Ebedî Fecre
Yıl: 2018 Ay: Mart Sayı: 157
GÜZEL AHLÂKI ÖĞRETTİ
Rasûlullah Efendimiz;
“Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” buyurmuşlardır. (Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk, 8)
Cenâb-ı Hak, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e kırk sene yüksek ahlâkı tahsil ettirdi. Efendimiz de, ilâhî terbiye ve sıyânet altında muhteşem bir ahlâk yaşadı ve sergiledi. Kırkıncı sene, o yüksek ahlâkın üzerine;
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ي خَلَقَ
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) emriyle akāid inşâ edildi. Îman ve tevhid inşâsı başladı. Zeminde muhteşem bir ahlâk; onun üzerine tavizsiz, sapasağlam ve müstakîm bir îtikad. Medine döneminde ise; bu ahlâk ve akîde zemini üzerine ibâdet ahkâmı, muâmelât hukuku ve ukûbat inşâ edildi.
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; satırdan satıra değil, sadırdan sadıra bir tâlim ve terbiye verdi. Kalem-kâğıt ile değil, kalb-i selîm ile eğitti. Sahâbî, sözde değil fiilde ve tatbikatta sahâbî idi.
GÜZEL AHLÂK İÇİN ÖNCE TAHLİYE
İslâm’da; «Def‘-i mefâsid, celb-i menâfîden evlâdır.» prensibi vardır.
Pırıl pırıl, billûr bir bardağa tertemiz sular, berrak ve leziz şerbetler doldurulur ve öyle ikrâm edilirse; o kristal bardağın şeffaflığı, o ikrâmın güzelliğini temâşâ ettirir. Bu çok güzel ve yerinde bir ikrâm olur.
Ancak kirli bir bardağa, zemzem dahî konulsa bütün güzelliğini kaybeder. İkram değil hakaret olur.
Aynı şekilde kalpler de eğer kirli ise onunla ne Cenâb-ı Hakk’a kulluk takdim edilebilir, ne de mahlûkāta ahlâkî güzellikler ikrâm edilebilir. Çünkü hepsi, kalbin; kibir, haset, riyâ gibi mânevî kirleriyle mülevves hâle gelir.
Mâlûm;
Yaranın üzerine cerahati temizlenmeden merhem sürülse hiçbir faydası olmaz. Çünkü şifâ, ancak temizlenmiş yaraya sürülen merhem ile mümkündür.
Bu hakikati ifade için Cenâb-ı Hak; kıyâmet günü tek geçer akçenin kalb-i selîm olduğunu îlân etmiştir.
Kelime-i tevhidde de önce «lâ ilâhe» telkini vardır, yani başta kalpten mâsivâ / Allah’tan uzaklaştıran her şey temizlenecek. Ondan sonra «illâllah» tecellî edecek.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ahlâkî terbiyesiyle kulu cennete vâsıl edip cehennemden uzaklaştıracak amelleri bildirdi. Gönülleri;
- Enâniyet
- Haksızlık
- Zulüm
- Kin
- İntikam
- Hırs
- Tamah
- Fitne
- Gurur
- Kibir
- Yalan
- Gıybet
- Tecessüs
- Merhamet
ve şefkat yoksulluğu vs… gibi kötü vasıflardan temizledi.
Kalpleri;
- İlâhî muhabbet
- Merhamet
- Hizmet
- Tevâzu
- Cömertlik
- Hamiyet
- Hakşinaslık
- Adâlet
- Kanaat
- es-Sâdık ve el-Emîn
- olabilmek
- Hüsn-i zan
- İhsan
- İkram
- Saygı
- İnsaf
- Affedicilik
- İhlâs
- Vakar
- Sabır
- Edep
- Hayâ gibi vasıflarla süsledi.
