Ebedî Fecre
Yıl: 2017 Ay: Mayıs Sayı: 147
ZÂHİRÎ ve BÂTINÎ FARZLAR
Zâhir ile bâtın, birbirini tamamlayan iki husûsiyettir. Biri olmadan diğeri dâimâ noksandır.
Rabbimiz’in bizden istediği kulluk vazifelerinin bir kısmı zâhirî, bir kısmı bâtınîdir. Beş vakit namaz, Ramazân-ı şerif orucu, zekât ve hac gibi ibâdetler; zâhirî farzlardır.
Sadece bu ibâdetleri yerine getirmekle; Cenâb-ı Hakk’a karşı kulluk vazifesi, tamamlanmış olmaz.
Bu hakikati Niyâzî Mısrî Hazretleri de şöyle ifade eder:
Savm u salât u hac ile,
Sanma biter, zâhid, işin.
İnsân-ı kâmil olmaya,
Lâzım olan irfân imiş!
Zira, Cenâb-ı Hak insanın yaratılış gayesini «لِيَعْبُدُونِ» / “Bana kulluk etmeleri için” diyerek ifade buyurmuştur. Müfessirler ise bu ifadeyi; «لِيَعْرِفُونِ» / “Ben’i tanımaları, «mârifetullâh»a ermeleri ve irfan sahibi olmaları için” şeklinde tefsir etmişlerdir. Mârifetullah ise, Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilmektir. Bu ise ancak kalbin inkişâfı ile olur.
Demek ki zâhirî farzların yanında; güzel ahlâk, merhamet, cömertlik, adâlet, tevâzû, ihlâs, samimiyet, edep, iffet, hayâ, huşû, takvâ ve sabır gibi nice bâtınî farzlar da vardır.
Sadece zâhirin kâfî gelmeyeceğini, zâhirin yanında «bâtın»ın da ehemmiyetli olduğunu Yûnus Emre Hazretleri şöyle bildirir:
Ak sakallı pîr hoca, bilemez hâli nice,
Emek yimesün hacca, bir gönül yıkar ise…
Ancak zâhir de ehemmiyetsiz değildir. Zâhir ve bâtının ikisinin de Hakk’ın rızâsına muvâfık olması îcâb eder.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de şöyle der:
“Zâhirimizi şer‘î ölçülere uygun şekilde tezyîn ettikten sonra, amellerimize gaflet bulaşmaması için bâtınımıza yönelmeliyiz. Zira bâtın desteği olmadan, zâhirimizi şer‘î hükümlere uygun hâle getirmek, çok çetin bir iştir.”
Bir kul, hem zâhirî hem de bâtınî emir ve yasaklara riâyet etmekle kemâl bulabilir. Ancak bu sayede, hayatın her safhasında yaşanan bir İslâm şahsiyeti teşekkül edebilir.
Zâhirî ibâdetleri, sûretâ yani hendesî ölçülerle edâ edivermekle kulluk tamam olmayacağı gibi; gafilin kendi ölçülerine göre; «Benim kalbim temiz!» cinsinden, hükümsüz ve aslında hakikati de olmayan bahanelerle, kulluğu sadece ahlâka inhisâr etmesi ile de Cenâb-ı Hakk’ın istediği kulluk tahakkuk etmiş olmaz.
Hâsılı hem zâhire, hem bâtına ihtimam göstermek şarttır.
Bâtınî farzların en mühimlerinden biri merhamet ve cömertliktir.
İLÂHÎ TELKİN
Zira Cenâb-ı Hak, esmâ-i hüsnâsı içinde, bizlere en çok; «Rahmân ve Rahîm» isimlerini telkin buyurmaktadır. Her besmelede, her Fâtiha’da dâimâ bu isimleri bizlere tekrar ettirmektedir.
Yine Cenâb-ı Hak; Peygamberimiz’i «Âlemlere rahmet» olarak gönderdiğini beyan buyurmuştur. Bu telkin ve işaretlerle, Rahmet Nebîsi’nin rahmet ümmeti olmamız îcâb eder.
Merhamet, îmânın meyvesidir.
«Allah!» diyen bir kalbin; merhametten ve onun fiilî tezâhürü olan cömertlikten nasipsiz olması düşünülemez. Kâmil bir mü’min; başta insan olmak üzere mahlûkattan hiçbirinin sesli veya sessiz feryâdına bîgâne kalamaz, elinden gelen hiçbir şeyi esirgeyemez.
