Nasıl Bir Kalp Cenâb-ı Hakk’ın Rızâsını Kazanır?

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

NASIL BİR KALP CENÂB-I HAKKʼIN RIZÂSINI KAZANIR?

Kalb-i selîm, kalb-i münîb, nefs-i mutmainneye sahip olan kalbin hâllerini bir tasvir etmek istersek, bu nasıl bir kalp olacak ki, Cenâb-ı Hakkʼın rızâsını kazanacak? Cenâb-ı Hak o mükerrem, muhteşem olan Cennetʼe davet ediyor dostunu.

Birincisi:

Cenâb-ı Hakkʼa muhabbette seviye kazanmış kalpler. Yani meşrû, fânî muhabbetler kendileri için bir basamak olacak, neticede ilâhî muhabbet tecellî edecek. Bu tecellîler neticesinde bütün mahlûkâta, ilk başta, Cenâb-ı Hakkʼın “Rahman” sıfatıyla bakacak, “merhamet” sıfatıyla bakacak. Sahâbe bu duruma geldi. Cenâb-ı Hak onları bize bildiriyor:

“‒İşte canım yâ Rasûlâllah, işte malım.” dedi. Getiriyordu; “‒İşte malım” diyordu.

Rasûlullah Efendimiz:

“‒Yok (diyordu), sen şu kadarını bırak git.” diyordu. Yani bir fedâ hâlinde ve vermeyi cana nîmet biliyordu. Bir kalb-i selîmden bir numûne…

Tabi bu kalp öyle bir (hâle) geliyor ki, kalp o muhabbetten yanmaya başlıyor. İşte Esʼad Erbilî Hazretleri:

“Tecellâ-yı cemâlinden habibim nev-bahar ateş” diyor.

“Gül ateş, bülbül ateş, sümbül ateş, hâk ü hâr ateş.” diyor.

Bir yanıştan… Öyle bir yanıyor ki ilâhî muhabbetten, o muhabbetten yanan o kalp, her tarafta bir yangın meydana getiriyor. Zâhirî bir yangın nasıl? Bu da bir mânevî, rûhânî bir yangın olmuş oluyor.

Velhâsıl buna benzer, bu Hak dostlarının türlü türlü terennümleri vardır.

İkincisi:

O Hak dostları şerʼ-i şerîfin bütün muhtevâsına dikkat ederler. Şerîati kemâle erdirmek için. Şerîatte noksanlık olmayacak, onu kemâline erdirmek için şerîati, bilhassa seher vakitlerine çok îtinâ gösterirler.

Cenâb-ı Hak:

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ (“…Seher vaktinde Allahʼtan bağışlanma dileyenler.” [Âl-i İmrân, 17]) buyuruyor.

Açıyor kapıları, tevbe kapılarını. Fakat öyle tevbe, lâfta tevbe olmayacak. “Tevbeten nasûhâ” olacak. Büyük bir pişmanlık olacak, uzaklaşma olacak. Ateşten kurtulduğu gibi, yangından çıktığı gibi sevinecek. O şekilde bir tevbe edecek. “Tevbeten nasûhâ” olacak.

سَاجِدًا وَقَائِمًا

(“…(Geceleyin) secde ederek ve kıyamda durarak…” [ez-Zümer, 9]) olacak.

“…Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?..” (ez-Zümer, 9) buyuruyor Cenâb-ı Hak. Bilenlerde de;

سَاجِدًا وَقَائِمًا

(“…(Geceleyin) secde ederek ve kıyamda durarak…” [ez-Zümer, 9])

Demek ki rûhânî birtakım zuhûratlar olacak. Hayır ve şer netleşecek o kalpte. Rahmânʼın rahmetinin tecellî ettiği bir kul olacak. Orada Cenâb-ı Hak:

سُجَّدًا وَقِيَامًا

(“…Secde ederek ve kıyamda durarak…” [el-Furkân, 64]) buyuruyor. Yine o gecelerde secde ve kıyam hâlinde olacak. Fiille beraber kalbi olacak. Kalp de orada olacak. Bu kalple gündüze girecek.

Bu kalp; nasıl, geceden istifâde etti mi, etmedi mi? Eğer geceden istifâde ettiyse, gündüz mâlâyânîden kurtulmuş olacak. Mâlâyânî olmayacak onun gündüz hayatında. Zira Cenâb-ı Hak:

“Onlar ki boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Müʼminûn, 3) âyette.