PEYGAMBER VAZİFESİ: TEZKİYE
Peygamberlerin vazifeleri üçtür:
“(Ey insanlar!) Andolsun ki, kendi içinizden, size bir peygamber gönderdik. O; size âyetlerimizi okuyor, sizi tezkiye ediyor (kötülüklerden arındırıyor), Kitâb’ı ve hikmeti tâlim edip bilmediklerinizi öğretiyor.” (el-Bakara, 151)
Bu âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in üç mühim vazifesine dikkat çekiyor:
1) يَتْلُوا عَلَيْكُمْ اٰيَاتِنَا : Allâh’ın âyetlerini okuyup dîni tebliğ etmek.
2) وَيُزَكّ۪يكُمْ : İç âlemleri tezkiye etmek; duyguları temizlemek.
3) وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ :
Bu rûhî terbiye neticesinde Kitâb’ın derinliklerini; kâinat, hâdisat ve vukûatta sergilenen ilâhî sır ve hikmetleri öğretmek.
Demek ki; «Kitap ve Hikmet tâlimi»nden önce, tezkiye yani iç âlem temizliği lâzımdır.
Sahâbe efendilerimizin de önce gönülleri temizlendi, ancak bundan sonra hikmetlere âşinâ oldular.
Demek ki; gönüller temizlenmedikçe «Kitap ve hikmet» öğretilemiyor. Sünûhat ve tulûat artmıyor. Emirler ve nehiylerdeki incelikler idrâk edilemiyor.
Hazret-i Mevlânâ der ki:
“Bir seher benden ilham kesildi. (Bir tulûat, bir sünûhat, kalbime doğmadı.) Anladım ki vücuduma şüpheli birkaç lokma girdi. Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar. Aşk da merhamet de helâl lokmanın mahsûlüdür. Eğer bir lokmadan gaflet meydana geliyorsa, bil ki o lokma, şüpheli veya haramdır.”
Yine Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Çok âlim vardır ki, ilmi yutmuştur lâkin irfandan nasibi yoktur. Hak sevgilisi olamamıştır!”
Mevlânâ Hazretleri, hikmet ve esrar okyanusuna daldığı zaman; «Yandım!» dedi. Onun irfan vadisindeki emsalleri Fuzûlî de, Es‘ad Erbilî Hazretleri de, Yaman Dede de; «Yandım!» dediler.
Bu yanışı Muhammed İkbal şu kıssa ne ile güzel anlatır:
Bir gece, kütüphânemde bir güvenin, pervâneye şöyle dediğini duydum:
“–İbn-i Sînâ’nın kitapları içine yerleştim. Fârâbî’nin eserlerini gördüm. (Onların bitmek bilmeyen kuru satırları ve o satırlardaki solgun harflerin arasında gezindim ve onları kemirdim. Bu meyanda Fârâbî’nin fazîletler şehri mânâsına gelen «el-Medînetü’l-Fâzıla»sını sokak sokak, cadde cadde dolaştım. Fakat) bu hayatın felsefesini bir türlü anlayamadım. Kâbuslu çıkmaz sokakların hazin bir yolcusu oldum. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın…”
Güvenin bu feryâdına mukābil, pervâne; güveye, yanık kanatlarını gösterdi:
“–Bak!” dedi. “Ben bu aşk için kanatlarımı yaktım.” Sonra da şöyle devam etti:
“–Hayatı daha canlı kılan, çırpınış ve muhabbetlerdir; hayatı kanatlandıran da aşktır!..”
Yani pervâne; güveye, yanık kanatlarını göstererek hâl lisânı ile;
“Sen bu felsefenin çıkmaz sokaklarında helâk olmaktan kendini kurtar! Mesnevî’nin aşk, vecd ve feyz dolu mânâ deryâsından nasiplenerek vuslata kanatlan!..” demekteydi.
Demek ki, muhabbet ateşinde gönüller temizlenecek ki;
Vukûat ve hâdisâtın sırrî tarafı insana keşf olunacak.
Gönüller temizlenecek ki;
Kalp; Kur’ân, kâinat ve insanda meknuz sırları, hikmetleri tahsil edebilecek. Mevlânâ Hazretleri, hikmet ve esrar okyanusuna daldığı zaman; «Yandım!» dedi.
