Ebedî Fecre
Yıl: 2016 Ay: Ekim Sayı: 140
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de «müslüman ve mü’min» tabirleri yanında başka sıfatlar zikretmiştir.
Müttakî (takvâya eren), muhsin (ihsan şuuruyla yani ilâhî kameranın altında olduğunun idrâki içinde yaşayan), muhlâs (ihlâsa erdirilmiş), mukarreb (Cenâb-ı Hakk’a kalben yakınlaşmış), sâbikûn bi’l-hayrât (hayırlarda yarışarak öne geçen) ve benzeri bu sıfatlar, mü’minlere bir ufuk verir.
Mânevî terakkî sonsuzdur. Zirvesi, Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.
Mü’minlere; İslâm’ın bu derûnî vasıflarını kazandırmak için tesis edilen dergâhlarda, tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalp eğitimi verilir. Bu dergâhların duvarları dahî, hikmetli levhalarla tezyin edilerek, insanları îkaz eder. O levhalardan biri de, bize teslîmiyet, sabır ve rızâyı anlatan şu hikmetli sözdür:
BU DA GEÇER YÂ HÛ!.. بو ده كچر يا هو
Bu ifade, hem fânîliği hatırlatmakta hem de dert ve gamların geçici olduğunu ifade ederek teselli etmektedir.
«Bu da geçer yâ Hû!» ifadesi, kula şöyle seslenir:
“–Ey insan! Sana gelen gamlar ve sürurlar sende bir misafirdir. Sakın onların dâimî olduğunu zannetme!
Gelen fânî gamlara üzülme, çünkü onlar gidicidir.
Fânî sürurlara da sevinme; zira onların da bekāsı yoktur.
Yani sen bir misafirhânesin ki, gamlar ve sürurlar da senin gelip geçici birkaç günlük ziyaretçilerindir.
Dertlenip kederlenmene vesile olan misafirhânedeki eşyalar ise, yalnız senin değildir. Senden sonrakilere de aittir. Sanki bir devre mülktür. Bunun için onlar hakkında gam ve keder deryâsında boğulmaya değmez!..”
Es‘ad Erbîlî Hazretleri ise bütün ömrünün mânevî iptilâlarla geçmesini şiirinde şöyle ifade eder:
Ne yerden kârbân-ı gam geçer olsa, konar bende.
Belâ râhında şimdi bir muayyen menzil oldum ben.
“Nereden bir gam kervanı geçse, bende konaklar. Belâ / imtihan yolunda, bilinen bir konaklama yeri oldum artık!.. (Bütün mânevî imtihanlar, musîbetler ve çileler; ardı ardına benim başıma gelmekte.)”
Bunun îzâhı şöyledir:
Peygamberlere ve Hak dostlarına terfî-i derecât için hayatları boyunca birçok çile ve imtihanlar gelir.
Peygamberimiz;
“En çok çile çemberinden geçen peygamber, benim.” (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472) buyurmuştur.
Halk arasında kahır gibi gözüken gamlar ve elemler, Hak âşıkları için büyük bir lutf-i ilâhîdir. Mahzun ve mağmum gönüller, Hakk’ı daha çok hatırlarlar. Teslîmiyet pınarından gıdâlanırlar. Hak Teâlâ da, bu yakınlık mukabilinde onlara müstesnâ lütuflarda bulunarak gönüllerini şâd eyler.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- buyurur:
GAMLARA SEVİN!
“Ey mâneviyatta merhaleler kat eden Hak yolcusu! Gam ve kederin varsa sevin! Onlar, Cenâb-ı Hakk’ın senin için hazırladığı buluşma tuzağıdır. Zira insan gam ve kederle dolu olduğu zaman Hakk’a sığınır, Hakk’ı hatırlar.”
“Gam ve keder bir hazinedir. Senin hastalığın ve başına gelen belâlar, sıkıntılar da birer hazinedir.”
“Kezâ gam ve keder, gönül aynasının üzerindeki tozları üfleyen mânevî bir lütuf rüzgârıdır; sakın onu kötü bir fırtınaya benzetme!..”
“Bu aşk yolunda beni gamdan başka kimse hatırlamıyor, gam ve kedere binlerce defa aferin!..”
Hazret-i Mevlânâ musîbetlerden şikâyetçi olan irfan yolcularını şöyle îkāz eder:
“Ey bülbül! Kara kış yüzünden ne vakte kadar feryat edeceksin?
Ey bülbül! Durmadan cefâdan bahsetmek revâ mıdır? Eğer gönlün, Hakk’a gerçekten bağlı ise, gözünü aç da şükret; vefâdan bahset! Dikeni bırak, gülden bahset! Gülün sap ve köke ait sıfatlarından geç; onun zâtına bak! Şu fânî âlemle niçin bu kadar meşgulsün; yoksa varmak istediğin yer, ötelerin ötesi değil mi?!.”
Takdire rızâ hâlini Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- ne güzel ifade eder:
“Beni hayatta en çok sevindiren, mukadderâtımdır. Başıma gelen her hâli, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına uygun olması için bir gönül hoşluğu ile karşılayabilmemdir.”
Kulun takdiri sevmesi ve râzı olması, Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve hikmetine de tevekkülüdür.
O NE GÜZEL VEKİLDİR!
Çünkü kul gaybı bilmez. Kendi nefsinin de husûsiyetlerini en iyi şekilde Rabbi bilir. Eğer başına gelen mukadderâta, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı istikametinde, muvâzeneyi bozmadan itaat hâlinde yaşarsa, kendisi için en hayırlı yolda yürümüş olur.
Kul kendini abd-i âciz olarak görecek… Karşılaştığı her şeyi Cenâb-ı Hakk’ın takdiri olarak idrâk edecek. Zira gaybı bilen Cenâb-ı Hak’tır. Kul için gayb bir meçhuldür.
Diğer taraftan Allâh’ın verdiği muvaffakiyetleri de kendisine isnâd etmeyecek, şımarmayacak, Nasr Sûresi’nde emredildiği gibi şükür, hamd ve istiğfar hâlinde yaşayacak. Taşkınlık göstermeyecek. Diğer taraftan sabırların zorlandığı imtihanlar karşısında da tahammül edecek. Râzı olacak. Cenâb-ı Hak’tan mükâfâtını umacak.
Meselâ insanın zenginlik talebinde ısrar etmesi hatalı olabilir; çünkü belki de zenginlik onun için şerli, muhtaçlık hayırlıdır.
Bu sebeple;
Şu âyet-i kerîmede, insanın mal edinme arzusunun ve fakirliğe rızâsızlığının gafleti şöyle ifade buyurulmuştur:
“Rabbi, insanı denemek için ikram ve değer verip, nimetlere gark edince o; «Rabbim bana değer verdi.» der. Ama yine denemek için nasibini daraltınca o; «Rabbim bana ehemmiyet vermedi.» der.” (el-Fecr, 15-16)
İnsanda akıl mevcut olduğu ve gaybı bilmediği için, vâkıf olamadığı şeylerde teslîmiyet göstermekte zorlanır. Hâlbuki, kader gibi ilâhî veçhesi olan sahalarda akıl ve şüphelerinden sıyrılıp, kalbin tevekkül ve teslîmiyetinde emniyetle ve hikmetle yol almak gerekir. Bu yolun kolaylığı hikmete vâkıf olanlar içindir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in tebliğ ve tezkiyesinden sonra ümmetinin terbiyesine dair vazifesinin son merhalesi ise, kullara kitabın derinlik ve inceliklerini, hikmetin de sırlarını tâlim etmesidir. Hikmet ki, vâkıaların ve hâdiselerin sırrî tarafıdır.
