Müslüman Şahsiyet ve Karakterinin Fârikaları

Altınoluk Dergisi – Osman Nûri Topbaş Hocaefendi ile Müsbet ve Menfî Örneklik Üzerine… -2-

Altınoluk Dergisi, 2018 – Ağustos, Sayı: 390, Sayfa: 032

Altınoluk: Bir süredir Altınoluk’ta Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin sözlerinden yola çıkarak değerlendirmeler yapıyorsunuz. Daha önce Hazret-i Mevlânâ, İmâm-ı Rabbânî, Şâh-ı Nakşibend gibi büyük İslâm şahsiyetleri etrafında da benzeri değerlendirmeler yaptınız. Ayrıca “Altın Silsile” isimli eserinizde, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den bugüne kadar geçen Allah dostlarını yazdınız. Bunları da yaşadıkları çağların Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den mânen beslenmiş olan “güzel örneklik” numûneleri olarak değerlendirebilir miyiz?

Osman Nûri Topbaş: Elbette. Zira Hak dostları, insanlığa örnek şahsiyet olarak armağan edilmiş olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zamanlara yayılmış zirve temsilcileridir. Onlar, îmânı aşkla yaşayan Peygamber vârisleridir. Kur’ân ve Sünnet’ten feyz alarak, gönüllerini güzel ahlâk ve davranış mükemmelliğine erdiren bahtiyarlardır. Hazret-i Peygamber ve O’nun güzîde ashâbını göremeyenler için, tâbî olunacak örnek şahsiyetlerdir. Nebevî ahlâkın âdeta farklı zaman ve mekânlarda açılmış şûbeleri mesâbesindedirler. Onların gönül feyzinin menbaı Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.

O örnek şahsiyetlerin gönüllerde yaşayan hikmetli sözlerinin, ibretli hâllerinin, hayat düstûru olan kıssalarının arka plânına iyi bakılırsa, bütün bunların nebevî ahlâktan birer akis olduğu görülür.

Meselâ Hâtem-i Esam Hazretleri’ne, zayıf, dertli ve perişan bir kadın gelir. Derdini anlatmaya başladığı sırada kadından -gayr-i ihtiyârî- çirkin bir ses duyulur. Kadın, mahcûbiyetten âdeta bir mum gibi erir. Şeyh Hazretleri ise, hiçbir şey duymamış ve fark etmemiş gibi muazzam bir vakarla kadına bakar ve elini kulağına götürerek:

“–Söylediklerinizi duymuyorum, çok ağır işitiyorum, yüksek sesle konuşunuz, bağırınız! Ben sağırım!” der.

Kusurunun gizli kaldığını zanneden kadıncağız, bir anda yeniden hayata dönmüş gibi ferahlar.

Hiçbir milletin muâşeret edebinde bir benzeri daha görülmemiş olan bu nezâketi, Hâtem Hazretleri’ne “Esam: Sağır” lâkabını taktırır. Zira bu hâdiseden sonra da Hâtem Hazretleri, o kadın duyup da mahcup olmasın diye halk arasında kendini sağır olarak gösterir. Ancak kadının vefatından sonra etrafındakilere:

“–Artık kulaklarım işitiyor; normal sesle konuşabilirsiniz!” der.

Şimdi bir de asr-ı saâdetteki şu hâdiseye bakalım:

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbıyla birlikte deve etiyle yapılmış bir yemek yerler. Tam namaza duracakları esnâda bir yellenme kokusu duyulur. Fahr-i Kâinât Efendimiz, o kişinin toplum içinde mahcup olmaması için; “Deve eti yiyenler abdest alsın!” buyurur. Yani bir kişinin mahcup olmaması için, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bütün cemaate tekrar abdest aldırır.

Yine buna benzer bir nezâket ve inceliği de şu hâdisede görüyoruz:

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir evde insanlarla birlikte bulunuyordu. İçlerinde Cerir bin Abdullah -radıyallâhu anh- da vardı. O esnâda Hazret-i Ömer bir koku duydu. Oradakilere:

“–Bu kokunun sahibi hemen kalkıp abdest alsın!” dedi.