Efendimiz, ebediyet yolculuğumuzda bizim en muhteşem rehberimiz…
Karanlık yolları aydınlatan bir sirâc-ı münîr…
Nefsin girdapları ve şeytanın tuzaklarına karşı, en muazzam istinadgâhımız ve burhanımız O’nun edebi…
O’nun ahlâkına Kur’ân-ı Kerim; «Muazzam» dedi.
Ömrüne Cenâb-ı Hak; «Le amruke!» diyerek kasem eyledi.
Her hâline, bizler için; «Üsve-i hasene: En güzel örnek» buyurdu.
Her mü’min O’nun rehberliğine muhtaç… O’nu, canından çok sevmeden, îman kâmil olmaz. O’na ittibâ etmeden, «muhabbetullâh»a nâil olunamaz. O’nun sünneti olmadan, Kitâbullah tefsir olunamaz.
NEYİ NEYLE TEMİZLEDİ?
Mü’min, bir ebediyet yolcusudur.
Muhâtaralı bir sonsuzluk yolculuğunda kurtuluşa erişebilmesi için dâimâ Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraber ve dâimâ O’nun rehberliğinde olmalıdır.
Zira;
Sevgi ve muhabbet, seven ile sevilen arasında bir cereyan hattıdır.
Sahâbîyi; İslâm nimetinden sonra en çok sevindiren husus, Peygamber Efendimiz’in;
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) müjdesi olmuştur. (Müslim, Birr, 163)
Sahâbe efendilerimiz; hayatlarını, bu hadîs-i şerîfin muhtevâsına girebilmeye vakfetmişlerdir. Ömürlerini, Efendimiz’in muhabbetine râm ettiler. Her nefeslerini bu uğurda bezlettiler.
- İptilâ ve musîbetleri sabırla bertaraf etmeyi öğretti
Zira Cenâb-ı Hak buyurdu:
بِالصَّبْرِ وَالصَّلٰوةِ يَاۤ اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اسْتَع۪ينُوا
“Ey îmân edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin…” (el-Bakara, 153)
Fahr-i Kâinât Efendimiz de, her türlü iptilâya sabretti. Her vesile ile namaz kıldı. Allâh’a sığındı. Hiçbir zaman sabırsızlığa, bezginliğe ve aceleciliğe düşmedi. Sabrın sonundaki selâmete nâil oldu, bizleri de nâil eyledi.
Şu âyet-i kerîmeler de, sıkıntı ve zorluklarla karşılaşan mü’min gönüllere, ne büyük bir huzur ve ferahlık müjdesidir:
فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا ﴿5
اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًاۜ ﴿6
“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” (el-İnşirâh, 5-6)
• Unutkanlığı zikirle bertaraf etmeyi öğretti
Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur:
وَلَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْ اُوۨلٰۤئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)
Günah, Cenâb-ı Hak unutulduğu zaman işlenir. Kalp; «mârifetullah»tan nasîb alırsa, unutma asgarîye iner.
Peygamber Efendimiz, dâimâ zikir hâlinde yaşadı. Semâya baktı, Allâh’ı andı; arza baktı Allâh’ı andı. O’nun mübârek sîmâsına nazar kılanlar da Allâh’ı hatırladı.
Mahlûkāta baktı; Cenâb-ı Hakk’ın «el-Bârî», «el-Musavvir» sıfatını hatırladı.
Talebesi Ebû Zer -radıyallâhu anh- şöyle derdi:
“Vallâhi Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- âhirete göçerken bizi öyle bir hâlde bırakmıştı ki; bir kuş gökte kanat çırpsa, onun bu hareketi bize Rasûlullâh’ın bir hadîsini hatırlatırdı. Çünkü Âlemlerin Efendisi bize; «Cennete yaklaştıran, cehennemden de uzaklaştıran ne varsa hepsi size açıklanmıştır.» buyurmuştu.” (Ahmed, V, 153, 162; Heysemî, VIII, 263)
• Nankörlüğü şükürle bertaraf etmeyi öğretti
Nankörlük, çok büyük bir fâciadır. İnsanlığa ve vicdana vedâ etmektir. Nâdanlaşma ve kabalaşmadır.
