DiNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
ONLAR, ALLÂH’I ZİKREDERLER
Ondan sonra, daha evvel okunan Âl-i İmran, 191. âyette ise, kalp nasıl bir kalp olacak yine yürek?
“Onlar, ayakta dururlarken, otururlarken, yanları üzerindeyken Allâhʼı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)
Demek ki kul, Cenâb-ı Hakʼla beraber olacak. Kalp, o kıvama gelecek. Cenâb-ı Hak:
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ
“Nereye gitseniz, Allah sizinle beraberdir.” (el-Hadîd, 4) buyuruyor.
Cenâb-ı Hak zamandan-mekândan münezzeh. Bütün mahlûkâtı halkeden Cenâb-ı Hak, bütün mahlûkâtın her an yanında. Cenâb-ı Hak için mâzî, muzârî, zaman, mekân diye bir şey yok. “Muhâlefetün liʼl-havâdis”, Cenâb-ı Hakkʼın bir sıfatı, yaratılanların hiçbirine benzememek. Onun için, Cenâb-ı Hak her an; mahlûkat, insan, hayvan, nebâtât, (fezâdaki) küreler vs. hepsinin Cenâb-ı Hak aynı zamanda yanında. Onun için insan iç dünyasını temizleyecek.
وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ buyuruyor Cenâb-ı Hak. Kuluna şah damarından daha yakın olduğunu bildiriyor. (Bkz. Kāf, 16)
İnsan bâzı, içinde olan şeyleri kimseye söylemek istemez. Kendinde gizli kalmasını ister, müsbet veya menfî. Fakat Cenâb-ı Hak biliyor. Kul, bunun bir idrâki içinde bir hayat tarzı olacak.
“Onlar, ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken Allâhʼı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191) Unutmazlar. Ve bunun neticesi nedir?
“…Göklerin ve yerin yaratılışını derinden derine düşünürler…” (Âl-i İmrân, 191)
Bu semâvât, sonsuz, sonsuz, sınır yok. Ne kadar yıldız var, galaksi var, ne kadar küre var? Ne adedi belli, ne sayısı belli, ne keyfiyeti belli, ne mesafeleri belli…
Cenâb-ı Hak Vâkıa Sûresiʼnde:
“Yıldızlar arasındaki mesafeye yemin olsun, bu azîm/büyük bir yemindir.” (el-Vâkıa, 75-76) buyuruyor.
Bir ışık hızı deniyor. Binlerce, milyonlarca ışık hızı. Artık bunu zihin katlayamıyor.
“Göklerin ve yerin yaratılışını…”
Atmosfer: Oksijen, azot değişiyor mu?
Şu yeryüzü: Cenâb-ı Hak şu çiçekleri niçin veriyor? Kimin için veriyor? Kul her gördüğünde bir intibâha gelecek. Cenâb-ı Hak bunu istiyor. Bir bardak su ikram edene bir teşekkür etme mecburiyetindeyiz. Cenâb-ı Hakkʼın bu kadar ihsânı, ikramına karşı kalp nasıl bir duygulu hâle gelecek?..
Nasıl bir toprak terkibinden bu kadar renkler, şekiller, biçimler… Hepsinin takdir edilmiş bir ömrü var. Hepsini sana Cenâb-ı Hak tebessüm ettiriyor.
“…Derinden derine düşünürler (buyuruyor). Yâ Rabbi! Sen bunları boşuna yaratmadın…” derler. (Âl-i İmrân, 191)
Ne beni boşuna yarattın, ne bu kâinâtı boşuna yarattın, bunları boşuna yaratmadın.
“…Sen Sübhanʼsın. (Sonsuz bir azamet sahibisin. Yâ Rabbi!) Bizi Cehennem azâbından koru!” derler. (Âl-i İmrân, 191)
Rabbimiz bizden böyle bir yürek istiyor, böyle bir kalp istiyor.
Velhâsıl tefekkür edeceğiz:
Hayat nedir? Beşik ile tabut arasında med-cezirlerle dolu bir koridor, bir yolculuk.
Hayat nedir? Metrajı belli olmayan bir makara gibi nerede kopacağı da belli değil. Bu sebeple her an tedârikli olabilmek…
Bir kabristanı dolaştığımız zaman, herkes kendi yaşından çok aşağıda orada insan görür. Daha yeni dünyaya gelmişleri de görür orada. Hepsi bir kaderle geliyor, kaderle çıkıyor. Herkes meçhul bir takvimle geliyor. O meçhul takvimi doldurarak son yaprağı bitince dünyası değişiyor. O zaman, insanların idraklerinde beliren hayat anlayışı nedir o zaman? Bunun en güzel cevabını, toprağın rutubeti ve mezar taşlarının katılığı ifade eder, orada saklı.