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; merhametin zirvesi olduğu gibi, ashâbına da; şâmil bir merhameti tekrar tekrar telkin buyurmuştur.
Evlâda gösterilen en dar şekliyle merhamet, en vahşî mahlûkta dahî bulunur. Fakat bir mü’min; sadece evlâdına, sadece kendi yakınlarına değil, bütün mü’minlere, bütün insanlığa ve bütün mahlûkāta şâmil bir merhamete sahip bulunmalıdır.
MERHAMET YUVASI, RAHMET TOPLUMU…
Elbette aile müessesesinin de en mühim esaslarından biri merhamettir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peydâ etmesi de O’nun (varlığının) delillerindendir…” (er-Rûm, 21)
Bu âyette evliliğin huzuru için, ömrün üç merhalesinde üç mânevî vasfı zikredilmiştir:
- Gençlik devresinde birbirine huzur ve sükûn vererek kaynaşmak…
- Devamında karşılıklı vefâ ve sadâkat içinde; meveddet (sevgi)…
- Yaşlılıkta ise merhamet… Yani takvâ sahibi eşler, ihtiyarlıklarında âdetâ birbirlerine baston olurlar.
Evlâda gösterilecek merhamette de, dünyanın sığ rahatlık ölçülerini değil; engin uhrevî bakışı esas almak îcâb eder.
Bir anne-babanın; evlâdını dînî sahada yetiştirmesi, evlâda en büyük merhamettir. Çünkü dünyaya gelişimizin gayesi, âhirete hazırlanmaktır.
Velhâsıl bir mü’minin dünyasında, dâimâ rahmet tecellî etmelidir. Bir mü’min için en büyük bahtiyarlık; kendisinde «Rahîm» sıfatının tecellî ettiği bir kul hâline gelip, o rahmeti ömür boyu ailesine, topluma ve her yere tevzî etmesidir.
Merhametin fiilî tezâhürü, cömertliktir.
Mü’min de Rabbinin merhametine muhtaçtır. Her gün okumamız tavsiye buyurulan Bakara Sûresi’nin son âyetlerinde «وَارْحَمْنَا : Bize merhamet eyle!» diye niyaz etmekteyiz. Rahmet-i ilâhiyeye nâil olmanın vesilesi, yine merhamettir.
Nitekim Peygamber Efendimiz buyurdu ki:
“Merhametli olan kişiye Allah merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki gökyüzündekiler de size merhamet etsin…” (Tirmizî, Birr, 16; Ebû Dâvûd, Edeb, 58)
Ebû Abdullah el-Hârisü’r-Râzî’nin naklettiği şu kıssa; kullarına merhamet ve cömertlikle muamele etmenin, Hakk’ın rahmetini nasıl celbettiğini gösteren güzel bir misaldir:
ŞÜKÜR ZİYADELEŞTİRİR
Allah Teâlâ peygamberlerden birine şöyle vahyetti:
“Ben filân kulun ömrünün yarısını fakr ile, yarısını zenginlik ile geçirmesine hükmettim. Hangisini evvel isterse onu vereceğim. Kendisine sor, arzusunu beyân etsin!”
O peygamber, mezkûr adamı çağırdı ve gelen vahyi haber verdi.
Adam;
“–Ailemle istişâre ettikten sonra bir cevap veririm.” dedi ve istişâresi üzerine hanımı;
“–Zenginliğin evvel olmasını tercih et!” dedi.
Adam;
“–Zenginlikten sonra fakirlik çok zordur. Fakirlikten sonra zenginlik ise pek tatlıdır.” dedi.
Kadın;
“–Bu hususta benim dediğime bak!” dedi.
Adam, o peygambere gidip;
“–Zenginliğin evvel olmasını tercih ediyorum.” dedi.
Allah ona bütün zenginlik kapılarını açtı.
Hanımı dedi ki:
“–Eğer bu nimetin ömrünün sonuna kadar devamını istiyorsan Allâh’ın kullarına karşı cömert ol. Kendine bir elbise aldığın zaman bir fakire de elbise al.”