Cenâb-ı Hak buyurur:
وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَن۪ى اٰدَمَ
“Biz, hakikaten insanoğlunu mükerrem (şan ve şeref sahibi) kıldık.” (el-İsrâ, 70)
İnsan, bu mükerremliğe karşı nankörlük içerisinde olmamalı. Lâkin Cenâb-ı Hak, tehditvârî bir şekilde muhayyer bırakarak;
“…İster şükredici olsun ister nankör.” (el-İnsân, 3) buyurmaktadır.
Her nimetin ve her uzvun ayrı bir şükrü olduğunu da unutmamak îcâb eder.
Meselâ;
- Gözün şükrü, onu haramlara bakmaktan korumaktır.
- Kulağın şükrü, onu dedikoduları dinlemekten korumaktır.
- Ağzın şükrü, «ya susmak ya hayır söylemek»tir.
İnsanın bu kadar ilâhî nimetler karşısında şükür hâlinde olması îcâb eder. Fakat;
Tercih insanın! İster cenneti seçer ister ateşi!.. Lâkin insanın ateşe bir saniye dahî dayanma gücü yok. Bu sebeple; sığınak ve barınak, istinadgâh ve sığınılacak tek gerçek liman, Allah Teâlâ’dır!..
Bütün günahları affedildiği hâlde, niçin sabahlara kadar ibâdet ettiği sorulduğunda, Fahr-i Kâinât Efendimiz;
“Şükreden bir kul olmayayım mı?” (Müslim, Münâfikûn, 79) diye cevap verdi.
Ömrünü, ilâhî nimetlerin şükrünün edâsı gayretiyle dopdolu yaşadı. Hidâyet nimetine de dâimâ, irşad ve tebliğ gayretiyle şükürde bulundu. Ashâbına da bunu tâlim buyurdu.
Ebû Abdullah el-Hârisü’r-Râzî’nin naklettiği şu kıssa; şükretmenin, nimeti nasıl artırdığına güzel bir misaldir:
Allah Teâlâ peygamberlerden birine şöyle vahyetti:
“Ben filân kulun ömrünün yarısını fakirlik ile, yarısını da zenginlik ile geçirmesine hükmettim. Hangisini evvel isterse onu vereceğim. Kendisine sor, arzusunu beyân etsin!”
O peygamber, mezkûr adamı çağırdı ve gelen vahyi haber verdi.
Adam;
“–Ailemle istişâre ettikten sonra bir cevap veririm.” dedi.
Hanımı;
“–Zenginliğin evvel olmasını tercih et!” dedi.
Adam;
“–Zenginlikten sonra fakirlik çok zordur. Fakirlikten sonra zenginlik ise pek tatlıdır. (Yaşlılıkta fakr u zarûrete sabretmek daha güç olur.)” dedi.
Kadın;
“–Bu hususta benim dediğime bak!” dedi.
Adam, o peygambere gidip;
“–Zenginliğin evvel olmasını tercih ediyorum.” dedi.
Allah ona bütün zenginlik kapılarını açtı.
Hanımı dedi ki:
“–Eğer bu nimetin ömrünün sonuna kadar devamını istiyorsan Allâh’ın kullarına karşı cömert ol. Kendine bir elbise aldığın zaman bir fakire de elbise al.”
