Ömür Nimeti ve Muhasebesi (Kur’ânî Tâlimatlar 55)

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2023 Ay: Temmuz, Sayı: 221

DERİN TEFEKKÜR

Tâbiîn âlim ve zâhidlerinden Rebî bin Huseym Hazretleri, bahçesine bir mezar kazmıştı. Kalbinin katılaştığını hissettiği zamanlarda bu kabre girer, bir müddet orada kalırdı. Gün gelip dünyaya vedâ edeceğini ve mezarda bir istiğfar ve sadakaya muhtaç vaziyette kalacağını tefekkür eder, âhiretteki hesabını düşünerek bir muhasebe iklimine girerdi. Daha sonra şu âyet-i kerîmeleri okurdu:

“Nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığında;

«–Rabbim! Beni geri gönder; tâ ki boşa geçirdiğim dünyada sâlih ameller işleyeyim.» der…” (el-Mü’minûn, 99-100)

Mezardan çıkınca da kendi kendine şu muhasebede bulunurdu:

“–Ey Rebî! Bak, bugün geri çevrildin. Bu talebinin kabul edilmeyeceği, dünyaya geri gönderilmeyeceğin bir vakit de gelecektir. Şimdiden tedbirini al ve sâlih amellerini, Allah yolundaki gayretlerini ve âhiret hazırlıklarını ziyadeleştir!”

“Bütün lezzetleri kökünden yok eden ölümü çokça anın!” (Tirmizî, Zühd, 4) buyuran Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu tavsiyesine icâbet için, seher vakitlerinde tefekkür-i mevt / ölüm tefekkürüyle meşgul olmak tasavvufî terbiyenin de bir parçası olmuştur.

Günün ve gecenin olduğu gibi, haftanın, ayın ve senenin de nasıl geçirildiğinin muhasebesinin yapılması; bir mü’minin, ömrü değerlendirme vasıtalarındandır.

SENENİN MUHASEBESİ

Muharrem ayının girmesiyle, 1444 yılını geride bırakıp, 1445 senesine ulaşacağız.

Geçen sene nice dostlarımız vardı ki bu sene aramızda değiller. Onlar ömür takvimini doldurup, âhirete intikal ettiler. 1445 yılı da bazılarımızın son senesi olabilir. Edâ ettiğimiz her ibâdeti, yaşadığımız her zaman dilimini son fırsat gibi görmek; bizi gayretlerimizi artırmaya, vaktimizin her ânını ihyâ ve âbâd etmeye sevk etmelidir.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bizleri îkaz sadedinde iki tâlimâtı:

–Namazı benden gördüğünüz gibi kılın! (Buhârî, Ezân, 18)

–Her namazı son namazınız gibi kılın! (Bkz. İbn-i Mâce, Zühd, 15; Ahmed, V, 412)

Cenâb-ı Hak; gece, gündüz, fecir ve kuşluk gibi birçok zaman dilimine yemin ederek vaktin kıymetine dikkatimizi çekmiştir. Ömrün insana ait en mühim sermâye olduğuna ve onu değerlendirmeyenlerin düşeceği hüsrâna da müstakil bir sûrede şöyle temas buyurmuştur:

“Asr’a yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir.

Bundan ancak;

  • Îmân edip,
  • Sâlih ameller işleyenler,
  • Birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnâdır.” (el-Asr, 1-3)

Vakit, mü’min için çok mühim bir servettir.

Metrajı / uzunluğu bilinmeyen bir makara gibi meçhul bir sona doğru devam eden ömürlerimiz, takdir edilmiş son nefeste nihayet bulacaktır. O ânı bir saniye bile uzatmak hiçbir fânînin elinde değildir.

Dünya hayatında her şeyi satın almak veya geri almak az-çok mümkündür, lâkin geçen zamanı asla… Geçen zaman geri getirilemez, satın alınamaz, borç verilemez, borç alınamaz…

Feridüddîn Attâr -rahmetullâhi aleyh- şöyle der:

“Elden gittikten sonra dört şey geri döndürülemez:

  • Ansızın ağızdan çıkan bir söz,
  • Yaydan fırlayan bir ok,
  • Meydana gelmiş bir kaza ve
  • Boşuna harcanan bir ömür.”