Dedikodu hiç olmayacak -Allah korusun- bir de boş lâf olmayacak. Cenâb-ı Hak “Zikredin!” buyuruyor.

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28]) buyruluyor.

كُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ

(“…Sâdıklarla beraber olun.” [et-Tevbe, 119]) buyuruyor. Sâdıklarla beraber olunacak. Göze, kulağa, dile hâkim olunacak.

Velhâsıl Allâhʼın bütün emirleri “Tâzîm li-emrillâh ve şefkat alâ halkillâh” o seherin neticesi budur, göstergesi…

Hem sehere kalkıyor, hem mâsıyete gidiyor; olmuyor bu. Onun bir kıvamı olmaz, fazla bir netice vermez. Evet, kalkması ecirdir, vesâiredir. Fakat onun verdiği netice nedir kalkmasının seherlerde? Uyanmasının neticesi nedir?

Bütün mahlûkâtı uyandırıyor; horozlar başlıyor, kuşlar başlıyor, vesâire başlıyor. Ki onlarda Cennet-Cehennem yok. Onlar bir periyodik bir zikir hâlinde.

Cenâb-ı Hak yine Zâriyat Sûresiʼnde:

“Geceleri pek az uyurlardı, seher vakitlerinde de istiğfâr ederlerdi.” (ez-Zâriyât, 17-18) buyuruyor.

Demek ki ehlûllâhʼın en çok uyanık olduğu saatler, seher saatleridir. Onun için seheri de, geceden ayarlanır o da. Yani geceye giriş; göz, kulak, yanlış yerlerde dolaşırsa, seher olmaz. Ticâret yanlış yerlerde olursa, sözünde durulmazsa, ahlâkî yapı bozulmuşsa, seherlerde istenilen bir netice alınmaz.

Yine Cenâb-ı Hak İnsan Sûresiʼnde:

“Gecenin bir bölümünde Oʼna secde et, gecenin uzun bir kısmında da Oʼnu tesbîh et.” (el-İnsân, 26) buyuruyor.

Demek ki kul, gündüze rûhâniyetle girecek. Gündüz de sâdıklarla, sâlihlerle, Allahʼa yakın kimselerle beraber olma gayretinde bulunacak, nefsânî hayatın da şerlerinden korunmaya gayret edecek. Bir gündüzü, yeni bir geceye hazırlık mâhiyetinde olacak. Yani nasıl gece-gündüz devam ediyor, kalbî hayat da o şekilde olacak.

Kelâm-ı kibarda buyruluyor:

“Üç türlü insanın ruʼyetullâhʼa nâil olacağı müjdelenmiştir. Onlardan biri, saf ve samimî kalpler…” Berrak, bir mâsum çocuğun kalbi gibi. Saf ve samimî kalpler.

İkincisi; “gecenin karanlığında Güneşʼi bulanlar.” Gecenin karanlığında Güneşʼi bulanlar. Ne demek? Yani seherlerde gönülleri rûhâniyetle dolanlar. Gecenin karanlığında Güneşʼi bulanlar.

Üçüncüsü, “ölümü hayattaki bütün hareketleriyle birleştirmiş olanlar.” İbadette, tâatte, muâmelâtta, hiçbir zaman ölümü unutmayanlar.

Üçüncüsü:

-Hak dostlarının durumu- tevekkül, teslîmiyet ve rızâ hâlinde yaşarlar.

Ömer bin Abdülaziz var, Emevî halîfelerinden. Onun iki buçuk senelik bir hilâfeti vardı. İslâm dünyasına en büyük hizmet edip imza atanlardan biridir. Tâ ordular İspanyaʼya kadar çıktı o zaman. Halk büyük bir takvâ hâlinde yaşadı. Ona soruyorlar:

“‒Ömer bin Abdülaziz! Sen neyi çok seversin (diyorlar) hayatta? Neyi çok seversin?” diyorlar.

O da diyor ki:

“‒Benim sevincim (diyor), yalnız benim mukadderatımdır (diyor). Allâhʼın benim üzerimdeki takdirini severim.” diyor.

“لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا الله (gaybı Allahʼtan başkası bilemez)” Gaybı bilmiyorsun. Bazı şeyleri şer görürsün hayırdır, hayır görürsün şerdir.