Cerir -radıyallâhu anh-:

“–Ey Mü’minlerin Emîri! Buradaki herkes abdest alsa daha iyi olmaz mı?!” dedi.

Bu ince anlayışa hayran kalan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- ona:

“–Allah sana rahmet eylesin! Sen câhiliye devrinde de güzel bir efendiydin, İslâm döneminde ise çok daha güzel bir efendisin!” buyurdu. (Ali el-Müttakî, Kenz, no: 8608)

Görüldüğü üzere Hâtem-i Esam Hazretleri’nin gösterdiği incelik ve nezâket, Allah Rasûlü’nün ve O’nun yetiştirdiği sahâbenin örnek ahlâkından bir akistir. O ahlâkın zamanlara yayılmış misallerinden biridir.

Yine Hak dostlarından Seriyy-i Sakatî Hazretleri, din kardeşinin acısına bîgâne kalma duygusuzluğunu, bir an gaflete düşerek yaşadığı için, bu hâlinden duyduğu derin nedâmeti şöyle ifade etmiştir:

“Bir gün Bağdat çarşısı yanmıştı. Bir talebem koşarak bana geldi ve; «–Üstad! Bütün Bağdat çarşısı yandı, bir tek sizin dükkânınız kurtuldu. Gözünüz aydın!» dedi. Ben de o an diğergâmlığı unutarak, yani dükkânı yanan diğer kardeşlerimi düşünmeden, kendi nefsim adına, bir «el-hamdü lillâh» dedim. Ancak otuz yıldan beri bu gaflet ânım için istiğfâr ederim.”[1]

Diğer bir misâl:

Dâvud-i Tâî Hazretleri’nin hizmetinde bulunan talebesi bir gün ona:

“–Biraz et pişirdim; lütfen buyrun.” dedi. Üstâdının sükût etmesi üzerine de eti getirdi. Fakat Dâvûd-i Tâî Hazretleri, önüne konan ete bakarak:

“–Falanca yetimlerden ne haber var evlâdım?” diye sordu.

Talebesi, durumlarının pek de iyi olmadığını ifâde sadedinde:

“–Bildiğiniz gibi efendim!” dedi.

O büyük Hak dostu:

“–O hâlde bu eti onlara götürüver!” dedi.

Hazırladığı ikramı üstâdının yemesini arzu eden talebe ise:

“–Efendim, siz de uzun zamandır et yemediniz!..” diyerek ısrar edecek oldu. Fakat Dâvud-i Tâî Hazretleri kabul etmeyip:

“–Evlâdım! Bu eti ben yersem kısa bir müddet sonra dışarı çıkar; fakat o yetimler yerse, ebediyyen kalmak üzere Arş-ı Âlâ’ya çıkar!..” dedi.

İşte Hak dostlarının bu diğergâmlık, fedakârlık, din kardeşini kendine tercih (îsar) ahlâkının temelinde de nebevî ahlâkın bulunduğunda şüphe yoktur. Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ümmetinin açlarını doyurmadan kendisini doyurmayı asla düşünmezdi. Elindeki dünyalığı infak etmeden huzur içinde uyuyamazdı. Muhtaçların ihtiyacını görmek, dertlilerin derdine derman olmak, açları doyurmak, O’na öyle bir mânevî lezzet verirdi ki, âdeta kendi açlığını unuturdu.

Nitekim hadîs-i şerîflerde:

“Mü’min kardeşinin derdiyle dertlenmeyen, bizden değildir.” (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87)

“Komşusu açken tok yatan kimse (kâmil) mü’min değildir.” buyrulmaktadır. (Hâkim, II, 15)

Yine bu nebevî ahlâkın bir tezâhürü olarak Hazret-i Mevlânâ şöyle demiştir:

Şems -rahmetullâhi aleyh- bana bir şey öğretti, (fakat zihnime değil, kalbime nakşetti): «Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin.» Ben de biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben artık ısınamıyorum!..”