Akılla çözülmesi mümkün olmayan nice sırlar, ancak hikmetle çözülür. Bu hâl ise, ancak kemâle ermiş ve seçilmiş mü’minlerin mânevî seviyesine göredir.
Meselâ ashâb-ı kiramda, İslâm’la şereflendikten sonra takvâda kat ettikleri merhalelere göre derin derin tefekkür başladı. İnsan vücudunun bir damla sudan, kuşun basit bir yumurtadan, koca bir ağacın ve meyvelerinin yok kadar bir çekirdekten meydana gelişleri ve emsalleri üzerinde derin tefekkürler başladı. Hikmete âşinâlık ve vukûfiyette zirveleştiler.
Hızır -aleyhisselâm- ve Hazret-i Musa kıssası da teslîmiyet mevzuuna güzel bir misaldir:
Hızır -aleyhisselâm-; ledünnî ilimde merhale kat etmiş ve zâhirde meçhul, bâtında mâlûm nice husûsî vazifeleri olan bir şahsiyetti. Derin hikmetlere memurdu.
Hazret-i Musa ise, toplumuna şerîat vaz etmiş idi.
Cenâb-ı Hak, ilâhî lütuftan ibaret muvaffakıyetleri karşısında Musa -aleyhisselâm-’ın kendi nefsinde bir benlik hissetmemesi ve her hâlükârda acziyetini idrâk etmesi için onu Hızır’a gönderdi. O ulü’l-azm peygamberi, Hızır’daki hikmetlerin eşiğinde âdetâ talebe eyledi. Hızır ona;
“‒Ey Musa! Allah sana bir ilim verdi, o ilim bende yok. Bana bir ilim verdi, o ilim de sende yok!..” dedi.
Musa -aleyhisselâm- sırlar deryâsından nasip almak istediği zaman, Hızır -aleyhisselâm- ona;
“Doğrusu sen benimle beraberliğe sabredemezsin.” dedi. Hazret-i Musa ısrar edince de, ona;
“Sen içyüzünü bilmediğin (gaybî) hâdiseler karşısında nasıl sabredeceksin?” (el-Kehf, 68) dedi. Demek ki teslîmiyet, çok zordur.
Bu sebeple, dergâh levhalarından biri de;
اٰه تسليميت!
“Âhh teslîmiyet!”tir.
Çünkü gafil insanın aklı devreye girer, itiraz ettirir. İçyüzünü bilmediği hâdiseler karşısında bomboş aklî kıyaslar meydana getirir.
Meselâ bir kişinin çocuğu olmazsa büyük bir teessüre kapılıyor. Kendisinde bir eksiklik varmış duygusuna düşerek, akranlarına mahcubiyet hissediyor. Hâlbuki, hâdiseye hikmet nazarıyla baksa şu tefekkürle teselli bulacaktır:
Evlâdı bahşeden Cenâb-ı Hak’tır. O; dilerse verir, dilemezse vermez.
Evlât verdiklerinin de kimisi sağlamdır, kimisi hasta yahut sakattır.
Bazısı uzun ömürlü olur, bazısı kısa…
Mânen de bazısı saîddir, bazısı şakîdir.
Kimisi anne-babaya ağır bir imtihan olur.
Nasıl yokluk bir imtihan olduğu gibi, varlık da çok zor bir imtihansa; evlât da verilip verilmemesiyle de, sonrasıyla da bir imtihan vesilesidir. Kişiye düşen, takdirden râzı olarak, hikmete râm olmaktır.
Zira gaybı bilen ve tanzim eden Cenâb-ı Hak’tır.
Şu da bilhassa evlâdı olmayan hanımlara bir misaldir ki:
Hazret-i Âişe, hanımları içinde Peygamberimiz’in en çok alâka duyduğu zevcesiydi. Fakat Cenâb-ı Hak, ona evlât vermedi. O da asla bu hususta teslîmiyetsizlik göstermedi. Boş kıyaslara girmedi. Bu da ümmete bir misal olmalıdır.
Hikmet-i ilâhî, bir tarafta evlâdı olmadığı için, sanki bu bir suçmuş gibi aşağılık kompleksine kapılan ve ifrat hâlinde üzülen insanlar varken; diğer tarafta, hamile kaldığı evlâdı; «Bakamam!» veya benzeri hükümsüz bahanelerle doğurmak istemeyip, onu kürtaj kasaplarına teslim eden zalimler var.
Teslîmiyetsizliğin ne fecî bir âkıbete götürdüğünü düşünmek lâzımdır!..
Hâlbuki hikmete râm olsa, kendisine yük olacağını zannettiği o evlâdı, belki de âhir ömründe kendisine baston olacaktı? Onu yalnızlıktan kurtaracak bir rahmet olacaktı? Fakat onu katletmek, büyük bir vebal oldu!
Bu bir câhiliyye âdetinin günümüzde aynı şekilde devamıdır. Bu, toplumda vicdanların merhamet ve şefkat itibarıyla iyice kuruduğu, tamamen dumûra uğradığı bir devredir. Bu katliâma karşı Cenâb-ı Hak;
وَإِذَا الْمَوْؤُودَةُ سُئِلَتْ بِاَىِّ ذَنْبٍ قُتِلَتْ
“Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda…” (et-Tekvîr, 8-9) buyurmakta.
Günümüzdeki kürtaj kasaplarını da bu ilâhî tehdit ekseninde hazin bir âkıbet beklemektedir.
Teslîmiyete güzel bir misal de Hudeybiye Musâlâhasıdır.
Peygamberimiz’in hicretin 6. yılında, ashâbıyla yaptığı umre seferi, Mekke müşrikleriyle bir sulh antlaşmasıyla neticelenmişti. Zâhirine bakılırsa bazı maddeler, müslümanların aleyhine idi. Şer gibi görünüyordu. Umre, ertesi seneye bırakılıyordu. Mekke’de zor durumdaki müslümanların Medine’ye hicretine müsaade edilmiyordu.
Bu sebeple bazı sahâbîler; hikmeti göremediler, çok üzüldüler, infial gösterdiler:
“‒Biz güçlüyüz, neden çekiniyoruz?” dediler.
“‒Bu nasıl fetih?” dediler.
Fakat iki sene içinde aleyhteki maddeler bizzat Mekkeliler tarafından kaldırıldığı gibi, bu sulh devri İslâm’ın intişârına büyük bir hizmette bulundu ve Peygamberimiz, 2 sene evvel umre için sulhen girmekte zorlandığı Mekke’ye, feth-i mübîn ile galip bir kumandan olarak kolayca girdi. Çünkü arzu edilen gönüllerin fethiydi.
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- der ki:
“İslâm’da Hudeybiye fethinden daha büyük bir fetih olmamıştır. Fakat halk, kısa ve dar görüşlü olduklarından bu antlaşmaya itiraz etmişlerdir. İnsanlar, Allah ile Peygamberi arasındaki işlerde acelecidirler. Allah Teâlâ ise onlar gibi acele etmez, dilediği işi kıvâmına gelip olgunlaşmadıkça yapmaz.” (Vâkıdî, II, 610; Halebî, II, 721)
ÂHH TESLÎMİYET!
Ah nerede o teslîmiyet?!. Nerede onun ızdırabından lezzet alabilecek güzîde ruhlar?!.