Necip Fazıl; ömrün belirsizliği ve izâfîliği karşısında, ölüm hakikatinin keskinliğini ne güzel anlatır:

Zaman deli gömleği, onu yırtan da ölüm;

Ölümde yekpâre an; ne kesiklik, ne bölüm…

FAYDASIZ NEDÂMET

Ömür servetini hebâ eden gafil ve cimri insanın son nefesteki pişmanlığı âyet-i kerîmede şöyle beyan buyurulur:

 “Herhangi birinize ölüm gelip de;

«–Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan infâk edin! (Âhirete hazırlık yapın!)(el-Münâfikûn, 10)

Bu pişmanlık içindeki temennî ve yalvarışlara verilecek cevap ise müteâkip âyette şöyle ifade buyurulur:

“Allah, eceli geldiğinde hiç kimseyi (ölümünü) ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Münâfikûn, 11)

Ömür ve onu teşkil eden vakitler öyle bir nimettir ki, insanların pek çoğu onda aldanmıştır. Sâlih insanlar bile, ömür nimetinden yeterince istifâde edemediklerine mahşer yerinde pişman olacaklardır.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün ashâbına şöyle buyurdular:

“–Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur.”

Sahâbe-i kiram;

“–Onun pişmanlığı nedir yâ Rasûlâllah?” diye sordular.

Efendimiz şöyle cevap verdi:

“–Sâlih bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artırmamış olduğuna pişman olacaktır.

Kötülük eden bir kişi ise, o kötülükten vazgeçmemiş olduğuna pişman olacaktır.” (Tirmizî, Zühd, 59)

Kul nasıl pişman olmasın ki;

Mahşer günü, kulun en çok muhtaç olduğu kıymet, sâlih ameller olacaktır. Kul haklarının fidyesi, sâlih ameller olacaktır. Mîzânın hasenat kefesini ağır bastıracak yegâne şey, sâlih ameller olacaktır. Bütün bu sâlih ameller, ancak dünya hayatında işlenebilir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, zamanın kıymetini ne güzel ifade eder:

“Bir kişi doğduğu günden ihtiyarlayıp vefât ettiği güne kadar Allah rızâsını kazanma uğruna yüzüstü yerlerde sürünse (yani her türlü meşakkate katlanarak ibâdet, tâat ve hizmetlere koştursa), kıyâmet günü bu yaptığını çok yetersiz görür (daha fazla yapmış olmayı ister).” (Ahmed, IV, 185; Beyhakî, Şuab, I, 479; Heysemî, I, 51; X, 225, 358)

Vakti dolu dolu değerlendirmek için, âyet-i kerîmedeki tâlimat üzere, bir hayırlı meşgaleyi bitirince derhâl bir başka güzel faaliyete girişmek gerekir. Buna teşvik için Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashâbına sık sık;

“Bugün Allah için bir yetim başı okşadınız mı?

  • Bir hasta ziyaretine gittiniz mi?
  • Bir cenâze teşyîinde bulundunuz mu?” diye sorardı. (Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12)

Bu nebevî îkazlar vesilesiyle, sahâbe-i kiram; ömrü ve vakti değerlendirmek husûsunda muazzam bir iştiyak göstermiştir.

Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle der:

“Öyle insanlar gördüm ki, sizin dirhem ve dinarlara karşı olan hırsınızdan daha ziyade vakitlerini değerlendirmeye istekli ve arzulu idiler.”

Hazret yine buyurur:

“Ey Âdemoğlu! Sen günlerden, yani zamandan ibaretsin. Bir gün geçince senin bir parçan da gitmiş demektir.” (Ebû Gudde, Zamanın Kıymeti, İstanbul 2006, s. 26-27)

Âhiretin tarlası olan dünya hayatının kıymetini idrak husûsunda İlyas -aleyhisselâm-’ın şu sözleri de pek mânidardır:

NASIL ÜZÜLMEYEYİM?

Rivâyet olunur ki;

İlyas -aleyhisselâm- Ölüm Meleği’ni görünce dehşetle ürpermişti. Azrâil -aleyhisselâm- bunun sebebini merak ederek;

“−Ey Allâh’ın Peygamberi! Ölümden mi korktun?” diye sordu.

İlyas -aleyhisselâm- cevâben şöyle dedi:

“−Hayır! Ölümden korktuğum için değil, dünya hayatına vedâ edeceğim için bu hâldeyim…

Dünyada Rabbime kulluk etmeye, iyilikleri emredip kötülüklerden menetmeye gayret ediyor, vaktimi ibâdet ve amel-i sâlihlerle geçiriyordum. Güzel ahlâk üzere yaşamaya çalışıyordum. Bu hâl benim huzur kaynağım oluyor, gönlüm sürur ve mânevî neşelerle doluyordu. (Bu amellerle Rabbime yaklaşıyordum.)

Öldüğümde bu kazanç ve lezzetlerden mahrum kalacağım ve kıyâmete kadar mezarda rehin olacağım için üzülmekteyim!”

Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin şu sözü de bu hakikatin şerhi mâhiyetindedir:

“Dünyanın bir günü, âhiretin bin yılından hayırlıdır. Zira kazanç ve kayıp keyfiyetleri bu dünyaya aittir. Âhirette artık kazanmak veya kaybetmek yoktur.”

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nin naklettiğine göre bir aziz zât, dünyadan ayrıldıktan sonra Bahâüddin Nakşibend Hazretleri’ni rüyasında görmüş ve ona;

“–Ebedî kurtuluşumuz için ne yapalım?” diye sormuş. Hâce Hazretleri de şu hikmetli cevabı vermiş:

“–Son nefeste neyle meşgul olmak gerekiyorsa onunla meşgul olun!”

Ömür sermâyesinin ihyâ edilmesi geciktikçe başka mâniler de çıkar. Şu hadîs-i şerif ne güzel îkaz buyurur:

“Beş şey gelmeden önce beş şeyi ganîmet bil:

  • İhtiyarlığından önce gençliğini,
  • Hastalanmadan önce sıhhatini,
  • Fakirliğinden önce zenginliğini,
  • Meşgul zamanlarından önce boş vakitlerini ve
  • Ölümünden önce hayatını!” (Hâkim, Müstedrek, IV, 341; Buhârî, Rikāk, 3; Tirmizî, Zühd, 25)

AZİZ HÂTIRALAR

Vefâtının 24’üncü sene-i devriyesinde bulunduğumuz merhum pederim Musa Efendi -rahmetullâhi aleyh-; vakit disiplinine sahip, dakik, intizam ve tertip içinde hayat süren bir Allah dostuydu.

Kendisi gençliğini nasıl ihyâ ettiğine dair şu mâlûmâtı vermiştir:

“Bendeniz, gençliğimde sâlih insanlarla beraber olmayı çok severdim. Muhakkak her gün gidip huzûrlarında bir miktar bulunurdum. Onlar da benim samimiyetimi bildikleri için hoş karşılarlardı. En ziyade Elmalılı Hamdi Efendi’ye devam ettim. O zamanlar 13-15 yaşlarında idim. Kendisine zamanın allâmesi derlerdi. Buna rağmen son derece tevâzu ve mahviyet sahibiydi. Çok ziyaretçisi olurdu.

23-25 yaşlarımda iken, iki sene kadar Mustafa Âsım YÖRÜK Efendi’nin sohbetlerine devam ettim. Bu zât da tevâzuda ön safta gidenlerdendi. Hâfız-ı Kur’ân olduğunu vefâtından ancak bir kaç gün evvel öğrendim.

1945-1955 seneleri arasında, kendisine büyük bir saygı beslediğim Muhaddis Bekir Hâkî YENER Efendi’yi sık sık ziyaret eder, onun sözlerinden büyük bir huzur ve zevk duyardım. O senelerde Şehzâdebaşı Camii’nde vaaz ederdi. Onun vaazında koca cami tıklım tıklım dolardı.

Yirminci asrın ışık saçan merkezlerinden birisi de hiç şüphe yok ki, Mesnevî şârihi Tâhiru’l-Mevlevî Efendi idi. Fırsat düştükçe; o yüksek seviyeli, ahlâk-ı hamîde sahibi zâtı ziyaret eder, ahlâkî, tarihî ve edebî sohbetlerinden nasîbimi alırdım.

Ali Yektâ Efendi, Ömer Nasûhi Efendi ve Ali Fuat BAŞGİL gibi pek değerli âlim, fâzıl ve kâmil kişilerin de fırsat buldukça ziyaretlerine giderdim. Herhâlde bu zâtlardan da istifâde ettim.” (Bkz. Allah Dostunun Dünyasından, s. 13-14, 36-37, 195-196, 60)

Ömrün ihyâsında sohbetin ve sâlihlerle beraberliğin ehemmiyetini şair ne güzel ifade eder:

Bir gün ne beden mülkü ne dâr ne diyâr kalır,

Kalırsa gönüllerde ol sohbet-i yâr kalır. (Seyrî)

Musa Efendi -rahmetullâhi aleyh-, bu nezih ve hayırlı gençlik hayatından sonra, büyük Hak dostu M. Sâmi RAMAZANOĞLU Hazretleri’ne intisâb etmiş ve hizmetinde bulunmakla müşerref olmuştu.