İşte güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilmiş olan Efendimiz’in örnek şahsiyetini devirlere ve diyarlara taşıyan böyle Allah dostlarının taht-ı terbiyesinde bulunabilmek, dünyada nâil olunacak nîmetlerin en büyüklerinden biridir. Nitekim cihan pâdişâhı Yavuz Sultan Selîm Han bu hissiyat içinde;

“Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş,
Bir velîye bende olmak, cümleden âlâ imiş.” demiştir.

Tarihte imparatorluklara son verip yeni bir Cihan Devleti inşâ eden, bir devri kapatıp yeni bir devri başlatan, İstanbul’u fethederek Peygamber müjdesine nâil olan Fatih Sultan Mehmed Han da o kutlu fetih gününde;

“Bende gördüğünüz bu sevinç ve huzur, yalnız bu kalenin fethinden değil; Akşemseddin gibi aziz ve mübârek bir Allah dostunun benim zamanımda ve benimle beraber olmasındandır…” demiştir. Zira o da Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in örnek şahsiyetinin o zamandaki kâmil bir temsilcisi mevkiindeydi.

Nasıl ki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Mekke Fethi’nde muzaffer bir kumandan olmasına rağmen; gurur, kibir, enâniyet, taşkınlık hâli gelmesin, kulluk gayretleri gevşemesin, âhirete rağbet azalmasın, dünyaya aldanılmasın diye, gayet mütevâzı bir hâlde:

اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ اِلّٰا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ

“Ey Allâhʼım! Esas hayat, âhiret hayatıdır.”[2] niyâzında bulunmuşsa, Akşemseddin Hazretleri de Mekke’deki o nebevî hissiyâtı âdeta İstanbul ufuklarına taşıyan, örnek bir şahsiyetti.

Nitekim Akşemseddin Hazretleri, İstanbul’un fethini takip eden ilk Cuma namazından sonra, Okmeydanı’nda tertip edilen fetih ve zafer alayında o muzaffer orduya nasihatlerde bulundu. Onları gafletten îkaz edip hamd, şükür ve infâka yönlendirdi:

“–Ey gâziler! Bilin ki cümleniz hakkında Âhirzaman Peygamberi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; «Onlar ne güzel askerdir…» buyurmuştur. İnşâallah cümleniz mağfursunuzdur. Allah Rasûlü’nün bu iltifâtına mukâbil, şimdi sizler de gazâ malını israf etmeyip hayır-hasenâta sarf edin!..” buyurdu.

Böylece İstanbul’u fetheden ordunun fazîletini, yeni bir fazîletle taçlandırmak için, onların hepsini şehrin îmârına ve halkın istifâdesi için hayır müesseseleri kurmaya teşvik etti.[3]

Bütün bunlar da gösteriyor ki, nebevî ahlâk ile ahlâklanmış gerçek mü’minler, Efendimiz’in güzel örnekliğini farklı zamanlarda da yaşatabilmişlerdir. Bu husus, günümüzde de imkân dâhilindedir.

 

Altınoluk: Okuduğumuzda her Allah dostunda farklı bir vasfın öne çıktığını görebiliyoruz. İmâm-ı Rabbânî’de şer‘-i şerîf hassasiyeti, Şâh-ı Nakşibend’de yaratılana hizmet, Mevlânâ’da aşk, gibi…

Altınoluk bu sene Geylânî Hazretleri’nin Fethu’r-Rabbânî’sini “İlâhî Armağan” ismiyle hediye kitap olarak veriyor. Geylânî okumalarınızda bu Allah dostu için hangi fârik vasfın öne çıktığını düşünüyorsunuz? Nedir ana mesajları Fethu’r-Rabbânî’nin?

Osman Nûri Topbaş: Her fiilinde hikmet sahibi olan Cenâb-ı Hak, kâinattaki bütün varlıkları farklılık üzere yaratmıştır. Kullarına da maddî-mânevî, apayrı husûsiyetler lûtfetmiştir.

Aynı menbâdan, yani Kitap ve Sünnetʼten feyizlenen sayısız Hak dostu da, bir kristalin aynı ışığı rengârenk bir sûrette yansıtan farklı kesitleri gibi, mânâ âleminde nâil oldukları tecellîlerin tezâhürü bakımından farklılık arz ederler.