Adamın ömrünün ilk yarısı böyle bolluk içinde ve şükür ile geçince, Allah o peygamberine vahyetti:
“–Ben o kulumun ömrünün yarısını gınâ ile, yarısını da fakr ile geçirmesini takdir etmiştim. Fakat gördüm ki o kulum bütün nimetlerime şükretti. Şükür ise nimetin ziyadesini ve devamını vâcib kılar. Ömrünün geri kalan kısmını da zenginlikle geçirmesini takdir ettiğimi kendisine müjdele!” (Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Bakara Sûresi Tefsîri, s. 33-34)
Derece derece olan cömertliğin zirvesi ise îsârdır.
KENDİNDEN FEDÂKÂRLIK
Yani kendisi de muhtaç olduğu hâlde, canından koparıp, başkasına ikrâm edebilmektir. Îsarda bulunanlar Kur’ân-ı Kerim’de şöyle ilâhî meth ü senâya nâil olmuşlardır:
“Onlar; kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler.
(Onlar derler ki):
«–Biz sizi Allah rızâsı için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz.
Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimiz’den (O’nun azâbına uğramaktan) korkarız.»
Allah da onları o günün kötülüğünden korur ve yüzlerine bir aydınlık ve içlerine bir sevinç verir. Sabretmelerine karşılık da onları cennet ve ipek(ten giysiler) ile mükâfatlandırır.” (el-İnsân, 8-12)
Bu âyet-i kerîmenin, üç gün üst üste oruç tutup, ellerindeki yegâne iftarlığı kapılarına gelip; «Allah için!» isteyen yoksul, yetim ve esire ikram eden Hazret-i Ali ve Hazret-i Fâtıma v hakkında nâzil olduğu rivâyet edilmiştir.
Bugün, bizim de kapılarımızda, sokaklarımızda; yoksul Suriyeli muhâcir kardeşlerimiz var. Öksüzler ve yetimler var. Afrika’da kuraklıktan perişan olmuş kardeşlerimiz var. Ya bizim;
«Allah için ver!» davetine, kalbî icâbetimiz ne kadar? Merhametimiz ne kadar? Cömertliğimiz ne kadar?
Cenâb-ı Hak’tan bizler istiyoruz. Rabbimiz’in keremini, cömertliğini, rahmet ve bereketini her zaman istiyoruz. Biz; bizden isteyenlere, bize emânet olanlara, bize zimmetli olanlara ne kadar ikram edebiliyoruz?
Bu muhasebeyi derin bir hissiyat ile yapabilmemiz için, Rabbimiz’in ikrâmı olarak, hususî bir zaman dilimi içindeyiz.
ÜÇ AYLAR BEREKETİ
Cenâb-ı Hakk’ın lutfu ile üç ayları idrâk etmekteyiz. Üç aylar, Cenâb-ı Hakk’ın bir bereket mevsimi. Vakit olarak, coğrafya bilgisi olarak bu ayların diğer zamanlardan bir farkı yok. Fizikî olarak semâdaki ayın da başka zamanlardakinden bir farkı yok. Fakat Cenâb-ı Hak; kullarını ne kadar seviyor ki, böyle hususî mevsimler halk ederek, kullarına rahmet yağdırıyor! Kullarının ibâdet heyecanını gayrete getirecek, şevk ve iştiyâkın arttığı mânevî fırsatlar lutfediyor.
Üç ayların ilk iki ayında, Ramazân-ı şerîfe de hazırlanmamızı temin buyuruyor.
Bu hazırlığın ehemmiyetini, şöyle bir misal ile tefekkür edelim:
Namaz Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna çıkmaktır. Cenâb-ı Hak; kulu, huzûruna birtakım hazırlıklardan sonra kabul buyurur.
Gusül ve abdest ile hadesten arınmasını ister. Beden, elbise ve namaz mekânını; necâsetten temizlemesini şart koşar. Sahih bir niyetle kalbini pîr ü pâk eylemesini emreder. En temiz ve güzel elbisesini giymesini, kalbinden mâsivâyı uzaklaştırarak, beden ve gönül ile kıbleye dönmesini arzu eder. Namazda arzu edilen huzur ve huşû, bu hazırlıklara gösterilen ihtimam nisbetinde artar.
Ramazân-ı şerîfe de böyle bir rûhâniyet içinde hazırlanmak îcâb eder.