Onlar dâimâ kifâyet miktarını kullanıp, gerisini infâk ederler. Yani gerçek şükür içinde yaşarlar. Bunun üzerine, Allah o peygamberine vahyetti:
“–Ben o kulumun ömrünün yarısını gınâ ile, yarısını da fakr ile geçirmesini takdir etmiştim. Fakat gördüm ki o kulum bütün nimetlerime şükretti. Şükür ise nimetin ziyadesini ve devamını vâcib kılar. Ömrünün geri kalan kısmını da zenginlikle geçirmesini takdir ettiğimi kendisine müjdele!” (Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Bakara Sûresi Tefsîri, s. 33-34)
• İsyânı tâatle bertaraf etmeyi öğretti
İnsan; neyin hayırlı, neyin kötü olduğuna, nefsinin hoşlanıp hoşlanmaması ile karar vermemeli. Cenâb-ı Hak buyurur:
وَعَسٰى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسٰى اَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ
“…Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür…” (el-Bakara, 216)
Bu sebeple, ölçü Allâh’ın rızâsı olmalı. Kul, değişen şartlar altında dâimâ tevekkül ve rızâ üzere bulunma gayretinde olmalı.
Zira unutmamalı ki;
Gaybı bilen, ancak Cenâb-ı Hak’tır.
Peygamberimiz, câhiliyyenin kapkaranlık vasatında dahî; pür-nûr, tertemiz ve masum bir hayat yaşadı.
Tâif’te taşlandığı vakit bile;
“Yâ Rabbî! Sen bana gazaplı değilsen, ben başıma gelen hiçbir şeye aldırmam, (râzı olurum.)” (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35) diye niyaz etti.
- Her sahâbîyi, noksan olduğu hususta eğitti. Meselâ; kendisine «en hayırlı amel» tavsiyesinde bulunmasını isteyen sahâbîlerinin hepsine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz aynı cevabı vermedi. Zaaflarının izâlesi noktasında cevap verdi:
Kimine; «Annenin hizmetiyle meşgul ol!» buyurdu.
Diğerine; «Gazaplanma!» dedi.
Bir diğerine de; «İffetli ol!»masını tavsiye buyurdu.
• Cimriliği cömertlikle bertaraf etmeyi öğretti
Fahr-i Kâinât Efendimiz; ashâbın tarifiyle rüzgârlardan daha cömertti.
Ganîmetlerin, hediyelerin bol bol geldiği zamanlarda dahî, eline geçen her şeyi; fakir fukarâya, muhtaçlara, ehl-i suffeye öyle ikrâm ederdi ki, ev halkına bir şey kalmazdı. Ganîmetlerin beşte biri kendisine ait olduğu hâlde; üç gün üst üste buğday ekmeği yemeden bu dünyadan irtihâl etti. Öyle cömertti ki, sırf cömertliğine hayran olarak peygamberliğini tasdik edenler oldu.
İnsan Sûresi’nde Cenâb-ı Hak fedâkârlık istemekte ve nefsinden koparıp da muhtaçlara infâk edebilenleri şöyle methetmektedir:
“Onlar, kendileri de muhtaç oldukları hâlde yiyeceklerini yoksula, yetime ve esire ikrâm ederler ve;
«Biz size, sırf Allah rızâsı için ikrâm ediyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimiz’den (O’nun azâbına uğramaktan) korkuyoruz.» (derler).
Allah da onları, o günün fenalığından korur, yüzlerine nûr, gönüllerine sürûr bahşeder.” (el-İnsân, 8-11)
Yine âyet-i kerîmede Rabbimiz, canı ve malı Allah yolunda seferber etmemizi emrediyor:
“Ey îmân edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi?” (es-Saff, 10)
“Allah ve Rasûlü’ne inanır (îmân eder, îmânın göstergesi olarak) mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde Allah; sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki o güzel meskenlere koyar. İşte bu en büyük kurtuluştur.” (es-Saff, 11-12)
Yine Rabbimiz; asla zarar etmeyecek bir ticaretin vasıfları arasında, «gizli ve âşikâr infâk etme»yi zikrediyor:
“Allâh’ın kitâbını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve âşikâr infâk edenler, «ticâreten len-tebûr» (asla zarara uğramayan bir kazanç) umabilirler.