Nitekim deryaların da kendilerine âit bir rengi yoktur. Onlarda görünen renk, semâdan aldıkları ışığın farklı yansımalarıdır. Evliyâullâh’ın durumu da Cenâb-ı Hakk’ın esmâ tecellîlerinin kendilerindeki farklı tezâhürlerinden ibârettir.

Meselâ Cenâb-ı Hak, bazı velî kullarını Şâh-ı Nakşibend gibi mânevî tasarruf ve mârifetullahʼta eşsiz bir himmet deryâsı kılmış; kimini Mecnûn gibi aşk çöllerinde dolaştırmış; kimini hayret vâdilerinde gezdirmiş; kimini azamet-i ilâhiyye karşısında dilsiz kılarak sükût ve hâl lisânıyla irşâdın şi‘riyyeti içinde yaşatmış; kimini Yunus Emre gibi aşk-ı ilâhî bülbülü kılmış; kimini de Hazret-i Mevlânâ gibi, dilinden hikmet incileri dökülen, eşsiz bir mânâ deryâsı eylemiştir.

Büyük bir Hak dostu olan Abdülkâdir Geylânî Hazretleri de, her şeyden evvel, âlim ve ârif bir mürşid-i kâmildir. Mîlâdî 11 ve 12. asırlarda yaşamış olmasına rağmen, hâlisâne irşâdına Cenâb-ı Hakk’ın bugün bile büyük bir tesir bereketi ihsân ettiği müstesnâ şahsiyetlerden biridir.

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin Fethu’r-Rabbânî adlı eserini büyüklerimiz de okur ve sohbetlerinde okuturlardı. Bizim de yazılarımızda ve sohbetlerimizde istifâde ettiğimiz bu kıymetli eserin bizce en mühim mesajlarından bazılarını şöyle hulâsa edebiliriz:

İlim son derece lüzumludur, fakat tek başına kâfî değildir. Onun muhakkak amel-i sâlihlerle desteklenmesi gerekir. Amel de kâfî değildir, onun da riyâdan korunup ihlâs ile îfâsı zarûrîdir.

İlmin irfâna dönüşmesi için nefislerin tezkiye görmesi şarttır. Kişide ne kadar ilim olursa olsun, bir okyanus kadar bile olsa, o okyanusun dahî zehirlenme tehlikesi vardır. Nitekim bu zehirlenmeyi Kârun’da, Bel’am bin Bâûrâ’da görüyoruz. Her ikisi de sâlih birer kul iken, nefislerine meyletmeleri onları zehirledi.

Demek ki her bir mü’min, kendi nefsinin şerrinden kendisini korumak zorundadır. Yani nefis tezkiyesi en mühim ve öncelikli meseledir. Nitekim bir hadîs-i şerîfte de;

“(Hakikî) mücâhid, nefsine karşı cihâd eden kimsedir.” buyrulmuştur. (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 2/1621; Ahmed, VI, 20)

Yine Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin “tevhîd” üzerinde çokça durduğunu görüyoruz. Hakîkaten akâid, dînin en hassas noktasıdır. Çünkü tevhîd inancının ortaklığa aslâ tahammülü yoktur. Akâid hiçbir şekilde tâviz kabul etmez.

Her mü’min, İslâm’ın izzet, haysiyet ve vakârını korumak zorundadır. Bunun için dalâlettekilere benzemekten, küfür ve gaflet ehliyle ülfetten kaçınmalıdır. Sâlih ve sâdıklarla beraber olup onlardan mânen istifadeye gayret göstermelidir.