Düşünen, şuurlu bir insan (için), nefsânî arzular ve ten plânında geçen o hayattan daha acı ne olabilir o zaman? Gafletle yaşanan bir dünyadan…
Cenâb-ı Hak:
كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ
(“Her canlı ölümü tadacaktır.” [Âl-i İmrân, 185]) buyuruyor.
كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ
(“Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak.” [er-Rahmân, 26]) buyruluyor.
Dâimâ Cenâb-ı Hak bize bir ölümü hatırlatıyor.
Kurʼân-ı Kerîm bu kâinat mektebinin ders kitabı. Muallimi ise Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz.
Cenâb-ı Hak, insanı, varlıkların en mükerremi, üstünü olarak halketti. Peygamber Efendimizʼi de bu insanlara bir üsve-i hasene, örnek karakter ve örnek şahsiyet olarak Cenâb-ı Hak ikram etti. Efendimizʼin 23 senelik nebevî hayatı, en şâhâne bir numûne.
Herkes, hayatta ne kadar problemi varsa, Allah Rasûlüʼne ne kadar yaklaşabilirse, hayatının problemlerini onun içinde çözebilir. Huzurlu bir hayat yaşar. İşte ashâb-ı kirâm öyleydi. Yarı vahşî insanlardı, hak-hukuk bilmeyen insanlardı. Niçin dünyaya geldi, niçin yaşıyor, geliş niye, gidiş niye, bu akış niye? Bunun farkında olmayan insanlardı. En huzurlu insanlar hâline geldiler. Çünkü onlar, bütün problemlerini Allah Rasûlüʼnün hayatında çözdüler.
Cenâb-ı Hak “üsve-i hasene” buyuruyor. Üç şart bildiriyor:
Birinci şartı “âhirete kavuşmayı bilenler, inananlar”. (Bkz. el-Ahzâb, 21) Yani âhiret dâimâ gözümüzün önünde olacak. Şerlerin-hayırların zerrelerinin ölçüldüğü bir manzarayla karşılaşacağız.
“Kitabını oku! Bugün nefsin kâfidir…” (el-İsrâ, 14) denilecek. İlâhî ekranlar inecek. Kendi şu ömrümüzü orada Cenâb-ı Hak okutturacak. Gözler konuşacak, kulaklar konuşacak, beden konuşacak. Bütün, vücuttaki uzuvlar dil hâline gelecek.
Cenâb-ı Hak “üsve-i hasene”, örnek karakter, örnek şahsiyet…
Birincisi; “âhirete kavuşmayı umanlar.”
Efendimizʼin sık sık telkin ettiği:
“Esas hayat, âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1) Varlıkta onu düşünecek. Allah bana bu varlığı niye verdi? “Esas hayat, âhiret hayatıdır.” Ben bu varlığı nasıl kullanacağım? Nasıl kendimi israftan ve cimrilikten koruyacağım, pintilikten koruyacağım? Hayatımı ona göre tanzim edeceğim…
Cenâb-ı Hak bizim Peygamber Efendimizʼle dostluğumuzu istiyor.
Velhâsıl âhireti unutmayacak. Cenâb-ı Hakkʼı unutmayacak. Ve Rasûlullah Efendimizʼi.
Bu şartları yerine getiren için de, kalbi bu kıvama gelen için, Allah Rasûlü bir örnek.
“Allâhʼa kavuşmayı ve âhirete kavuşmayı umanlar ve Allâhʼı çok çok zikredenler için, Allah Rasûlüʼnde bir üsve-i hasene/örnek şahsiyet vardır.” (el-Ahzâb, 21) buyruluyor Ahzâb Sûresiʼnde.
Düşüneceğiz: İkinin ikincisi buyruluyor Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-ʼa.
لَا تَحْزَنْ اِنَّ اللّٰهَ مَعَنَا
(“…Mahzun olma, Allah bizimle beraberdir…” [et-Tevbe, 40]) buyruluyor.
Demek ki Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz nasıl Rasûlullah Efendimizʼe bir dost oldu? Dostluk, fedakârlık ister.
