basamak olabilirse kıymet ifade eder. Çünkü bu sevgiler eğer Allah ve Rasûlü’nün muhabbetine merhale olamazsa, ancak son nefese kadar devam eder, mahşer yerinde;

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ

“Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” (Yâsîn, 59) denildiği âna kadar devam eder. Çünkü esas ebedî yolculuk Allah ve Rasûlü’ne muhabbet iledir. Fânî sevgiler asgarî seviyede tutulmalı, o sonsuz aşka o ebediyet yolculuğuna merhale ve basamak olmalıdır.

Unutmamalıdır ki, bu dünyada istifade edilen her nimetin mes’ûliyeti ve hesabı vardır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Sonra o gün (kıyâmet günü), nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz?” (et-Tekâsür, 8)

Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi, bu âyet-i kerîmenin tefsirinde şu ibretli kıssaya yer verir:

Bu âyet-i kerîme nâzil olduğunda hiçbir şeyi olmayan muhtaç bir sahâbî ayağa kalkarak;

“‒(Yâ Rasûlâllah!) Benim üzerimde (hesabı verilecek) nimetlerden bir şey var mı?” diye sordu.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise hulâsaten;

“–Gölge, iki nalin ve soğuk su.” cevabını verdi. (Bkz. Süyûtî, VIII, 619)

Hakikaten Cenâb-ı Hak; yeryüzüne ağaçlar ve evler yapabileceğimiz malzemeler lutfetmeseydi, çöller gibi dümdüz bir boşluk hâlinde yaratsaydı, o güneşin altında hâlimiz nice olurdu?

Sâir mahlûkat; dikenlere, taşlara, haşerata, sıcak-soğuk, kirli-tozlu, ıslak-kuru yerlere basarak yürümek mecburiyetinde. Onlar için ayakkabı imkânı yok. Fakat insan Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği çeşit çeşit nimetleri, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği akıl ve kabiliyet ile işleyerek; ayakkabılar, çizmeler, sıcaktan ve soğuktan koruyan çeşit çeşit kıyafetler îmâl ediyor.

Yine su, gökyüzünde tuzlarından arınıp rafine olup dönen ne büyük bir nimet!..

Sadece bu üç nimeti düşünüp, hesabını verebilir miyiz, bir düşünmeli!..

HEPSİ BİZE EMÂNET

Bir mü’minin sâir mahlûkat hattâ nebâtat ve cemâdât karşısında dahî, mes’ûliyetleri vardır.

Mahlûkāta Hâlık’ının şefkat nazarıyla bakmak, onlara rahmetle muâmele etmek, onlardan istifade ederken insaflı olmak da bir mü’minin insanlık borcudur. Zira kapımızdaki mahlûkat da bize emânettir.

Peygamber Efendimiz; ağır yük yüklenen develerin şikâyetlerini dinlemiş, bir ağacın sertçe silkelenmesine dahî râzı olmamış ve dâimâ rahmet telkin etmiştir.

Cenâb-ı Hak, bizleri mes’ûliyetlerini müdrik kullarından eylesin. Mahşerde hesap ve suâlimizi kolay verebilen, amel defterini sağ tarafından alabilenlerden eylesin!..

Âmîn!..