Nitekim Peygamber Efendimiz’in, Receb ayı gelince şöyle duâ ettiği rivâyet olunmuştur:
اَللّٰهُمَّ بَارِكْ لَنَا ف۪ي رَجَبَ وَشَعْبَانَ ، وَبَلِّغْنَا رَمَضَانَ
“Ey Rabbim! Bize Receb’i ve Şâbân’ı mübârek kıl ve bizi Ramazân’a ulaştır.” (Taberânî, el-Mu‘cemü’l-Evsat, IV, 189; ayr. bkz. Ahmed, I, 259)
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; Receb ayının da içinde bulunduğu haram aylarda, zaman zaman oruçlar tutmayı tavsiye etmiştir. (Ebû Dâvûd, Savm, 54) Kendisi de, bazı seneler Receb ayında, neredeyse tamamını oruçlu geçirecek derecede oruçlar tutmuştur. (Buhârî, Savm, 53; Müslim, Sıyâm, 179; Ebû Dâvûd, Savm, 55) Şâbân-ı şerîfin de, Efendimiz’in Ramazân-ı şeriften sonra en çok oruç tuttuğu ay olduğu bildirilmiştir. (Buhârî, Savm, 51)
Demek ki Efendimiz; bu aylarda oruçlarla, nâfile ibâdetlerle, kazâ namazlarıyla, infak ve tasadduklarla Ramazân-ı şerîfe mâneviyat ve rûhâniyetle hazırlanmamızı arzu etmektedir.
Büyük mülâkatlara, derin bir mânevî hazırlık ile girilmesine nebîler silsilesinden de misaller vardır:
Nitekim Cenâb-ı Hak; Tûr Dağı’nda Hazret-i Musa’yı mükâlemeye kabul buyurmadan önce, ona, 30 gün, -10 gün de ilâve edilerek- 40 gün visâl orucu tutturdu. Aynı husus, Hazret-i İsa için de tahakkuk etti.
Receb ve Şâbân ayları, ibâdetlerle ihyâ edilecek ki, Ramazân-ı şerîfe rûhânî bir kıvamda girilecek. Ramazân-ı şerifte tam bir takvâ hayatı yaşanacak ki, Cenâb-ı Hak; «Bin aydan daha hayırlı Kadir Gecesi»ni ihsân edecek. Böylece mü’min kullar; bayram sabahına müjdelerle, mağfiret şahâdetnâmesi ile vâsıl olacak.
Bu mübârek aylarda Rabbimiz’in; «Ne güzel kul!» diye andığı kullarının vasıflarından hisse alabilenlere ne mutlu!
Rabbimiz’in râzı olduğu en güzel hissiyat, merhamet ve cömertlik. Bilhassa îsâr…
Îsâr, Medineli müslümanların yani ensâr-ı kirâmın da müstesnâ bir vasfıdır ki, Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurmuştur:
“Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine îmânı yerleştirmiş olan kimseler; kendilerine hicret edip gelenleri severler, onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı hissetmezler, kendileri zarûret içerisinde bulunsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar…” (el-Haşr, 9)
Bu âyetin nüzûl sebebi olarak kaydedilen şu hâdise, ensârın fedâkârlıklarına güzel bir misaldir:
«ALLAH RÂZI OLDU!..»
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e açlıktan zayıf düşmüş birisi gelerek yardım istedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz hanımlarına haber salarak yiyecek bir şeyler göndermelerini istedi. Fakat ezvâc-ı tâhirât vâlidelerimiz boyunlarını büktü;
“‒Sen’i peygamber olarak gönderen Allâh’a yemin ederim ki evde sudan başka bir şey yok.” cevabını verdiler.
Bu sefer Allah Rasûlü ashâbına dönerek;
“–Bu kardeşinizi kim misafir etmek ister?” diye sordu. Ensardan Ebû Talha -radıyallâhu anh-; (Efendimiz’in arzusunu yerine getirme aşk ve heyecanıyla;)
“–Ben misafir ederim yâ Rasûlâllah!” diyerek tâlip oldu ve o yoksulu alıp evine götürdü. (Lâkin varlıklı bir kimse değildi.) Eve varınca hanımına;
“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in misafirini ağırlayalım! Evde yiyecek bir şey var mı?” diye sordu.
Hanımı;
“–Hayır, sadece çocuklarımın yiyeceği kadar bir şey var.” dedi.