Sahâbe:
“Her inen âyete sanki gökten bir sofra iniyordu.” buyuruyor. “Üzerinde duruyoruz, müzâkere ediyoruz, Allâhʼın rızâsı nerededir diye…”
“Ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken Allâhʼı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)
Demek ki kul, devamlı Allah rızâsını arayacak. Her hâlini tefekkür edecek: Ben Allah rızâsında mıyım? Bu hayatın mânâsı nedir? Ben niçin dünyaya geldim? Allah niçin bana peygamber gönderdi? Niçin kitap gönderdi?
Velhâsıl Cenâb-ı Hak dostluğu istiyor. Kendisiyle dostluk, Rasûlullah Efendimizʼle dostluk, müʼmin kardeşiyle dostluk. Bütün kâinattaki, bütün mahlûkata Hâlıkʼın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı. Cenâb-ı Hak bunu istiyor.
Demek ki o zaman dostluk nedir? Dostluk, sevenin, sevilende kendi hususiyetlerini görmesinden kaynaklanır.
Yâkub -aleyhisselâm-ʼın 12 evlâdı vardı. Yusuf oğlunda kendi hususiyetlerini daha ziyâde gördüğü için, Yusufʼla aralarında münâsebet, dostluk daha da arttı.
İşte Cenâb-ı Hak da bir kulunda ne kadar cemâlî sıfatlar tecellî ediyorsa, o kuluyla dostluğu artıyor.
Esmâ-i ilâhîyi okuduğumuz zaman, o cemâlî esmâya dikkat etmemiz lâzım. Bende bu cemâlî esmâdan ne kadar var bende?..
Yani Cenâb-ı Hakʼla dost olmak, Rasûlullah Efendimizʼe dost olmaya bağlı. Onun için Cenâb-ı Hak buyuruyor:
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ
“Kim Allah Rasûlüʼne itaat ederse Allâhʼa itaat etmiş olur.” (en-Nisâ, 80)
Yine Efendimiz buyuruyor:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Kıyâmet gününde nerede olmak istiyoruz? Bu dünyada nerede olmak istediğimizi dâimâ tahayyül ederiz; “keşke ben şurada olsam” diye. Âhirette nerede olmak istiyoruz?
لَا اُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيٰمَةِ
(“Kıyamet gününe yemin ederim.” [el-Kıyâme,1])
O büyük infilâk günü nerede olmak istiyoruz?
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96])
Sahâbe bunun derdindeydi. Sevban vardı, köleydi bu. Herhâlde Ebû Bekir Efendimiz âzâd etti. Hayatta bir dikili taşı bile yoktu. Efendimizʼin sohbetine geliyordu, bir vecd, bir istiğrak hâlinde yaşıyordu. Eve dönüyordu, tekrar geliyordu. Bir gün Sevban geldi, çok mağmumdu, mahzundu. Efendimiz sordu:
“‒Sevban! (Dedi.) Kederin nedir? (Dedi.) Niçin böyle gamlısın? (Dedi.) Seni bu gama sürükleyen nedir?” dedi.
“‒Yâ Rasûlâllah! (Dedi.) Sohbetinde hâlden hâle geçiyorum. Ayrı bir ufuklar açılıyor bana. Ayrı bir zevk, ayrı bir lezzeti tadıyorum. Eve gidiyorum, mahzun oluyorum. Düşündüm ki ya Sen bizden evvel intikal edeceksin, yâhut da biz Senʼden evvel intikal edeceğiz. Ben bu ayrılığa nasıl dayanacağım? Sen kıyamet günü Cennetʼte peygamberlerle beraber en zirvede olacaksın. Kim bilir ben nerede olacağım? Bu hasret beni yakıyor yâ Rasûlâllah!” dedi.
O zaman Efendimiz, bir müddet sükût ettikten sonra:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 96)
Demek ki kendimizi tâdâd edeceğiz. Ben, Efendimizʼi -Allâhʼın en büyük lûtfu, bizi Oʼna ümmet kıldı- ben hayatımı, âile hayatımı, ticârî hayatım, memuriyet hayatım, beşerî münâsebetlerim, kendimi toplumdan mesʼûl görmek, ben ne kadar aramda mesafe var Allah Rasûlüʼne? Bu mesafeyi ne kadar kapatmanın bir gayreti içindeyim?