Feylesoflar aklın putperesti olurlar. Akılla merhale almaya çalışırlar. Sırdan ve hikmetten nasipleri yoktur. Bütün hâdiseleri akılla çözmeye kalkarlar ve boğulurlar, muvaffak olamazlar. Birbirlerini tekzib ederek, birbirlerinin sistemlerini yıkarak, çıkmaz sokaklarda döner dururlar.
Kelâm ilmine vâkıf olan âlimler, aklı vahyin içinde kullanırlar. Bir merhaleye kadar selâmetle ilerler, orada kalırlar. Daha fazla ilerleyemezler.
Sûfiyye ise aklın acziyetini görür ve teslîmiyet içinde merhale kat ederler. Akıl acziyete dûçâr olduğu zaman, teslîmiyet gösterirler. Teslîmiyet neticesinde sırrî hikmetlere vâkıf olurlar. Mevlânâ Hazretleri teslîmiyeti şöyle ifade eder:
“Akıl, Mustafâ’ya kurban olsun!” Zira akıl mahduttur. Peygamber Efendimiz ise sırlar ve hikmetler ummânıdır.
İslâm kelimesi muhtevâsında teslîmiyet ifade eder. Aynı kökten gelir. İslâm, Cenâb-ı Hakk’ın tâlimatlarına tam bir teslîmiyettir. Hadîs-i şerifte buyurulur:
اَسْلِمْ تَسْلَمْ
“İslâm ol, kurtul! / İslâm’a girerek Allâh’a teslim ol ki, selâmete eresin.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 10)
Teslîmiyet vesilesiyle Allah, o kulun kalbini açar. Ona Allah öğretmeye başlar. Âyet-i kerîmede buyurulur:
وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُۜ
“…Allah’tan korkun (takvâ üzre olun!.. Bilin ki) Allah (size bilmediğinizi) öğretir!” (el-Bakara, 282)
Şeytanın vesveselerinden kurtulup, teslîmiyet ve tevekkül içinde müstakîmâne hareket etmeyi şu âyet-i kerîme ne güzel anlatır:
فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ
“Kararını verdiğin zaman da artık Allâh’a tevekkül et (O’nun tevfîkına ve yardımına dayanıp güven. Endişelere ve ye’se kapılma!)” (Âl-i İmrân, 159)
Teslîmiyetin bir neticesi de, başa gelenlere sabretmektir. Çünkü çile ve musîbetler, insandaki özü ve cevheri imtihan eder.
Zora gelince, tahammül edebilecek mi?
Enâniyetine dokunan bir imtihanda çileden çıkacak mı?
Allâh’ın takdirinden rızâsı, her iptilâda devam edecek mi? Yoksa kalbinde burukluk oluşacak mı? İsyâna düşecek mi?
Altın cevheri, çöpe de düşse, ateşe de atılsa altındır. Fakat kalp paralar ve karışık, ayarı bozuk madenler; ateş karşısında bozulur, özlerinin kusurunu belli ederler. Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıkça imtihanların artması bundandır.
Bu sebeple hikmetli levhalarda;
“Yâ Sabır! Yâ Selâmet!”
“Fe-Sabrun Cemîl!” îkazlarıyla beraber şu nükteli îkaz yer alır:
HOŞ GÖR! خوش كور
Evvelâ ifade etmelidir ki, burada hoş görülmesi tavsiye edilen söz ve davranışlar; dîne, vatana, millete ve namusa karşı hücumlar değildir. Âmmeye ve İslâm’a yapılan saldırılara karşı, kulun hoş görme ve affetme salâhiyeti yoktur.
Bilhassa;
İslâm tevhiddir. Tevhid husûsunda hiçbir tavizi ve müsamahası yoktur.
Zaman zaman Yahudilik ve Hıristiyanlık da menşei itibarıyla semâvî oldukları ifade edilerek, İslâm ile beraber, tek tanrılı dinlerin diyaloğu başlığı altında bir araya getirilmeye çalışılmaktadır.
Hâlbuki; Hıristiyanlık tevhidden uzaklaşmış, teslise yani üçlemeye düşmüştür. Yahudilik de bir şirk unsuru çizgisi hâlinde antropomorfik hâle gelmiştir. Yani Cenâb-ı Hakk’a beşerî husûsiyetler ve kusurlar atfedilmektedir. Bu sebeple asla menşeleri öne sürülerek bu dinlerin bozuk ve bâtıl akîdelerine hoşgörü gösterilemez. Rasûlullâh’ın tanınmadığı bir yerde müslümanın diyaloğu olamaz. Bu husus âyet-i kerîmelerde de açıktır. Cenâb-ı Hak; bize her Fâtiha’da;
صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ
“(Yâ Rabbî! Bizi sırât-ı müstakime ulaştır.) Nimet verdiklerinin yoluna eriştir.” diye duâ etmemizi tâlim buyurmaktadır.
Cenâb-ı Hak «kendilerine nimet verdiklerinin yoluna» yönelmemizi, onlarla beraber olmamızı ve onların duygularını paylaşmamızı arzu etmekte. Onlar ki âyet-i kerîmede açıklandığı üzere şu dört mümtaz zümredir:
- Peygamberler
Onlar üsve-i hasenedirler. Örnek şahsiyetlerdir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“İşte o peygamberler Allâh’ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna tâbî ol…” (el-En‘âm, 90)
- Sıddîklar
Doğruluğu ve tasdiki tam olan kullardır. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“…Bu (kıyâmet), sâdıklara sadâkatlerinin fayda vereceği gündür…” (el-Mâide, 119)
- Şehidler
Allah yolunda canlarını vererek fedâkârlık gösteren kullardır ki, Cenâb-ı Hak onlar hakkında şöyle buyurmaktadır:
“(Ey mü’minler!)
Allah yolunda öldürülenlere «ölüler» demeyin! Bilâkis onlar diridirler lâkin siz anlamazsınız. (Sizin şuur ve idrâkiniz onların bu husûsiyetini anlayamaz!)” (el-Bakara, 154)
- Sâlihler
Sâlih bir kul olmanın ehemmiyetini de Hazret-i Yûsuf, şöyle duâ ederek bizlere göstermiştir:
“…(Yâ Rabbî!) Beni müslüman olarak vefât ettir ve beni sâlihler zümresine ilhâk eyle!” (Yûsuf, 101)
İşte beraberlik, ancak bunlarla.
Zıddı olan sapkınlık ve gazap ehlinden de uzak durulacak ki onların kötülükleri kalbe sıçramasın!.. Onlardan bize kalbî bir transfer, yani bir in’ikâs ve insibâğ olmasın! Bu sebeple Fâtiha-i şerîfenin sonunda buyurulur:
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ
“(Yâ Rabbi! Bizleri, yahudiler gibi) gazaba uğrayan ve (hıristiyanlar gibi) dalâlete sapanların yoluna düşmekten muhafaza eyle! (Zira onlar, dînin hakikatini kendi menfaatleri mukabilinde tahrif etmişlerdir.)”
İslâm’ın tevhid husûsundaki tavizsizliğine şu hâdise gayet vâzıh bir delildir:
Tâif’te yaşayan Sakîfliler, Mekke’nin fethinden bir müddet sonra Medine’ye gelerek bazı şartlarla müslüman olabileceklerini söylediler. Tâifliler, Lât adındaki putlarının üç sene daha yerinde bırakılmasını istemek ahmaklığında bulundular. Peygamberimiz bunu katiyen kabul etmedi. Ahmakça korkuları yüzünden;
“‒Bari bir ay yanımızda kalsın!” dediler. Bu da kabul edilmedi.