Sahâbî;
“–Öyleyse çocukları oyala. Sofraya gelmek isterlerse onları uyut. Misafirimiz içeri girince de lâmbayı bir bahaneyle söndür. Sofrada biz de yiyormuş gibi yapalım.” dedi.
Sofraya oturdular. Misafir karnını doyurdu; onlar ise aç olarak yattılar. Sabahleyin Ebû Talha, Peygamber Efendimiz’in yanına gitti. Allah Rasûlü onu görünce;
“–Bu gece misafirinize yaptıklarınızdan Allah Teâlâ râzı oldu.” buyurdu. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 10, Tefsîr, 59/6; Müslim, Eşribe, 172-173)
Ne büyük bir bahtiyarlık!
Zira;
“Allâh’ın hoşnutluğu (bütün nimetlerden) büyüktür!” (et-Tevbe, 72)
Allâh’ın rızâsına erişmek ise, merhamet, cömertlik ve îsâr ile olur.
Bunların zıdd-ı kâmilleri olan; gaddarlık, cimrilik ve bencillik ise, Cenâb-ı Hakk’ın buğzettiği ve bir mü’mine asla yakışmayan çok çirkin huylardır.
Ensar hazerâtının muhâcir kardeşlerine karşı gösterdiği fedâkârlıkların diğer bir misâli de şu hâdisedir:
Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Bahreyn arazisini kıt‘a kıt‘a ayırıp ashâba dağıtmak üzere önce ensârı davet buyurmuştu. Ensar ferâgat göstererek;
“−Yâ Rasûlâllah! Muhâcir kardeşlerimize bunun bir mislini fazlasıyla taksim buyurmadıkça bize bir şey vermeyiniz!” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“−Ey ensar! Madem ki (başkalarını nefsinize tercih ederek) almak istemiyorsunuz; şu hâlde kevser havuzunda bana kavuşuncaya kadar sabrediniz! Çünkü benden sonra size başkalarının tercih edileceği bir zaman gelecektir.” buyurdu. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 8)
Cömertlik, elde olan nimetleri mahrum olanlarla paylaşmaktır. Bu mânâda cömertlik, nimetlere şükür vazifesinin en mühim bir şûbesidir.
MÂNEVÎ İKRAMLAR
Akla evvelâ maddî ikramlar gelse de, Cenâb-ı Hakk’ın mânevî nimetleri de çoktur. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Allâh’ın, göklerde ve yerdeki (nice varlık ve imkânları) sizin emrinize verdiğini, nimetlerini zâhir ve bâtın (açık ve gizli) olarak size bolca ihsan ettiğini görmediniz mi?..” (Lokmân, 20)
Mânevî nimetleri de tefekkür etmek ve bunlardan da mahrumlara ikram etmek lâzımdır.
Hidâyet, îmân, ilim ve irfan gibi nimetlerin ikrâmı; tebliğ, emr-i bi’l-mâruf, tâlim ve terbiye gibi hizmetlerdir.
Sıhhat nimetinden ikram; güç ve kuvvetimizle, zayıflara yardım ve hizmet etmektir. Tebessüm etmektir, hiçbir şey bulunamasa, tatlı bir söz söylemektir. Bir mü’min; imkânlarıyla mütenâsip olarak, dâimâ ikramda bulunmalıdır.
Peygamber Efendimiz’in yanına fakir sahâbîler gelirdi. Efendimiz; onlara ikram edecek bir şey bulamadığı zaman, mahcubiyetle, onlara belli etmeden gözlerini onların gözlerinden kaçırırdı. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
وَاِمَّا تُعْرِضَنَّ عَنْهُمُ ابْتِغَٓاءَ رَحْمَةٍ مِنْ رَبِّكَ تَرْجُوهَا فَقُلْ لَهُمْ قَوْلًا مَيْسُورًا
“Eğer Rabbinden umduğun, beklemekte olduğun bir rahmet için onların yüzüne bakamıyorsan, hiç olmazsa kendilerine gönül alıcı bir söz söyle.” (el-İsrâ, 28)
Yapılan cömertlik; sadece kemiyetle yani verilen miktarın maddî yüksekliğiyle değil, îfâsındaki ihlâs ve fedâkârlık nisbetinde derece kazanır.
Bu hakikati ifade sadedinde bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurmuşlardı.
Ashâb-ı kiram;
“–Bu nasıl olur, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular.