Demek ki رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً (el-Fecr, 28). Cenâb-ı Hakʼtan râzı olması. Cenâb-ı Hak:

“Ey huzura kavuşmuş nefs! Sen Oʼndan râzı (Allahʼtan), O da senden râzı olarak Rabbine dön. Sâlih kullarıma katıl ve Cennetʼime gir.” (el-Fecr, 27-30) buyuruyor Cenâb-ı Hak.

Bu da çok zor. “Üf-of”, “neden”, “niçin” yok. O, lügatinden silecek onları. “Yâ Rabbi! Râzıyım!” diyecek.

Demek ki bu, takdîre râzı olmak, ne kazandırır insana? Hırs, haset, nankörlük ve isyandan o kulu kurtarır. “Niye”, “niçin”in içinde kalırsa; hırs, haset, nankörlük ve isyan başlar. Gaybı bilen, Allah -celle celâlühû-. Biz kendimiz birçok şeyleri arzu ederiz. Onun bizim için hayırlı olacağını zannederiz. Fakat belki de o şerdir. Şer zannettiğimiz de hayır olabilir.

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:

“Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 216)

Enesʼten bir hadis naklediliyor, bu ilâhî takdir hususunda, bu da çok mühim:

Cenâb-ı Hak, takvâ dolu bir kalbi bildiriyor:

“Bâzı (diyor, bu takvâ dolu müʼmin) kullarımı ancak zenginlik sağlam (bir müslüman) eder (diyor). Onu (diyor), fakir etsem (diyor), bu durumu onun kaybolur…” diyor.

Mâlâyânî ile, boş şeylerle meşgul olur diyor. Fakat diyor, takvâ ile müzeyyen kulumu ancak zenginlik sağlam eder diyor. Bir taraftan kazanır, bir taraftan dağıtır.

Misal, Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz, Ebû Talha, Osman İbn-i Affân, Abdurrahman ibnüʼl-Avf… Bunlar gibi, bütün kazanmanın derdinde, fakat kazanmayı kendisi için değil, Allah için bir kazanma derdinde, Allah için sarf ediyor. Bunu Rabbimiz, Ben diyor, o kullarımı diyor, takvâya erecek, bir taraftan kazanacak, bir taraftan ümmet-i Muhammed ondan istifâde edecek.

Yine;

“…Bâzı kullarımı Ben fakirlikle sağlam tutarım (diyor). Ona rızkı bol versem (diyor), o da onu ifsâd eder…” diyor.

Fakir hâlinde güzel bir müʼmindir, mal verdikçe ihtirâsı artar, yanlış yollara girer. Kim gibi? Kârun gibi, Kasas Sûresiʼnde. Kim gibi? Sahâbeden Sâlebe gibi.

Demek ki râzı olmak. Zenginsen zenginliğe râzı olacak, zenginliği kullanmasını bileceksin. Bir hamâkat gelmeyecek.

Fakirsen, o fakirliğin, belki (servetin) olsa, daha yanlış bir hâle girecektin. Onun için Cenâb-ı Hakkʼa yine, fakirlik de olsa, şükür ve sabır hâlinde bulunabilmek.

Yine diyor Rabbimiz:

“…Bâzı kullarım, kullukta derece isterler. (Yani kerâmet göstereyim vs. uçayım, kaçayım… Ben (diyor onları) ucba girmesin diye, (Ben diyor) kendini beğenmesin diye onları korurum diyor. O (kerâmeti) vermem onlara…” diyor.

Bütün ehlûllah, bu kerametten kaçıyor. Niye? İltifatlar çoğalıyor. İltifatlara mağlûp olma tehlikesi oluyor. Ebû Bekir Efendimizʼin hiç kerâmeti yok. İkinin ikincisi.

Ömer Efendimizʼde var. Onu bir sağlam tutabilmek. Ömer Efendimiz, onu görüyoruz, sağlam tutabilmek için ne kadar şeylere giriyor, zorluklara giriyor: Halkın içinde torbayla geziyor, eski elbiselerle geziyor.

Aziz Mahmud Hüdâyî ciğer satıyor. Kādıʼl-kudât, en yüksek derecede, zirvede.

Hâlid-i Bağdâdîʼye tuvaletleri temizletiyorlar.

“…Bâzı müʼmin kullarımın îmânını ancak sıhhat sağlam tutar. Onu hasta etsem bu durum onu ifsâd eder…”

Cihaddan mahrum kalır. Allah yolunda gayret etmekten zevki artar, şevki artar, o şekilde sağlam tutarım, buyuruyor.