Nihayet şart ileri sürmeden îmâna geldiler. Bu sefer de hiç olmazsa Lât putunu yıkmaktan kendilerinin muaf tutulmalarını istediler. Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- de; bu hususta ısrar etmeyerek, bu iş için Ebû Süfyân ile Muğîre -radiyallâhu anhümâ-’yı gönderdi.
Demek ki;
Küfre hiçbir şekilde taviz yok!.. Âyet-i kerîme zalimlere en küçük bir meylin hazin âkıbetini bildirerek îkaz buyurur:
“Zulmedenlere meyletmeyin; sonra size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız).
Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur.
Sonra (O’ndan da) yardım göremezsiniz!” (Hûd, 113)
Diğer yandan;
Amelî sahada dahî, dînin esaslarında ve temel rükünlerinde taviz verilemez. Peygamber Efendimiz, Sakîf kabîlesinin, namaz kılmaksızın İslâm’a girme şartlarını reddetmiştir.
O’nun yâr-i gārı (hicret mağarasındaki can yoldaşı) olan Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- da, hilâfeti zamanında zekât vermek istemeyen kabîlelere karşı harp ilân etmiştir. Çünkü zekât vermeyi reddetmek, İslâm’ın bir umdesini ortadan kaldırmaya mâtuf bir hareket idi. İslâm’ın şiârı ve rüknü olan ibâdetlerin; «Nasıl olsa îman maddesi değil, furûattandır.» denilerek küçük görülmesini hoş görmek de asla bir mü’mine yakışmaz.
Günümüzde de İslâm’ın bazı şer‘î emirlerini, -hâşâ- zamana uygun bulmayarak, iptal yahut tağyir etmeye kalkan tarihselcilik akımı vardır. Bu da, kendi iradesini Allâh’ın iradesinden üstün görmenin getirdiği bir fâciadır ki, ucu, küfre varan bir sapıklıktır.
Muğîre bin Velid, Arap’ın dört dâhisinden biriydi. Kur’ân karşısındaki hâli değişti. Önce kabul edecek noktaya geldi. Lâkin Ebû Cehil’in tahrikiyle vazgeçti. Ardından da; hâşâ Allâh’ın iradesine yanlışlık izâfe etmeye kalkışacak kadar sapıklığa daldı. Yani;
Kur’ân’ın hak olduğunu vicdânen kabul etti, ancak nefsâniyetinin galebesiyle inkâr etmek bedbahtlığına dûçâr oldu.
Bu vaziyet;
Aklı, vahyin üstüne çıkarmaya kalkma küstahlığıdır ki, bu bedbahtlığın sonu cehennemdir. Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Kim Kur’ân hakkında kendi re’yi yani görüşü ile söz söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın!” (Tirmizî, Tefsîr, 1/2951)
Bu hakikatten hareketle selef-i sâlihîn şu anlayışa sahip olmuştur:
“Kim Kur’ân’ı, kendi re’yi, yani indî kanaati ile tefsir ederse, hiç şüphesiz kâfir olur.”
Kur’ân-ı Kerim, Allâh’ın kelâmıdır. Onun üzerine kendi akıl ve hevâsından söz söylemeye kalkmak, kendini -hâşâ- Allâh’ın üzerinde görmek demek olur.
Cenâb-ı Hak, müşriklerin; “Muhammed, Allah adına sözler uydurdu.” şeklindeki iftiralarına şöyle cevap vermiştir:
“Eğer (Peygamber) Biz’e atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette Biz O’nu kuvvetle yakalardık. Sonra da hiç şüphesiz O’nun şahdamarını koparırdık.” (el-Hâkka, 44-46)
Cenâb-ı Hak; bu ifadeleri, Habîbullah yani Allâh’ın en sevgili kulu olan Efendimiz hakkında kullanmaktadır.
Fâsid kıyaslarını ve bozuk felsefelerini Allâh’ın kelâmının üzerinde görerek vahyi -hâşâ- iptal etmekte kullanmaya kalkanlara kıyâmette nasıl muâmele edeceğini bir düşünmek gerekir!..
Hâsılı;
İslâm’ın ne îtikādî ne de amelî umdeleri üzerinde bir değişiklik, asla ve asla kabul edilemez.
Unutulmamalıdır ki;
İSLÂM TAMDIR
İslâm muhteşemdir. İkmâl ve itmâm olunmuştur. Şeffaftır. Esaslarını kitâbı ile ilân etmiştir. Kıyâmete kadar da bi-iznillâh muhafaza olunacaktır. Kur’ân-ı Kerim; Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- tarafından da fiilen tefsir ve tatbik edilmiştir. Zira Cenâb-ı Hak buyurur:
“Allah Rasûlü’ne itaat, Allâh’a itaattir.” (en-Nisâ, 80)
Bu sebeple;
İslâm’ın hiçbir başka akîde veya sistemle te’life ihtiyacı yoktur. Bunun cevâzı da yoktur. Zira İslâm; mükemmeldir, muhteşemdir, tavize ihtiyacı yoktur. Çünkü Kur’ân ve diksiyonu Allâh’a aittir. Kıyâmete kadar ebedî bir mûcizedir.
Buna rağmen; diyalog, ılımlı İslâm, tarihselcilik ve benzeri adlarla böyle bir te’life yeltenmek, ya da sünnet-i seniyyesiz bir din istemek, İslâm akîdesine zıt bir davranıştır. İslâm’ı küçültmeye kalkmaktır. Bu cehâlet, akıl ve kalp tutulmasıdır. Çirkin bir ihânettir.
Tarihselci; “Ahkâm âyetlerinin -hâşâ sümme hâşâ- zamanı geçti.” diyerek Kur’ân’ın mîras hukukunu değiştirmeye zorluyor.
Yani ahkâm ayetlerini âdetâ emekliye ayırıyor!..
Bir başkası da; “Rasûlullah gelse elini ayağını öperim fakat zaman bizim zamanımızdır, bizim metotlarımız var. Bunlardan dönmeyiz.” diyerek Efendimiz’i emekliye ayırıyor. Tebliğ metodunu emekliye ayırıyor. Cebrâil’i emekliye ayırıyor. Yani kendi cehâletine göre hükümsüz zannediyor.
Hâşâ! Kimse Kur’ân’ı ve Allah Rasûlü’nü mukaddes vazifesinden asla uzaklaştıramaz. İslâm bunların hepsinden münezzehtir. Zira dînin sahibi Cenâb-ı Hak’tır ve Allah indinde din, İslâm’dır.
Bu hakikatlerin aleyhinde uğraşanlar olsa da, gerçek değişmeyecektir. Fırka-i nâciye (Kitap ve Sünnet / sırât-ı müstakîm, yani tam olarak İslâm üzere yaşayıp kurtuluş ehli olanlar) kıyâmete kadar devam edecektir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“…Kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır.” (es-Saff, 8)
Günümüzde maalesef, sırât-ı müstakîmden ayrılan birtakım topluluklar yüzünden «cemaat» mefhumumuz kirletilmek isteniyor.