Mü’min, her türlü imtihanda îmâna sadâkatle bağlı kalmalı, kendisi hakkındaki ilâhî takdîre rızâ göstermeli, Allah’tan başkasına muhtaçlık duymamalı, fânîlerden müstağnî kalmalı, âhiret endişesini dâimâ dünya endişelerinden önde tutmalıdır. Dünyaya karşı kalben zühd ve riyâzat hâlinde yaşamalıdır. Gaflet ve mâlâyânîden sakınmalıdır. Her ahvâlde Kur’ân ve Sünnet’e ittibâ etmelidir. Haramlardan, ateşten kaçar gibi kaçmalı; helâlden kazanıp helâl lokma ile gıdalanmalıdır. Cimrilikten sakınmalı, cömert ve fedakâr olmalıdır. İsraf ve güç gösterisinden uzak durmalı, sade ve mütevâzı yaşamayı tercih etmelidir.

Yine mü’min, vaktin kıymetini çok iyi idrâk etmeli, ecel gelip çatmadan tevbe edip hâlini ıslâha yönelmeli, ömrünün kalan kısmını muhakkak sâlih amellerle ihyâ etmeye çalışmalıdır.

Tasavvufun gayesi, keşif-kerâmete ermek değil, kulluğu kemâle erdirmektir. Şerîati kâmilen ve lâyıkıyla yaşamaktır. Mârifetullah, muhabbetullah, haşyetullah, ihlâs ve takvâya ererek ömür boyu istikâmet üzere kullukta bulunmaktır…

Velhâsıl Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin eserlerindeki ana mesajlar, İslâm’ı aşk ve vecd içinde, takvâ hassasiyetiyle yaşamaktır, diyebiliriz.

 

Altınoluk: Efendim; Sâmi Efendi Hazretleri ve babanız Mûsâ Efendi Hazretleri, bu asrın tanıdığı Allah dostlarından… “Güzel örneklik” bâbında, hem Sâmi Efendi hem de Mûsâ Efendi Hazretleri için, eminiz söyleyeceğiniz pek çok söz vardır. Müşâhede ettiğiniz müşahhas güzelliklerden birkaçını bizimle paylaşır mısınız? Bir Allah dostunun gönül dünyasındaki zenginlikler ayrı ama bizler görünen hayatlarını takip edebiliyoruz. İnsanlık kalitesi adına “Hâzâ insan!” dedirtecek güzelliklerden nelere şahit oldunuz?

Osman Nûri Topbaş: Bu hususta anlatılabilecek pek çok hâtıra var. Fakat burada öncelikle ifade etmek istediğim husus, o büyüklerimizin merhamet ve şefkat ufkunun sonsuzluğudur.

Nasıl ki Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilâkis bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir, (evet) bütün mahlûkâta şâmil merhamet!..”[4] buyuruyorsa, Sâmi ve Mûsâ Efendilerimizde de bütün mahlûkâta karşı yüksek bir merhamet duygusu göze çarpardı. Bahçedeki kedi-köpekten kuşlara kadar uzanan engin bir merhametleri vardı. Bizim gibi onları da Allâh’ın yarattığını düşünerek Yaratan’dan ötürü yaratılana şefkat ve merhametle nazar edebilme, onları kendine zimmetli görebilme hassasiyetleri câlib-i dikkat idi.

Kurban bayramına yaklaştığımız şu günler vesîlesiyle, Sâmi ve Mûsâ Efendilerimiz’in kurban hususundaki bazı edep ve hassâsiyetlerini de nakletmek isterim:

Sâmi Efendi Hazretleri ve rahmetli pederim Mûsâ Efendi Hazretleri, kurban keserken son derece hassas davranırlardı.

Kurbanlık hayvana su içirirler, kesileceği yere iterek kakarak sürükletmezler, şayet küçükbaş bir kurban ise, kucağa alınarak şefkat ve mülâyemetle götürülmesini isterlerdi. Kurbanın gözünü muhakkak bağlatırlardı. Bir çukura iki kurban kestirmezlerdi. Ya da çukur temizlendikten sonra ikinci kurbanı kestirirlerdi. Kurbanı kesecek bıçağın da keskin olmasına dikkat ederlerdi. Hayvana eziyet vermeyecek şekilde güzelce kesilmesini arzu ederlerdi.

Şüphesiz ki bu hassâsiyetler de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yüce ahlâkının, o peygamber vârislerindeki birer tezâhürüydü.