Efendimiz şu cevabı verdi:
“–Bir adamın (sadece) iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini tasadduk etti. (Yani malının yarısını tasadduk etmiş oldu.)
(Çok büyük bir mal varlığına sahip olan) diğer bir kimse de malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.” (Nesâî, Zekât, 49)
Îsâr fazîletinin pek müstesnâ bir misâli, Yermuk Harbi’nde sergilenmiştir. Şehîd olmak üzere bulunan bir yaralıya, son nefeslerinde ızdırabını dindirmesi için biraz su ikrâm edildi. Fakat o yaralı mü’min; bir başka yaralının inlemelerini işitip, kendisi içmeyip suyu ona gönderdi. O da bir başka feryâdı işitip aynı fazîleti sergiledi. Üçüncü gazinin başına varıldığında, artık çok geç idi. Şehîd olmuştu. O bir bakraç su, îsârda bulunan iki kahramana da nasîb olmadı. Onlar da şehâdet şerbetini içtiler. Böylece bir bakraç su; üç şehidin arasında, muhteşem bir fedâkârlık nişânesi olarak kaldı.
Can vermek üzere inleyen bir kalbin, susuzluktan çatlamış bir dudağın; yanı başına gelmiş o âb-ı hayat gibi suyu kendisi içmeyip de bir başka kardeşini düşünmesi ne muazzam bir fedâkârlıktır! Böyle bir anda ikrâm edilen bir bakraç su, belki de muazzam bir camiyi inşâ etmekten daha üstündür.
Demek ki her hâl içinde, infâk edilmesi îcâb eder.
Merhamet ve cömertlik, bâtınî bir farzdır, dediğimizde akla şu itiraz gelebilir:
“Zengin bir kimse zekâtını verdikten sonra, o vazifesini yapmıştır. Gerisi; isterse yapacağı, istemezse yapmayacağı nâfile ibâdetlerdir.”
ZEKÂT KÂFÎ DEĞİL!
Fakat bu doğru değildir. Başta ifade ettiğimiz üzere; bu zâhirle yetinmek, yani tek kanatla uçmaya kalkmaktır. Meselenin hakikati böyle değildir. Evet, hadîs-i şerifte buyurulur:
“İslâm beş temel üzerine bina kılınmıştır:
- Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allâh’ın Rasûlü olduğuna şahitlik etmek,
- Namazı dosdoğru kılmak,
- Zekâtı hakkıyla vermek,
- Allâh’ın evi Kâbe’yi haccetmek ve
- Ramazan orucunu tutmak.” (Buhârî, Îmân, 1, 2)
Ancak, bu hadîs-i şerifte; «İslâm’ın farzları bunlardan ibarettir.» buyurulmamaktadır. Anne-babaya ihsan, sıla-i rahim ve cihad gibi daha birçok farz vazife de bu hadiste zikredilmemiştir.
Farz-ı ayınlar yanında, farz-ı kifâyeler de mü’minin mükellefiyetleri arasındadır. Her mü’min, diğer mü’minlerden mes’uldür. İslâm’ın tebliğinden, cami, mektep, hastahâne gibi mü’minlerin ihtiyaç duyduğu müesseselerin inşâ ve îmârından da mes’uldür. Kifâî mes’ûliyet de, imkânlar nisbetinde yükselir.
Kur’ân-ı Kerim’de; zekâttan ayrı olarak ve zekâttan daha fazla miktarda; «infak ve sadaka» emirleri de yer almaktadır.
Zâhirî bir farz olan zekâtın; nisâbı, şartları ve nisbeti vardır. Zekât verilen mallar vardır, verilmeyen mallar vardır. Bu oldukça mahdut bir sahadır. Asgarî bir vazifedir.
Fakat sadaka ve infak öyle değildir. Nisâbı ve şartı yoktur. Peygamber Efendimiz; yoksul ve perişan Mudarlılar, Medine’ye geldiği zaman;
“–Her bir fert; altınından, gümüşünden, elbisesinden, bir ölçek bile olsa buğdayından, hurmasından sadaka versin. Hattâ yarım hurma bile olsa sadaka versin!” (Müslim, Zekât, 69) buyurdu ve onları doyurup giydirmedikçe, yüzü gülmedi.
İşte merhamet ve cömertlik, Allah Rasûlü’nün mübârek sîmâlarını tebessüm ettirme vazifesidir.