Çünkü Allah, onlara mükâfatlarını tam olarak öder ve lutfundan onlara fazlasını verir…” (Fâtır, 29-30)
• Acımasızlığı affedicilikle bertaraf etmeyi öğretti
Efendimiz, rikkati öğretti. Torunlarını sevip öptüğünde, bir bedevî şaşırdı;
“–Demek Siz çocukları öpüyorsunuz ha! Hâlbuki biz onları hiç öpmeyiz.” dedi.
Efendimiz şu cevapla ders verdi:
“–Allah Teâlâ, senin kalbinden merhameti söküp almışsa ben ne yapabilirim ki! Merhamet etmeyene merhamet olunmaz!” (Buhârî, Edeb, 18; Müslim, Fedâil, 65)
- Uhud’da mü’minleri doğrayan İkrime; O’nun terbiyesinde, mushafı yüzüne sürerek ağlayan bir dervişe dönüştü.
Yirmi senelik zulümden sonra Mekke fethedildi. Peygamberimiz tam bir kısas fırsatı varken, Mekkelilerin hepsini affetti. Onlar da; «Sâlih kardeş!» dediler, medyûn oldular. İslâm ile müşerref oldular.
Cenâb-ı Hak buyurur:
“Allâh’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (en-Nûr, 22)
O’nun has ve baş talebesi Hazret-i Ebûbekir de kızına iftirâ hâdisesine karışan Mıstah’ı affetti.
Ulbe bin Zeyd -radıyallâhu anh-, Tebük Seferi’ne iştirâk edebilmek için binek bulamayan fakir sahâbîlerdendi. Binek bulması için Efendimiz’e müracaat etmiş, fakat Efendimiz de imkânı olmadığı için yardım edememişti. Hüzünlendi. Gecenin bir kısmı geçince kalktı, namaz kıldı ve şöyle yalvardı:
“Ey Allâh’ım! Sen cihâda çıkmayı emir ve teşvik buyurdun. Hâlbuki ben, üzerine binip Rasûlün ile birlikte cihâda çıkabileceğim bir hayvana sahip değilim! Rasûlünün elinde de beni üzerine bindirecek bir hayvan bulunmuyor. Ben her zaman mal, beden ve eşyadan üzerime düşen sadakayı vermişimdir.
Ey Allâh’ım! Kulların içinde bana nasîb ettiğin şu bir parça malımı tasadduk ediyorum.”
Sabah olunca Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gelip şöyle dedi:
“–Yâ Rasûlâllah! Elimde sadaka olarak verebileceğim bir şey yok. Şu bir parça eşyamı tasadduk ediyorum. Bundan dolayı beni üzen veya bana kötü söyleyen yahut da benimle alay eden kimseye de hakkımı helâl ediyorum!”
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Allah sadakanı kabul etsin!” buyurdu ve başka bir şey söylemedi. Ertesi gün ise bu sahâbîye;
“–Ben senin sadakanı kabul ettim. Seni müjdelerim! Muhammed’in varlığı kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, sen sadakası kabul olunanların dîvânına yazıldın.” buyurdu. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 500; İbn-i Kesîr, es-Sîre, IV, 9; Vâkıdî, III, 994)
Affetmek de sadakadır. Efendimiz dâimâ affetmeye teşvik etti. Nitekim bir gün ashâbına;
“–Sizden biri, Ebû Damdam gibi olmaktan âciz midir?” diye suâl etti.
Oradaki sahâbîler;
“–Ebû Damdam kimdir?” diye sordular.
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:
“–Sizden önceki kavimlerden birine mensup biriydi. O;
«‒Bana hakaret eden ve dil uzatarak gıybetimi yapan kimselere hakkımı helâl ediyorum.» derdi.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 36/4887)
- Hodgâmlığı diğergâmlıkla / bencilliği fedâkârlıkla bertaraf etmeyi öğretti
Bir mü’min menfaatperest olamaz. Bir mü’min için infak; gönle huzur verici, Allâh’a yaklaştırıcı, vuslata nâil edici bir haslettir.