Hâlbuki cemaat, Hakk’a adanmış bir toplumdur. Ehl-i sünnet ve’l-cemâat tabirinde, «cemaat» ashâb-ı kirâmı ifade eder. Mânevî bir sıfatı vardır. Gelişigüzel topluluklara; meselâ sinemacı, sporcu ve benzeri topluluklara cemaat denmemiştir. Tarih boyunca da Hakk’a ve halka hizmet için bir araya gelmiş cemaatler, dâimâ İslâm’a ve insanlığa samimî bir şekilde hizmet, vakıf, infak, fedâkârlık ve cömertlikleriyle yâd edilmişlerdir. Fakat günümüzde gayesinden uzaklaşmış ve îtikādî, amelî, dînî ve millî savrulmalara dûçâr olmuş bir grup üzerinden; cemaat kelimesi, gizli-kapaklı, tehlikeli bir gruplaşma mânâsına getirilmeye çalışılmaktadır.
“Sû-i misal, emsal olmaz.” kāidesince, gerçek cemaatin ne olduğu ve kimlerden oluştuğu anlaşılmak istenirse bozuk örneğe değil, tarihimizi fazîletlerle dolduran Edebâlî silsilesine bakmak gerekir. Ahmed Yesevî dervişleri, Yûnus Emreler, Mevlânâlar, Hacı Bektaşlar, Akşemseddinler, Hüdâyîler, Şâh-ı Nakşibend ve Mevlânâ Hâlidler… Onların etrafında en güzel niyetlerle hâlelenmiş ve halkalanmış güzîde cemaatlere bakılmalıdır.
Cemaat gibi, imam, hizmet, himmet ve benzeri aslen mukaddes olan mefhumlarımızın içleri, bozuk mânâlarla doldurulmakta. İki asırdır, kelime ve fikir dünyamıza yapılan lisan hücumlarına bir yenisi daha ilâve olmaktadır. Gayr-i meşrû işleri idare eden kişilere; «imam» sıfatı verilip kullanılınca, yeni nesillerin zihin dünyasında bu mukaddes kelimemiz çirkin ve menfî mânâlar tedâî ettirecektir. Mukaddes imamlık mesleği de gözden düşecektir. Bu kasıtlı bir ihânettir. Maksatlı bir tuzaktır. Mukaddes mihraplarımıza; «Çamur at, yapışmazsa da izi kalsın!» plânı çerçevesinde yapılan bir hilekârlıktır.
Hâlbuki «imam» öyle mühim ve güzîde bir kelimemizdir ki, Rabbimiz;
وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّق۪ينَ اِمَامًا
“…Ey Rabbimiz bizi müttakîlere imam eyle!” (el-Furkān, 74) diye duâ etmemizi tâlim buyuruyor.
İmâmet öyle bir makam ki; Peygamber Efendimiz; «İmâmü’l-Harameyn / Mekke ve Medine Haremlerinin İmâmı», «İmâmü’l-Enbiyâ / Peygamberlerin Önderi», «İmâmü’l-Müttakîn / Takvâ Sahiplerinin İmâmı» gibi isimlerle yâd edilmekte…
Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, «imam» olacak kişinin «اصلح / aslah ve ارشد / erşed» olmasını, yani «en sâlih ve en olgun / sâlih amellere ve kâmil davranışlara sahip» bulunmasını şart koşmuştur. İslâm’ın temel prensibi de budur. Buna göre imam kelimesi; gayr-i meşrû, gayr-i ahlâkî, gizli ve çirkin işleri çekip çeviren elebaşılara sıfat yapılamaz! Onlara imam kelimesi kullanılamaz.
Bir başka mağdur kelimemiz olan «himmet», ise «duâ» mânâsındadır. Sâlih kimselere; «Himmet buyurun…» denir. Bu bir mânevî hakikattir. Fâil-i Mutlak, Cenâb-ı Allah’tır. Hâl böyle iken tutup da materyalist mantıkla para toplamaya ve paraya «himmet» denilemez.
Cenâb-ı Hak; lisânımıza, mukaddes kelime ve mefhumlarımıza, dolayısıyla zihin ve kalp dünyamıza sahip çıkabilmeyi nasîb eylesin.
Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, diğer dinlere karşı hoşgörü göstermekle değil, onları tevhîde davet etmekle emrolunmuştur. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“(Rasûlüm!) de ki:
«Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz:
➢ Allah’tan başkasına tapmayalım;
➢ O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve
➢ Allâh’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın.»
Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman; «Şahit olun ki biz müslümanlarız!» deyiniz.”(Âl-i İmran, 64)
Görüldüğü gibi;
Ehl-i kitâbın davet edildiği «kelime», «kelime-i tevhid»dir ki, Allâh’ın vahdâniyetini ve Hazret-i Muhammed -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in risâletini kabulü gerektirir. Eğer İslâm davetini kabul etmezlerse müşterek bir kelime kalmamaktadır. Sayılan tevhidî esasları kabul etmemeleri hâlinde; «Biz müslümanız!» diyerek şahsiyetin ilân ve muhafazası emredilmektedir. Yani;
“Sizin dîniniz size, benim dînim bana!” (el-Kâfirûn, 6) tâlimâtı verilmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’de «ehl-i zikir» olarak vasfedilen, çeşitli hasletlerle methedilen ehl-i kitap, asr-ı saâdete kadar gelen ehl-i kitâbın sâlihleridir. Bunu sonrasına teşmil etmek büyük bir dalâlet olur.
Yine âyet-i kerîmede buyurulur:
“İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak en güzel yoldan MÜCADELE EDİN (emr-i bi’l-mâruf ile hakikate davet edin) ve deyin ki:
«Bize indirilene de, size indirilene de îmân ettik.
Bizim ilâhımız da sizin ilâhınız da birdir ve biz O’na teslim olmuşuzdur.»” (el-Ankebût, 46)
Bu âyet-i kerîmede ise, yumuşak bir üslûp ile muhatapları dinlerinin sahih menşeini tefekkür etmeye davet ederek, akîdelerinde meydana gelen tahrifi fark etmelerini sağlamak hedeflenmiştir. «Diyalog» değil «mücadele» tabiri kullanılmaktadır.
Yani bu güzel üslûplu mücadele şöyledir:
“Ey yahudi ve hıristiyanlar!
Biz müslümanlar;
- Sizin kitaplarınız olan Tevrat ve İncil’in aslını bir îmân esası olarak kabul etmekteyiz, fakat tahrifleri kabul etmeyiz!
- Bu kitapları indiren ve İbrahim -aleyhisselâm-, Musa -aleyhisselâm-, İsa -aleyhisselâm- peygamberleri gönderen «Ehad: Tek» olan Allâh’a inanıyoruz. Fakat «evlât ve eş isnâdı, teslis, antropomorfizm…» ve benzeri tahriflerinizi reddediyoruz!
- Cenâb-ı Hak nasıl geçmişte size peygamber göndermiş, kitap indirmiş ise; insanlığa son peygamber olarak Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallallâhu aleyhi ve sellem-’i, Kur’ân-ı Kerim ile göndermiştir. Biz de siz de Allâh’a, son peygamberine ve son kitabına îmân etmeliyiz!”
Nitekim Abdullah bin Selâm -radıyallâhu anh-’tan Yaman Dede’ye nice ehl-i kitap, bu mülâyim davetlerle tevhidi idrâk etmiş ve İslâm ile müşerref olmuştur.
Dînimizde «nehy-i ani’l-münker: Kötülükten alıkoyma» prensibi vardır.
Bir müslümanın, karşılaştığı bir yanlışlıkla; kalbî buğzdan, sözlü îkaz ve fiilî müdahaleye kadar, mücadele etme vazifesi vardır. Bunlara müdahale etmemek; hoş görmek değil, menfaat karşısında göz yummak olur. Bu da büyük bir vebaldir.