Sâmi Efendi -kuddise sirruhû-’nun zaman hassâsiyetini Merhum Musa Efendi -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatırdı:

“–Ticaret hayatında yahudiler -menfaatleri îcâbı- sözlerinde durmaya çok dikkat ederlerdi. Fakat hocanın birine randevu verdiğimizde ya yarım saat erken gelir veya yarım saat geç gelirdi. Sâmi Efendi Hazretleri ise şayet kendisine bir randevu verilmişse tam vaktinde o kişinin kapısında olurdu. Ne bir dakika erken ne de bir dakika geç. Tam vaktinde gelirdi. Âdetâ saat gibiydi.”

Vakte bu hassas riâyet, nimetin isrâf edilmemesi ve hesâbının verileceğinin unutulmaması içindir. Zira hadîs-i şerifte buyurulur:

“Kıyâmet gününde dört şeyden sorgulanmadıkça, kulun ayakları yerinden kımıldamaz:

  1. Ömründen; onu ne ile yok etti?
  1. Gençliğinden; onu nerede çürüttü?
  1. Malından; onu nereden kazandı ve nereye sarf etti?
  1. İlminden; onunla ne yaptı?” (Tirmizî, Kıyâme, 1)

Unutmamalıyız ki;

Hayat ırmağı çok hızlı bir şekilde akıp gitmektedir. İlâhî irade ile tahdit edilmiş olan fânî ömrümüzün günleri, bir bardağı dolduran damlalar gibidir. Her geçen gün; sınırlı hayatımızın bitme noktasına doğru ilerlediğimizi, dünyadan bir gün daha uzaklaşıp kabre bir gün daha yaklaştığımızı aklımızdan çıkarmamalıyız.

Yine unutmamalıyız ki;

Kirâmen kâtibîn melekleri her ânımızı kayda alıyor ve huzûr-i ilâhîye gönderiyor. O kayıtlar ömrün karnesi / şahâdet-nâmesi hükmünde mahşer yerinde bizlere verilecek. Amel defterini sağdan alanlar, bayram edip sevinecek; soldan ve arkadan alanlar ise ölüp gitmiş olmayı temennî edecek.

Kabir ve sonrasında insanı bekleyen nice zorlu geçit vardır ki, Cenâb-ı Hak; dostluğundan nasîb alan bahtiyarları o bâdirelerde koruyacak, hüzün ve korkudan âzâde eyleyecektir.

Cenâb-ı Hak; sâlih kullarını seviyor ve onlara dünya hayatında da insanların gönüllerinde, dostlarına yönelen bir sevgi «وُدًّا» halk edeceğini müjdeliyor. (Bkz. Meryem, 96)

Yani dünya hayatları sona erse de, Hak dostları, vefatlarından sonra mâzî olmazlar. Unutulup gitmezler. Kıssalarıyla, eserleriyle, sözleriyle ve yollarından giden talebeleriyle irşadlarına devam ederler.

Bir düşünmemiz lâzım;

Bizim ziyaretçimiz ne kadar? Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin ziyaretçileri ne kadar?

ÖMRÜN ZİYÂNI

Gün, sene ve ömür muhasebesinin bir veçhesi de, âhirzamanda ne ile meşgul olduğumuzdur.

Zaman bir câhiliyye devrine döndü. İnsanlarda maalesef âhiret mes’ûliyeti azaldı. Hâlbuki Cenâb-ı Hak zerrelerden dahî hesâba çekileceğimizi, hesâbını veremediğimiz nimetlerden dolayı azâba dûçâr olacağımızı bildiriyor.

Ecdâdımız, kabirleri şehrin ortasına denk gelecek şekilde yapmıştır ki ölüm hakikati dâimâ insanların gözü önünde olsun. Âhiret dâimâ gönüllerde hatırlansın. İnsanlar orada istikballerini seyretsinler.

“Hayat nedir?” suâline verilecek en güzel cevap, bir kabristanın sessiz ve rutubetli taşlarıdır.

Bu kabristanlara bir misal olan Karacaahmet’ten ilhamla yazdığı şiirde Necip Fazıl, fânî bir mektep olan dünyaya aldanmamak gerektiğini ne güzel îzâh eder:

Göbeğinde yalancı şehrin, sahici belde;

Ona sor, gidenlerden kalan şey neymiş elde?

Yine tarihî camilerin kıble tarafında küçük mezarlıklar / hazîreler yapılır, buraya camilerin bânîleri, âlim ve fâzıl şahsiyetler defnedilirdi. Böylece camiye gidip gelenlerin dâimâ âhireti hatırlamaları ve ibret almaları sağlanırdı.

Bir de;

Osmanlı’da örfî olarak kabirlerin başına dâimâ selvi ağaçları dikilmiştir. Yapraklarını dökmeyen ve semâya doğru âhenkle uzanan bu ağaçlar, bize ebediyeti anlatır. Bu da ecdâdın hassâsiyetini bize aksettiren bir nüktedir.