Nitekim âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün koyunu kulağından çekerek kesmeye götüren bir kimseye rastlamıştı. Hemen müdâhale ederek;

“Hayvanın kulağını bırak da boynunun kenarından tut!” buyurdu. (İbn-i Mâce, Zebâih, 3)

İbn-i Abbas -radıyallâhu anh-’ın naklettiğine göre;

“Bir kimse, kesmek üzere bir koyunu yatırmış ve hayvanın gözü önünde bıçağını biliyordu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu şahsa;

«Onu defalarca mı öldürmek istiyorsun?! Bıçağını, onu yatırmadan evvel bileseydin ya!» buyurdu.” (Hâkim, IV, 257)

Bir başka hadîs-i şerîfte de:

“Sizden biri hayvanı kurban edeceğinde, bunu hızlı ve tam yapsın!” buyrulmaktadır. (İbn-i Mâce, Zebâih, 3)

Bu ve emsâli nebevî hassâsiyetleri hayat düstûru edinmiş olan Sâmi ve Mûsâ Efendilerimiz de bir kurban kesilirken getirilen sandalyeye oturmaz, Allâhʼın emrine tâzim maksadıyla, hayvanın kanı tamamen akıncaya kadar, derin bir ibadet vecdi içinde, pür-edep ayakta beklerlerdi. Cenâb-ı Hakkʼın nîmetlerini tefekkür ederek, kulluk şuuru içinde bulunurlardı. Böylece diğer ibadetler gibi, kurbanın da tefekkür ve mânâ ciheti yüksek bir ibadet olduğunu ve büyük bir edeple îfâ edilmesi gerektiğini, bizlere hâlleriyle telkin ederlerdi.

Bizler de kurban vesîlesiyle bilhassa şunu düşünmeliyiz ki, Cenâb-ı Hak bizi kesilecek bir kurbanlık olarak dünyaya gönderebilir, insanlar da bizi kurban edebilirlerdi. Bu itibarla, kesilen kurbanlara bizler de Hâlıkʼın şefkat ve merhamet nazarıyla bakmalı, onlara karşı son derece hassas davranmalıyız.

Nitekim âyet-i kerîmede;

“Kim Allâhʼın nişânelerine hürmet gösterirse, hiç şüphesiz ki bu, kalplerin takvâsındandır.” (el-Hac, 32) buyrulmaktadır.

Kurʼân-ı Kerîm gibi, Kâbe-i Muazzama gibi, ezân-ı Muhammedî gibi, kurban da Allâhʼın nişânelerindendir. Dolayısıyla kurban hususunda gösterilecek edep ve hassâsiyet, Cenâb-ı Hakkʼa duyduğumuz takvâ hissinin bir göstergesidir. Cenâb-ı Hak da zâten kurbanın etine veya kanına değil, bu ibadet vesîlesiyle Hakkʼa arz edeceğimiz, duâ, kulluk ve takvâmıza değer vermektedir. Yani kurbandan maksat da, takvâ imtihanını kazanabilmektir, Hakk’a itaat ve teslîmiyetimizi tescilletebilmektir.

Nitekim âyet-i kerîmede kurbanlar hakkında;

“Onların ne etleri ne de kanları Allâh’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvânız ulaşır…” (el-Hac, 37) buyrulmaktadır.

Mevlânâ Hazretleri de bu hakîkate gâfil kalınmaması için;

“Keçinin gölgesini kurban etme!” îkâzında bulunur. Yani kurbanın hakîkatine er de, onu kasaplık günleri veya et bayramı zannetme, buyurur. Zira Cenâb-ı Hak kurbanlar vesîlesiyle bizim kulluktaki samimiyetimizi test ediyor. Kendisine olan muhabbet, itaat, teslîmiyet ve sadâkat hâlimizi imtihan ediyor.

Şunu da unutmamak îcâb eder ki; Ramazan bayramı gibi Kurban bayramı günleri de bir tâtil fırsatı değil, ictimâîleşme günleridir. Sıla-i rahimde bulunmak, muhtaç ve muzdariplerin gönüllerini almak, geçmişler için hayır-hasenatta bulunarak onların ruhlarını şâd etmek, din kardeşleriyle muhabbeti artırmak, dargınlıkları-kırgınlıkları bertaraf etmek gibi pek çok vazifenin icrâ edileceği ictimâî ibadet günleridir.