Yine râvî diyor ki, hadis râvîsi:

“Zannediyorum şunu da dedi Rasûlullah buyuruyor:

«Bâzı müʼmin kullarımın îmânını hastalık korur. Onu sıhhatli etsem o durum onu ifsâd eder.»

Bizim bir hocamız vardı -rahmetli- İmam Hatipʼteyken. Vefâtına yakın felç olmuştu. Yanına gittim ziyârete. Adımını zor atıyordu. Şöyle ben bir hayretle bakmışım, o eski hâlini düşünerek.

“‒Oğlum! (Dedi.) Hiç (dedi) sen bakma, üzülme. Ben hâlimden çok memnunum (dedi). Her adım atışta kaç sefer Allah diyorum (dedi). Eskiden (dedi) bundan gâfildim.”

Velhâsıl;

“…Ben kullarımın işini kalplerine dâir ilmimle tedbir ederim…”

Sen kalbinin durumu bilmiyorsun. Allah biliyor senin kalbinin durumunu.

“…Ben her şeyden haberdar olanım.” buyruluyor hadîs-i şerîfte. (Bkz. Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfat, s. 122)

Velhâsıl demek ki kalb-i selîm, رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً (el-Fecr, 28); Cenâb-ı Hakʼtan râzı olan kalp. Cenâb-ı Hak ne istîdat verdiyse o istîdat inkişâf edecek, fakat ona takvâ yardımcı olacak. Eğer takvâ yardımcı olamazsa tersine döner, zıddına döner. Para onu helâk eder. Fakirlik onu helâk eder. Hastalık helâk eder, isyanlar başlar. Onun için kalbin atışları çok mühim. Kalp nasıl atıyor? Bir tıbbî atışları var kalbin, bir de mânevî atışları var.

Dördüncüsü:

Dâimâ gönül hoşluğu içinde bulunurlar. Cenâb-ı Hakkʼa hamd ederler.

“Onlar, ayakta dururlarken, otururken, yanları üzerindeyken Allâhʼı zikrederler. (Neticesi:) Göklerin ve yerin yaratılışını (derinden derine) tefekkür ederler. «Yâ Rabbi! Sen Sübhanʼsın.» derler. «Bu (gökleri, bu yeri, bu azamet-i ilâhiyyeyi) boşuna yaratmadın.» derler. «Bizi Cehennem azâbından koru!» derler.” (Âl-i İmrân, 191)

İşte kalbin atışı bu şekilde olacak.

Beşincisi:

Hevâ ve heveslere tâbî olmayı, mâsivâ ile, Allahʼtan uzaklaştıran her şeyle alâkayı keserler. Mâsivâ; dünyevî işler. Yani Allah yolunda çalışacak, gayret edecek, fakat o nefsânî olan şeyleri de, çocukların oyuncakları gibi farzederler.

Şimdi büyük bir insana, bir delikanlıya çocukların oyuncaklarını versen ne olur? Gülünç olur. “Ben (der), çocuk muyum?” der.

Demek ki ehlûllah da, burada, bu şeyde, çocukların oyuncakları gibi gelir onlara bu mâsivâ ile, Allahʼtan uzaklaştırıcı şeylerle meşgul olabilmek.

Fetih Sûresiʼnde Cenâb-ı Hak, Rasûlullah Efendimizʼin yanında olanlardan… Biz yanında mıyız, değil miyiz? Ne isterler Cenâb-ı Hakʼtan? Âyet-i kerîmede: “…Fazîlet ve rızâsını isterler…” (el-Fetih, 29) Allah rızâsı. İşte asr-ı saâdet toplumu.

Mevlânâʼnın güzel bir misali var:

“Budala avcı (diyor), budala avcı (diyor aynı tâbirle) kuşun (diyor), gölgesini hedef aldı (diyor), okunu (diyor), gölgeye çekti (diyor), daldaki kuş bu aptala güldü kaldı (diyor) onun hamâkatine.”

Yani dünya nedir, âhiret nedir? Damla nedir, derya nedir? Bir su birikintisinde kaybolmak, bir bardak suyun içinde kaybolmak.

Velhâsıl hep ehlûllah, ilâhî azamet karşısında bir hiçlik edâsı içinde bulunurlar.