Yine bir başka misal:
Medîne çarşısında köle satılıyordu. Mâlum, İslâm, köleliği ortadan kaldırmaya gayret etti dâimâ. Tabi bir harp hukuku olduğu için, dâimâ esir olduğu için, dâimâ köle de alınıyordu. Fakat Efendimiz dâimâ köleliği kaldırıyordu. “Yediğinden yedireceksin, içtiğinden içireceksin, giydiğinden giydireceksin…” Sahâbe, yavaş yavaş kölelerin hepsini âzâd ediyordu.
“Bir günah işledin, köle âzâd et vs…” Fakat harp de devam ettiği için bu köle hukuku da vardı.
Medîne çarşısında bir köle satılıyordu. Güçlü-kuvvetliydi, babayiğitti. Alıcılara diyordu ki:
“‒Ben sizin istediğiniz hizmeti görürüm. Fakat sizden iki şey istiyorum. -Müslüman olan bir köle. Tabi âzâd oluyor sonra hepsi.- Ezan okunduğu zaman beni serbest bırakacaksın, tek istediğim, Rasûlullâhʼın arkasında ben namaz kılacağım.”
Tabi nasıl coğrafyada cezb ve incizab kânunu var; kalpler arasında da bu cârîdir. Efendimiz her mescid-i Nebevîʼye girdiğinde gözü-gönlü bu köleyi arardı. Bir gün göremedi:
“‒Efendi! Kölen nerede?” dedi. Yani iş mi verdin, ondan mı gelmedi diye.
Dedi ki:
“‒Yok (dedi), hasta diye, yâ Rasûlâllah!” dedi.
Bütün o ekâbire, o büyüklere:
“‒Haydi (dedi), şimdi hepimiz gidecek, köleyi ziyaret edeceğiz.” dedi.
Öyle bir şey yoktu zâten daha evvelden. Köle, nâmı bile anılmayan bir şeydi.
Yine bir müddet sonra tekrar göremedi, tekrar sordu:
“‒Efendi! Kölen nerede? Göremiyorum.” dedi.
“‒Yâ Rasûlâllah! (Dedi) Sekerât hâlinde. Ölüm hâline yaklaştı.”
Yine:
“‒Haydi (dedi), gideceğiz (dedi), köleyi ziyaret edeceğiz.” dedi.
Kölenin yanından ayrılmadı. Köle vefat edinceye kadar Efendimiz yanında bulundu. En nihâyet köle vefat etti. Efendimiz onu yıkattırdı, namazını kıldırdı, gömülene kadar başında bulundu.
Mekkeli müslümanlar dediler ki:
“‒Biz her türlü cefâya katlandık, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu köleye bizden daha çok alâka gösterdi.”
Medîneliler dediler ki:
“‒Biz her inen âyete «“سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا : (işittik ve itaat ettik)» dedik. (Bkz. el-Bakara, 285) Bütün gazvelere katıldık. Fakat Rasûlullah bu köleye bizden daha çok alâka gösterdi.”
Onun üzerine şu âyet-i kerîme indi:
اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُمْ
“Allah indinde en keremliniz (en üstününüz) Oʼna en çok müttakî olanınızdır.” (el-Hucurât, 13)
Demek ki bu kölenin ne vasfı vardı? Rasûlullah Efendimizʼle beraber olmak. Bir, Cenâb-ı Hakʼla beraber olmak. Cenâb-ı Hakkʼa secde edecek, Rasûlullah Efendimizʼle beraber secde edecek.
Demek ki şunu, yani ne kadar biz Allâhʼın emirlerine ittibâ hâlindeyiz? Ne kadar Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼle aramızdaki mesafeyi kapatıyoruz, yaklaşmaya çalışıyoruz. Ki bu; “اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُمْ” âyet-i kerîmesinin tecellîsi bizlere de nasîb olsun -inşâallah-.
İbrahim Edhem Hazretleri buyuruyor ki; bu Cenâb-ı Hak ile dostluğun lezzetini bildirme bakımından:
“Bu (diyor), dostluk (diyor), ilâhî muhabbetler (diyor), bu (diyor) müşahhas bir şey olsaydı (diyor), bizim bu vecd ve istiğrâkımızı (diyor), müşahhas bir şey olsaydı, krallar (diyor), onu (diyor), güç sahipleri alabilmek için tahtlarından, servetlerinden vazgeçerlerdi.” diyor.
Cenâb-ı Hak nasıl bir muhabbet veriyor? Nasıl bir derinlik, nasıl bir ufuk veriyor?..