Diğer taraftan, Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-ʼın aziz bir hâtırası olan kurban, gönüllerimizi Allah için fedakârlık duygusunun tefekküründe derinleştirmelidir. Hakîkaten İbrahim -aleyhisselâm- çok çetin imtihanlardan geçirildi. Allâh’ın lûtfuyla bütün bu imtihanları kazanarak Hakk’a “Halîl” yani “Dost” oldu. Fakirlikten korkmaksızın bütün malını infâk etti, putperest bir kavme karşı verdiği tevhid mücâdelesinde hiçbir tereddüt göstermeyip Nemrud’un ateşine atıldı. Böylece gerektiğinde canını da Rabbine teslîm edebileceğini ispat etti. Bir insan için en ağır imtihanlardan biri olan evlât hususunda da Cenâb-ı Hakk’a itaat ve teslîmiyet âbidesi oldu.

Demek ki kurban, sırf bir hayvanın kesilmesi değil, Allah için fedakârlığın bir sembolüdür. Nitekim Kosova şehidi 1. Murad Han, düşman ordusuyla karşılaştığında ellerini dergâh-ı İlâhî’ye açarak, ümmete bayram olacak bir zafer lûtfetmesini ve bu bayramın kurbanı olarak da kendisini kabul buyurmasını Cenâb-ı Hak’tan niyâz etmişti. Fatih’in askerleri, İstanbul surlarına tırmanırlarken; “Bugün şehid olma sırası bize geldi!” diyorlardı. 15 Temmuz’da kendini tankın altına atan yiğitlerin hâli de aynı fedakârlık ufkunun bir tezâhürüydü.

Velhâsıl kurban, gönüllerdeki “Allah için fedakârlık” heyecanını inkişâf ettirme mevsimidir.

İşte Sâmi ve Mûsâ Efendilerimiz de kurban bayramını bu nevî hakîkatlerin tefekkürü içinde ve büyük bir kulluk edebiyle ihyâ ederlerdi.

Diğer taraftan onların Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat ve merhametlerinin genişliğine dair pek çok örnek davranışları vardı. Meselâ merhum pederim Mûsâ Efendi şöyle bir hâdise nakletmişlerdi:

Sâmi Efendi Hazretleri ile yolculuk yaparlarken Ürgüp’te bir kişi otomobillerini çevirerek kendilerinden sigara parası ister. Bazı yol arkadaşlarının sessiz muhalefetlerine rağmen:

“–Mademki istiyor, vermek lâzım!” deyip adamın arzusunu yerine getirirler. Buna memnun olan fakir, niyetini değiştirip:

“–Şimdi gidip bununla ekmek alacağım.” diyerek sevinçle oradan uzaklaşır.

Hâlis niyetin bereketiyledir ki, helâl kazançtan verilen o temiz para, alan adamın gönlünde hayır temâyülü uyandırır. Sigara almaktan vazgeçip ekmek almaya karar verir.

Demek ki Allah için yapılacak hayırlarda muhâtabın kalbî durumundan ziyâde, bizim kalbî durumumuzun mühim olduğunu unutmamamız gerekiyor.

Ayrıca bu misâli gönül gözüyle tahlil ettiğimizde, hemen bir nebevî hakikat akla geliyor. Bir hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:

“(Vaktiyle) bir adam:

«–Ben mutlaka bir sadaka vereceğim.» dedi.

Geceleyin evinden sadakasını alıp çıktı ve onu bilmeden bir hırsızın eline tutuşturdu. Ertesi gün belde halkı:

«–Hayret! Bu gece bir hırsıza sadaka verilmiş!» diye konuşmaya başladı. Adam:

«–Allâh’ım! Sana hamd olsun. Ben mutlaka bir sadaka daha vereceğim.» dedi.