HİLM
Ancak kendi başına gelen musîbetleri hoş görebilmek, yani hilm ve müsamaha ile karşılayabilmek derin bir irfandır. Çünkü o musîbet, neticede, Fâil-i Mutlak olan Allâh’ın bir lutfu yahut da îkāzıdır. Bu sebeple; “Söyleyene değil söyletene bak!” denilir. Sebep ve vesile olan şahsa kızmak yerine müsamaha gösterilir. Hikmet tarafı görülmeye çalışılır.
Yûnus Emre Hazretleri bunu şöyle anlatmıştır:
Vurana elsiz gerek,
Sövene dilsiz gerek…
“(Derviş isen) sana el kaldıran kardeşine el kaldırma, sana hakaret eden kardeşine de mukabelede bulunma!”
«Hoş gör!» îkāzı aynı zamanda kötülüğe iyilikle mukabele edebini de öğretir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“…İyilik ve kötülük müsâvî değildir. Sen kötülüğü en güzel bir tarzda önlemeye çalış. O zaman (göreceksin ki), seninle arasında düşmanlık bulunan kimse; sanki candan, sıcak bir dost oluvermiştir.” (Fussilet, 34)
Hata eden kardeşi hoş görebilmek aynı zamanda bir mahviyettir. “Bunu bana nasıl yapar?!.” şeklinde enâniyet göstermeyip, kendine ait husûsiyetlerde hoş görebilmek büyük bir fazîlettir. Affedebilme fazîletidir. Kul, bu fazîlet mukabilinde Cenâb-ı Hak’tan af isteme makamına vâsıl olur. Affede affede affedilenlerden olur.
Şu menkıbe bunun ne güzel bir misâlidir:
İNCİNME GÖNÜL!
Yaşlı ve muzdarip bir hasta, Mâruf-i Kerhî Hazretleri’ne misafir olmuştu. Adamcağız bîçâreydi; saçı dökülmüş, yüzünün rengi uçmuştu; canı, vücudunu bir çengel gibi pârelemekteydi. Mâruf-i Kerhî Hazretleri, bir yatak serdi ve hastanın istirahatini temin etti.
Hasta, ıztırâbının şiddetiyle inim inim inliyor ve feryâd ü figân ediyordu. Gece sabaha kadar kendisi bir nefes uyumadığı gibi feryatlarıyla hâne halkından da hiç kimseyi uyutmuyordu. Üstelik gittikçe huysuzlaştı ve ev halkına sitemler yağdırıp onları rahatsız etmeye başladı. Nihayet onun bu sert tabiatına ve kötü davranışına tahammül edemeyen evdekiler, birer-ikişer başka yerlere kaçtılar. Evde, hasta ile Mâruf-i Kerhî ve hanımından başka kimse kalmadı.
Mâruf-i Kerhî, geceleri de uyumuyor; bu huysuz hastanın ihtiyaçlarını görmek, ona hizmet edebilmek için çırpınıp duruyordu. Ancak bir gün uykusuzluğu had safhaya ulaşınca gayr-i ihtiyârî uykuya daldı. Onun uyuduğunu gören gafil hasta da, kendisine şefkat ve merhametle kucak açan bu sâlih zâta teşekkür edeceği yerde sitem ediyor ve kendi kendine:
“–Bu nasıl derviş böyle!.. Zaten bu gibilerin zâhirde adları-sanları var; hakikatte ise riyâcıdırlar. Her işleri gösteriştir. Bunların dışları temiz ama, içleri kirlidir. Başkalarına takvâyı emrederler, kendileri yapmazlar. İşte şu adam da benim hâlimi düşünmeden uyuyor. Kendi karnını doyurup uykuya dalan biri, sabaha kadar gözlerini yummayan bîçâre hastanın hâlinden ne anlar!..” diye söyleniyordu.
Mâruf-i Kerhî, işittiği bu acı sözlere karşı da sabır ve kerem gösterdi. Duymazdan geldi. Lâkin sabrı taşan hanımı daha fazla dayanamadı ve Mâruf-i Kerhî’ye sessizce şunları söyledi:
“–Şu huysuzun neler söylediğini duydunuz. Artık onu bu evde barındıramayız. Bize daha fazla ağırlık vermesine ve size cefâ etmesine müsaade etmeyelim. Söyleyin buradan gitsin de başka bir yerde başının çâresine baksın. İyilik, kıymet bilene yapılır. Nankörlere iyilik yapmak, kötülüktür. Onları daha da azdırır. Alçak kimsenin başı altına yastık konulmaz. Böyle zalim kimselerin başları taş üstünde gerektir.”
Hanımının bu sözlerini sükûnetle dinleyen Mâruf-i Kerhî Hazretleri, mütebessim bir çehreyle şöyle buyurdu:
“–Ey hanım! Onun söylediği sözler seni niye incitir ki?.. Bağırmış ise bana bağırmış; terbiyesizlik yapmış ise bana yapmıştır. Onun nâhoş görünen sözleri, bana hep hoş gelir. Görüyorsun ki, o dâimî bir ızdırap içindedir. Baksana; zavallı bir nefes bile uyuyamıyor!.. Hem bilesin ki asıl hüner, asıl şefkat ve merhamet, böyle kimselerin cefâsına katlanabilmektir…”
Fazîlet budur.
Aksi hâlde;
Nefs adına intikamcı olmak, yani enâniyete gelen hücumlara aynıyla mukabelede bulunmak; nefsânî davranışlar içindedir ve mezmumdur. Şu kıssa bunun mükemmel bir misâlidir:
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, Mıstah isimli bir fakire devamlı olarak yardım ederdi.
Kızı Hazret-i Âişe’yi hedef alan İfk Hâdisesi’nde onun da iftiracılar arasında yer aldığını görünce, çok üzüldü ve bir daha ona ve ailesine iyilik yapmayacağına dair yemin etti. Yardım kesilince Mıstah ve ailesi zor duruma düştüler. Cenâb-ı Hak bu yardımın kesilmesinin ardından şu âyet-i kerîmeleri inzal buyurdu:
“İçinizden fazîletli ve servet sahibi kimseler;
- Akrabaya, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere,
- (Mallarından) vermeyeceklerine dair yemin etmesinler;
- Affetsinler, bağışlasın geçsinler.
- Allâh’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız?
Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (en-Nûr, 22)
Bunun üzerine Ebûbekir -radıyallâhu anh-;
“–Ben elbette Allâh’ın beni bağışlamasını severim!” dedi. Ardından yemin keffâreti vererek, yapmış olduğu hayra devam etti. (Buhârî, Meğâzî, 34; Müslim, Tevbe, 56; Taberî, Tefsîr, II, 546)
Hakikaten Mıstah’ın yaptığı çok büyük bir cürümdü. Hakaret ve iftira ettiği kişi; mü’minlerin annesi, Allah Rasûlü’nün hanımı, Hazret-i Ebûbekir’in kızı ve iffetini Kur’ân’ın ilân ettiği bir hanımefendiydi. Fakat Cenâb-ı Hak, ona da merhamet istedi. Ona da af istedi. Onun da perişan bir şekilde terk edilmesine râzı olmadı, ona da sahip çıkılmasını istedi.
İşte merhametin ve fazîletin zirvesi…
Gerçek merhamet; zalime olan merhamettir ki, bu da onun zulmüne mânî olmaktır.