Maalesef zamanımızda kabirlerde dahî batıya benzeme tezâhürleri ve modalar görülmeye başlanmıştır. Şatafatlı mermer yığınlarının üzerine, resimlerin ve mânevî bir tedâîsi olmayan birtakım sözlerin yazıldığı görülmektedir. Hâlbuki bir fânîden geriye kalan ne resimdir, ne isimdir. Ancak sâlih amelleridir, geriye bıraktığı sadaka-i câriye vasfındaki hasenâtıdır.

Öyleyse sadece zaman değil her türlü nimet husûsunda hesap vermek çok mühim.

Mü’min riyâzat hâlinde yaşayacak. İsrafa, lükse ve pintiliğe asla düşmeyecek.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“…Sana neyi infâk edeceklerini soruyorlar.

قُلِ الْعَفْوَ

De ki:

«–İhtiyaç fazlasını!..»” (el-Bakara, 219)

Mânevî bakımdan en güzel, saltanatlı ve iç huzuruyla yaşayış budur.

Mü’min evvelâ kendini irşâd edecek, sonra da müsterşidleri yani irşad bekleyenleri irşâd edecek.

Sahâbe-i kiram bu tebliğ ve irşad vazifesini edâ edebilmek için Çin’e gitti, Semerkant’a gitti, Afrika’nın ücrâ köşelerine gitti.

Dâimâ kendimizi bir muhasebe içinde tutacağız:

Bizde bu irşad heyecanı ne kadar?

Ömürlerini ve imkânlarını Allah yoluna sarf etmeyen, böylece isrâfa düşenler hakkında ise Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Yakınlarına, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver, sakın saçıp savurma!

Zira saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.” (el-İsrâ, 26-27)

Kezâ Hümeze Sûresi’nde; serveti yığıp, onu infâk etmeden sayıp duranların, yani kalbini servete kasa hâline getirenlerin, Hutame’ye / cehenneme atılacakları bildirilir.

Riyâzat hâlinde yaşayıp arta kalanı infâk etmek, Musa Efendi -rahmetullâhi aleyh-’in hem yaşadığı hasleti ve hem de evlâtlarına pek mühim bir tavsiyesiydi. Şöyle derdi:

“Evlâdım, mutlaka riyâzat hâlinde (iktisâda riâyet ederek) yaşayın ve Allâh’ın verdiklerini, yine Allah için infâk edin!

Riyâzat hâliniz sadece üç aylara ve Ramazân’a mahsus olmasın! Onu, hayatınızın her safhasına yayın ve ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infâk edin!

Şunu iyi bilin ki;

Dolmabahçe veya Topkapı Sarayı’nda bile yaşasanız, yine riyâzatla yaşamaya (israf ve cimrilikten sakınmaya) mecbursunuz. Onun için malı da mülkü de ancak kalbinizin dışında taşıyın.

Eğer ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infâk etmezseniz, Allâh’ın verdiği nimetlere karşı nankörlük etmiş olursunuz. Unutmayın ki, infâk edilmeyen nimetler, ziyân edilmiş demektir. Ziyân edilen nimetler de hesâbı çok ağır birer âhiret vebâlidir.”

Bu infâkı büyük bir zarâfet içinde edâ etmek de muhterem pederim Hâce Musa Efendi’nin sahip olduğu mümtaz hasletlerdendi.

Birine herhangi bir ikramda bulunacağı zaman, o ikrâmın muhtaçtan önce Allâh’ın kudret eline geçeceği şuuruyla, bu işi büyük bir nezâketle îfâ etmeye son derece ehemmiyet gösterirdi. Vereceği meblâğı temiz bir zarfa koyar, üzerine de;

“Muhterem ……….. Efendi! Hediyemizi kabul ettiğiniz için sizlere teşekkür ederiz.” tarzında, gönül alıcı, zarif ifadeler nakşederek takdim ederdi.

Musa Efendi -rahmetullâhi aleyh-; ömrünü, ibâdet, Hak dostuna hizmet, Allah yolunda gayret ve infâk ile ihyâ etti.

Cenâb-ı Hak kabul buyursun.

Rabbimiz; bizlere ömür sermâyesinin kıymetini bilip, ömür takviminin yapraklarını, sâlih amellerle tezyîn edebilmeyi nasip buyursun.

Perverde olduğumuz her nimetten riyâzat ölçüsünde istifâde edip, zarâfetle infâk edebilenlerden eylesin.

Âmîn!..