Rabbimiz; “Sevdiklerinizden infâk etmedikçe hayrın kemâline ulaşamazsınız.” (Âl-i İmrân, 92) buyurur.
Seriyy-i Sakatî Hazretleri, mahallesi yanıp kendi evinin yanmadığı haberini alınca gayr-i ihtiyârî olarak;
«Elhamdülillâh» deyivermişti. Lâkin bu bir anlık dalgınlığından dolayı duyduğu tarifsiz teessür ve derin nedâmet yıllarca devam etti.
Bir dostuna pişmanlığını şöyle anlattı:
“–Ben o vakit; «Elhamdülillâh!..» demekle, kısa bir müddet de olsa sırf kendimi düşünmüş oldum. O hazin felâkete uğrayan kardeşlerimin derdiyle dertlenmeyi ihmal etmiş bulundum. İşte, otuz senedir o andaki gafletimin tevbesi içindeyim!..”
Bir talebesi; Dâvûd-i Tâî Hazretleri’ne;
“–Biraz et pişirdim; arzu buyurmaz mısınız?” dedi ve üstâdının sükût etmesi üzerine eti getirdi. Ancak Dâvûd-i Tâî -kuddise sirruhû-, önüne konan ete baktı, derhâl kendi ihtiyacını unuttu ve tanıdığı fakir yetimleri hatırladı. Sordu:
“–Falanca yetimlerden ne haber var evlâdım?”
Talebe, boynunu büktü;
“–Bildiğiniz gibi efendim!” dedi.
O büyük Hak dostu;
“–O hâlde bu eti onlara götürüver!” dedi. Talebe, samimî bir ısrar ile;
“–Efendim, siz de uzun zamandır et yemediniz!..” dediyse de Dâvûd-i Tâî Hazretleri şu cevabı verdi:
“–Evlâdım! Bu eti ben yersem kısa bir müddet sonra dışarı çıkar, fakat o yetimler yerse, ebediyyen kalmak üzere Arş-ı Âlâ’ya çıkar!..”
Onlardaki bu muazzam fedâkârlık, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in şu müthiş îkāzının neticesidir:
“Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de istemedikçe, gerçek mânâda îmân etmiş olmaz.” (Buhârî, Îmân, 7; Müslim, Îmân, 71-72)
- Şüpheyi yakînle bertaraf etmeyi öğretti
Rabbimiz buyurur:
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ
“…Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4)
Kalp; maiyyet sırrına vâsıl olacak, itmi’nâna erecek.
Peygamber Efendimiz, her gün «mârifetullah»ta daha âlî derecelere yükseldi ve dünkü seviyesine dahî istiğfâr etti. O’nun feyiz ve rûhâniyet dolu sohbetiyle, Hazret-i Ebûbekirler, Aliyyü’l-Murtezâlar, Selmân-ı Fârisîler mâneviyat kervanlarının rehberi oldular. O silsileler kıyâmete kadar, mü’minleri, Allâh’ın izniyle tenvir ve irşâd eyleyecektir.
- Riyâyı ihlâs ile bertaraf etmeyi öğretti
Tevhid akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur.
Riyâ fânîlere gösteriş yapmaktır. İbâdetlerin rûhâniyetine zarar verir. Cenâb-ı Hak, riyâkârlara; «Veyl olsun! Vay hâline onların!» (el-Mâûn, 4-6) buyuruyor.
İhlâs ve samimiyetin de zirvesi Peygamber Efendimiz…
Yâ Rabbî!.. Ahlâkımızı Habîbi’nin ahlâkından nasipdar eyle!..
Bizlere; küfrü, fıskı ve isyanı çirkin göster. Kalplerimize îman, sâlih amel ve güzel ahlâkı sevdir. Kalb-i selîm ihsân eyle yâ Rabbî!..
Âmîn!..