Garip ve kimsesizlere acı; fakat zalimlere daha fazla acı!.. İnsanlığa vedâ eden kapitaliste, işçisinin ve emri altındakinin hak ve hukukunu çiğneyen gaddar patronun sefil rûhuna ve; «Acıyın bize!» feryatlarını duymayan sağırlaşmış kalplere bilhassa acı!
Bu acımadan kastedilenin de; onları îkāz etmek, yanlışlarını kavratmak, zulümlerini engellemek ve onlara merhameti öğretmek olduğunu unutma!..
Böyle bir merhamet hem zalime, hem mazluma fayda verir.
Nitekim;
Rasûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün şöyle buyurmuştu:
“−Kavga eden iki kardeşinizi gördüğünüz zaman, zalime de mazluma da yardım ediniz.”
Sahâbe-i kiram sordu:
“−Yâ Rasûlâllah! Mazlumu anladık. Fakat zalime nasıl yardım edeceğiz?”
Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- şu cevabı verdi:
“−Onun da zulmüne mâni olmak sûretiyle…” (Buhârî, İkrah, 7; Müslim, Birr, 62)
Böyle bir merhamet, âhiretimize fayda vereceği gibi, dünya hayatına da ferahlık verir. Zira zalimin intibâha gelmesi neticesinde birçok insan, onun zulmünden kurtulmuş olur.
Denilmiştir ki:
Dünya, üç şeyle cennet hâline gelir:
1) Elden, dilden ve gönülden infâk etmekle.
2) Allâh’ın kullarını affetmekle.
3) Zalime hidâyet yolunu göstermekle.
Eğer zalimi zulmünden döndürmek mümkün olmazsa da; ona engel oluş metotları içinde, yine de zulümle mukabelede bulunulmaz. Çünkü bu, onun zulmünü artırır.
Nitekim Kābil, kardeşine;
“–And olsun, seni öldüreceğim!” dediğinde, Hâbil’in verdiği şu cevap da bir fazîlet nümûnesidir:
“–And olsun ki sen, öldürmek için bana elini uzatsan (bile) ben sana, öldürmek için elimi uzatacak değilim. Ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım…” (Bkz. el-Mâide, 27-28)
Şirretliğe karşı dahî, fazîlet!..
Nitekim Kābil, nefsine yenik düştü. Kardeşi Hâbil’in üzerine taş atarak onu katletti ve yeryüzünde ilk cinayeti işleyerek kıyâmete kadar çok kötü bir çığır açmış oldu. Bütün cinayetlerin günahı ona da yükleniyor. Hâbil ise, fazîletin timsâli olarak devam ediyor.
KININA GİREN KILIÇ
Hazret-i Ali, bir harp esnasında bir kâfiri tam haklayacak iken, bu kişi mübârek sahâbînin yüzüne tükürük attı. Bunun üzerine Hazret-i Ali, adamı öldürmekten vazgeçti.
Düşmanı şaşırdı. Zaten hak ettiği cezayı katmerlendirecek bir iş yapmışken, Zülfikâr niçin kınına girmiştir?
Hazret-i Ali dedi ki:
“Ben seninle Allah rızâsı için mukātele ediyordum. Fakat bana yaptığın hakaret ile, işin içine nefsimi karıştırdın. O an seni öldürse idim, nefsim adına intikam duygusuyla öldürmüş olurdum ki, cihad sevabı almak bir tarafa belki de Allah katında mes’ul olurdum!”
Bu engin iç muhasebe, kâfirin gönlünü yumuşatır ve İslâm’a getirir. Kötülüğe karşı iyilik, dâimâ hayır getirir.
Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, şahsına ve ailesine karşı saldırıları dâimâ affetti. Amcasını katledeni ve katlettireni affetti, kızının ölümüne sebep olanı affetti. Böyle zulümlerin zirveye çıktığı bir gün kendisinden bedduâ etmesini istediler. O ise;
“Ben dünyaya bedduâ etmek için gönderilmedim, ben bir rahmet Peygamberi’yim.” buyurdu. (Müslim, Fedâil, 126; Tirmizî, Deavât, 118)
Fakat;
Recî ve Bi’r-i Maûne fâcialarında Kur’ân talebelerine sûikast yapanları tel‘în etti. O mel‘un kātillere bir ay bedduâ etti.
Çünkü şahsına gelen hücumları affeden kalbi, İslâm’ın istikbâline kasteden bu hıyâneti affetmedi.
«Gayretullâh»a dokunan bu gibi hıyânetlere bedduâ etmişlerse de, Peygamber ve Hak dostlarının günahkârlar karşısındaki tavırları; günahtan nefret edip, günahkârı yaralı bir kuş gibi görmek ve ona şefkat ile nazar etmek şeklindedir.
YARALI BİR KUŞ GİBİ
Çünkü insan, özü itibarıyla, ilâhî nefhaya mazhar olmuş, fıtraten mükerrem bir varlıktır. Ona bulaşmış küfür, isyan ve fısk u fücur gibi şenaatler ârızîdir. Onlardan kurtulur, hidâyete nâil olur ve ıslaha kavuşursa, yeniden tertemiz özüne dönmüş olur.
Bu sebeple Cenâb-ı Hak da; nefsâniyetin girdaplarına düşmüş kullarına merhamet edilmesinden ve onlara hidâyet elinin uzatılmasından hoşnut olur.
Nakledildiğine göre İbrahim bin Edhem Hazretleri, bir sarhoşun pis kokulu ve bulaşık ağzını yıkamış, bunu niçin yaptığını soranlara da şu mukabelede bulunmuştu:
“–Eğer yüce Allâh’ın adını zikretmek için yaratılan dil ve ağzı bulaşık olarak bıraksaydım, hürmetsizlik olurdu…”
Adam ayıldığında ona;
“–Horasan zâhidi İbrahim bin Edhem ağzını yıkadı…” dediler.
Bu durumdan mahcup olan sarhoşun gönlü de uyandı ve samimiyetle şöyle dedi:
“−Öyleyse ben de tevbe ettim!..”
Böyle bir hâle vesile olan İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne rüyasında Hak katından şöyle buyuruldu:
“–Sen bizim için onun ağzını yıkadın! Biz de senin için onun kalbini yıkadık!..”
Hazret-i Mevlânâ’nın şu meşhur davetini de böyle telâkkî etmek îcâb eder. Bu, yaralı gönülleri şifâya ve tedaviye davettir:
GEL! GEL!
“Gel! (Dön de) gel! Ne olursan ol, yine (hidâyete) gel!
Kâfir, mecûsî veya putperest olsan da, (gerçek îmâna) gel!
(Bil ki) bizim dergâhımız (olan İslâm) ümitsizlik dergâhı değildir.
Yüz kere tevbeni bozsan, yine de (tevbeye) gel!”
Bu davet Peygamber Efendimiz’in müstakîm yolundan giden Hak dostlarının, «ümmetin derdiyle dertlenmesi»nden neş’et eder:
Bâyezîd-i Bistâmî -kuddise sirruh- anlatıyor:
“Zamanımızda binlerce velî vardı. Fakat asrın mânevî makamı Ebû Hafs adında bir demirciye verilmişti. Bunun hikmetini öğrenmek için dükkânına gittim. Kendisini çok dertli gördüm ve sebebini sordum. Büyük bir hüzünle şöyle dedi:
«–Acaba benim derdimden daha büyük bir dert, benden daha dertli bir insan var mı? Derdim şudur:
Acaba kıyâmet gününde bu kadar «ibâdullâh»ın hâli nice olur?»