Zamanımızda ise biz Suriyeli muhâcir kardeşlerimizi nasıl tebessüm ettirelim ki, Rasûlullah Efendimiz kıyâmet günü bize tebessüm etsin!
Efendimiz bu esnada nisaptan, havl-i havelândan bahsetmedi!
Bugün kimse, üç-beş kuruş vererek; “Ben merhametliyim”, diye kendisini kandırmamalıdır. Hâlini ashâb-ı kirâmın cömertliği ve merhametiyle mîzân etmelidir.
Çünkü;
Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına erişmek için bize Rabbimiz’in gösterdiği örnek toplum, ashâb-ı kiramdır. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“(İslâm dînine girme husûsunda) öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır.
Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır.
İşte bu büyük kurtuluştur.” (et-Tevbe, 100)
ÖLÇÜMÜZ ASHÂB-I KİRAM…
İşte bize nümûne olan ashâbın merhamet ve cömertlik manzaraları:
Ashâb-ı suffe; evi yurdu olmayan, maddî hiçbir imkânı bulunmayan bekâr, yoksul ve talebe sahâbîler idi. Fakat infak âyetleri nâzil olunca, onlar dağlardan odun taşıdılar, ellerine geçen üç-beş kuruşu Allah Rasûlü’ne takdim ettiler. «Bize zekât düşmez!» deyip kenara çekilmediler.
Ebû Zer -radıyallâhu anh- fakir bir sahâbî idi. Fahr-i Kâinât Efendimiz ona;
“−Yâ Ebâ Zer! Çorbana biraz daha su kat ve komşunu da gözet, nezâketle tevzî et.” buyurdu. (Müslim, Birr, 142)
Bu hususta misaller çoktur. Merhamet ve cömertlik de dînimizin emridir ve zâhirî farz olan zekâttan çok daha umumî ve geniştir.
Sâlih amellerin; farz, vâcib, sünnet gibi taksîmâtı fıkhî ve ilmî bir ihtiyaç olmakla birlikte, sahâbî efendilerimiz, Peygamber Efendimiz’in hayatını her ânıyla tatbik etme şevk ve iştiyâkı içinde yaşamışlar; «Yapmak şart mı? Yapmasak olmaz mı?» gibi suallerde hiç boğulmamışlardır. Dâimâ hayrâta koşmuşlardır.
Velhâsıl;
Zekât, verilmesi gerekenin asgarîsidir. Zekâtı vermek, artı bir fazîlet sergilemekten ziyade, bir borcun îfâsıdır. Çünkü zekât, mü’minin malında, fakirin hakkıdır. O hakkı ödemeyen, gasp etmiş olur.
Rahmetli babam Musa Efendi -kuddise sirruhû-;
“En kötü hırsızlık; zenginlerin, zekât vermemek sûretiyle fakirlerin malını çalmasıdır.” derdi.
Zekâtı hakkıyla vermemek de, eksiltmek yoluyla fakirin hakkını gasp etmektir.
Hakkıyla verebilmek için zekâtı sağlam ve doğru hesap etmeli ve asgarî huduttan bir miktar fazla vermelidir.
Muhterem babam defterini açıp gösterirdi:
“‒Şu sayfa benim zekâtımdır, şu sayfa benim hayratımdır…”
İfşâ etmeden bu şekilde yazmalıyız ki, nefsimiz çok verdiğini zannetmesin. Yazılı olarak görsün ve Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarıyla mukayese etsin. Kendini mîzân eylesin.
«Merhamet ve cömertlik» bahsinde Rabbimiz’in bizden istediği güzel ahlâkın ve hayrın kemâline ulaşabilmek için, zekâttan çok fazlası gerekir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَۜ
“Sevdiklerinizden infâk etmedikçe asla «birr»e (hayrın kemâl noktasına) eremezsiniz!” (Âl-i İmrân, 92)
Cenâb-ı Hak, erişebilenlerden eylesin!..
Cenâb-ı Hak, nefsin açgözlülüğü ve cimriliğinden kurtulup felâha kavuşanlardan eylesin. Merhamet ve cömertliğin huzuru içinde bir hayat yaşayıp, iki cihanda Kerîm ve Rahîm olan Allâh’ın rahmet ve bereketine nâil olanlardan eylesin. Âmîn!..