Ardından ağlamaya başladı ve beni de ağlattı. Merak edip sordum:
«–Halkın muazzeb olmasından niçin bu kadar kederleniyorsun?»
Ebû Hafs Hazretleri cevaben;
«–Benim fıtratım merhamet ve şefkat mayasıyla yoğrulmuştur. Şayet ehl-i cehennemin bütün azabı bana yükletilip onlar affedilse, ben bundan ziyâdesiyle memnun olurum ve derdim de son bulur…» dedi.
Bunun üzerine anladım ki, Ebû Hafs Hazretleri; «Nefsî! Nefsî!» diyenlerden değil, peygamber meşrebinde olup; «Ümmetî! Ümmetî!» diyenlerdendir. (…)
Bu mânevî teveccüh ve mevhibenin Ebû Hafs Hazretleri’ne nasîb olmasında, ondaki engin şefkat ve merhametin tabiat-i asliye hâline gelmesinin bereketi vardır.”
İKRAH İLE ISLAH OLMAZ!
Günahkârlar için ağlamak ve onların hâliyle muzdarip olmak ancak rakik ve hassas bir kalbin semeresidir.
Cenâb-ı Hak insana tebliğ ve kötülükleri ıslah vazifesi vermiştir. Fakat bu gayret, ikrâha dönüştürülemez. Bir başkasının iradesini çiğneyerek ona zorla îmân ettirilemez. Devlet eliyle gerçekleştirilen mahdut sayıda içtimâî düzenlemeden başka, ilâhî emir ve tâlimatlar gönülden kabul ile yaşanır.
Âyet-i kerîmede zâhiren müslüman olsalar da henüz îmanda derinleşemeyenler hakkında şöyle buyurulur:
“Bedevîler; «İnandık!» dediler.
De ki: «Siz îmân etmediniz, ama; ‘Boyun eğdik.’ deyin.
Henüz îman kalplerinize yerleşmedi.
Eğer Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.»” (el-Hucurât, 14)
Bu sebeple muhatap, idrâk etmediğinde, kabulde zorlandığında sabırdan ve vakt-i merhûnu beklemekten başka çare yoktur. Bu da bir nevi tahammül ve müsamaha demektir. Kötülüğü hoş görmek değil sabırla gönlün inşirâhını beklemektir.
İslâmiyet’in ıslah emrini görüp, müsamaha ve sabır emirlerini ve ikrah yasağını görmemek, devrimizde İslâm’a iftira malzemesi yapılan şiddet hareketlerini intâc eder. Şu iktibas ile mevzuyu açalım:
Filibeli Ahmed Hilmi Efendi, A‘mâk-ı Hayâl adlı eserinde, temsîlî olarak bütün dinlerin ve peygamberlerin saâdet reçetelerini tâdâd ettikten sonra peygamberlerin imamı ve hâtemi olan Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in saâdet tarifini şöyle hulâsa eder:
“–Ey Beşeriyet! Saâdet; hayat ve vukuâtı olduğu gibi kabul etmek ve onun eskāline rızâ, ıslāhına gayret göstermektir (yani onun ağır yük ve çilelerine rızâ göstermek ve ıslāhı için de gayret sarf etmektir).”
Bunun üzerine Beşeriyet, aradığı cevabı bulmuş olarak ayağa kalkar ve şöyle der:
“–Ey Fahr-i Âlem! Ey Âlemlere Rahmet! Ey büyük Peygamber! Beşeriyetin dertlerini anlayan ve ilâcını bulan yalnız Sen’sin!..”
Yani mü’minler, beşeriyetin ıslahına gayret ederken, zorluklarına da tahammül ederler. Zorla, kırıp dökerek ıslaha kalkışmazlar. Gönül almaya koşarlar.
İslâm’da harpler asla toprağı kanla sulamak için yapılmamıştır. İnsanları öldürmek değil, onları diriltmek, ihyâ etmek içindir. Harpler ekseriyâ tedâfuî / müdafaa gayesiyle yapılmıştır. Kılıcın, İslâm’ın neşrine mâni olan fitneleri bertaraf etmekten başka bir fonksiyonu yoktur.
Nitekim fethedilen beldelerin gayr-i müslim halklarına adâletle hükmedilmiştir.
Hazret-i Ömer’in hilâfeti zamanında bir yahudiye ait toprak parçası gasp edilip üzerine cami inşa edilmişti. Vaziyeti haber alan halîfe, caminin yıkılmasını ve arsanın yahudiye iadesini emretti.
Yine Endülüs’ün hıristiyanlarca işgal edilmesinden sonra, yarımadadaki müslüman Araplarla beraber, yahudiler de kovulmuştu. Barbaros Hayreddin Paşa, bunlardan mühim bir kısmını gemilerle kurtararak Osmanlı şehirlerine getirdi. Bir kısmı İstanbul’a yerleştirilen bu mûsevîlere İstanbul halkı büyük yardımlarda bulundu.
Ecdâdımız, fethettiği beldelerdeki gayr-i müslim unsurlara ve istikamet dışı bazı fırkalara, -onlar hıyânet etmedikçe- müsamaha ve mülâyemet göstermiştir. Onlara tam bir vicdan ve inanç hürriyeti tanımıştır. Bu; inançlarını meşrû ve hoş görmek değil, iradelerine müsamaha göstermek ve zorlamamaktır. Fakat hâl ile tebliğde bulunarak, yani güzel bir müslüman şahsiyeti sergileyerek onların nasipli birçoklarını İslâm dairesine kazandırmıştır.
Bilhassa Osmanlı’da, Balkanlardaki Boşnak ve Arnavutların İslâm ile müşerref olması, böyle bir şahsiyet temsili ile tahakkuk etmiştir. I. Murad Han’dan sonra Anadolu’nun tertemiz müslüman halkı Balkanlarda müsait yerlere yerleştirilmiş ve İslâm’ın güler yüzünü halka temâşâ ettirmişlerdir. Böylece Boşnakların tamamı, Arnavutların büyük kısmı ve diğer nasipli milletler İslâm’a koşmuştur.
Bugün batıda ise, müslümanlara tahammül edememenin adı, İslâmofobi olarak konmuştur. Müslümanlar, birtakım komplolarla suçlanarak, İslâm’a terör iftirası atılmakta ve müslümanlara zulmedilmektedir.
Bu manzara da gerçek medeniyetin İslâm’da olduğunu bize göstermektedir.
Her hâlükârda hoş görülen aslında ilâhî takdirdir.
Bu pencereden;
«Hoş gör!» îkāzının bir perde daha ötesi ise, hâdisâtın hikmet tarafını görebilmeye davettir. Meselenin sırrına pencere aralamaktır. Zira, insanın hoşlanmadığı şeylerde hayır saklı olabilir. Çünkü insan gaybı bilmez.
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin şu telkini bize bu hakikati anlatarak, ilâhî takdirin getirdiği hâdiselere ümit ve sabır penceresinden bakabilmeyi tavsiye etmektedir:
Hak şerleri hayr eyler,
Zannetme ki gayr eyler,
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse güzel eyler!
Cenâb-ı Hak, bizleri teslîmiyet ve rızâ hasletlerinden nasiplendirsin. Gönüllerimizi; hilm, sabır, müsamaha ve af gibi ahlâk-ı Muhammediyye ile tezyin buyursun.
Âmîn!..