Yine sadakasını alarak evinden çıktı ve onu (bu sefer de bilmeden) bir fâhişenin eline tutuşturdu. Ertesi gün halk:

«–Olur şey değil! Bu gece bir fâhişeye sadaka verilmiş!» diye dedikoduya başladı. Adam:

«–Allâh’ım! Bir fâhişeye (de olsa) sadaka verdiğim için Sana hamd olsun. Ben mutlaka bir sadaka daha vereceğim.» dedi.

(O gece, yine) sadakasını alıp evinden çıktı ve onu (bu defa da bilmeden) bir zenginin eline koydu. Ertesi gün halk:

«–Bu ne iştir! Bu gece de bir zengine sadaka verilmiş!» diye (hayretle) söylenmeye başladı. Adam:

«–Allâh’ım! Hırsıza, fâhişeye ve zengine (de olsa) sadaka verdiğim için Sana hamd olsun.» dedi.

(Bu ihlâsı üzerine) uykusunda o adama:

«–Hırsıza verdiğin sadaka, belki onu yaptığı hırsızlıktan utandırıp vazgeçirecektir. Fâhişe belki yaptığından vazgeçip iffetli bir kadın olacaktır. Zengin de belki bundan ibret alıp Allâh’ın kendisine verdiği maldan muhtaçlara dağıtacaktır.» denildi.” (Buhârî, Zekât, 14; Müslim, Zekât, 78)

İşte hayırda hâlis niyetin ve Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat ve merhametin bir bereketi…

Yine Sâmi Efendimiz, babasından kalan büyük mirası almamış, kardeşlerine bırakmıştı. Hukuk tahsili yapmış olmalarına rağmen, bir kul hakkına girmek korku ve endişesiyle, bu meslekle iştigâl etmeyip, Tahtakale’de bir işyerinin muhâsebe defterini tutmayı tercih etmişlerdi. Kul hakkı mevzuunda son derece hassas davranırlardı. Meselâ, Muhterem Üstad, işe gitmek için vapurla Karaköy’e geçerdi. Bilet alırken insanları bekleterek kul hakkına girmemek için önceden bozuk para hazırlamaya çok dikkat ederdi.

Karaköy’den Tahtakale’ye kadar ise, dolmuşa binmek yerine, bu ihtiyacından ferâgat ederek yaya gider, o dolmuş parasını da infâk ederdi.

Büyüklerin kul hakkı hususundaki bu ince düşünüşleri, bizler için ne güzel bir numûnedir.

Hâlbuki bugün trafikte neler neler görüyoruz; herkesi haksız şekilde sollayıp öne geçmek maharet zannediliyor. O kadar insanın kul hakkına girildiği hiç düşünülmüyor.

Rahmetli pederim Mûsâ Efendi’nin de bilhassa infakta müstesnâ nezâket, zarâfet ve inceliği göze çarpardı. Zira âyet-i kerîmede:

“…Allah kullarının tevbesini kabûl eder ve sadakaları alır…” (et-Tevbe, 104) buyruluyor. Bu itibarla herhangi bir kişiye bir zekât, sadaka, hediye vs. verirken, onu nezâketin son haddinde takdim etmeye gayret gösterirlerdi. Zarfın üzerine de zarif bir ifadeyle; “Muhterem … Efendi, kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.” yazarlardı. Çünkü gaye, nazargâh-ı ilâhî olan bir gönle girebilmek, böylece Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına erebilmekti.

Aile içinde en büyük gayretleri, çocuklarına Allâh’ın Kelâmı’nı öğretmek, güzel bir Kur’ân tahsili verebilmek ve Allah Rasûlü’nü sevdirmekti.

Hizmetinde bulunanlara iltifat eder, “Hizmet eden, kavmin efendisidir.”[5] hadîsini hatırlatırlardı.

O zamanlar tavuk çiftlikleri yoktu. Tavuk, kırmızı etin üç misli fiyataydı. Tavuğun en lezzetli yeri but tarafıdır. Ya annem ya da babam çoğu zaman;

“‒Biz her zaman tavuğun budunu yiyebiliyoruz. Bugün de çalışanlara budunu bırakalım.” derlerdi. Kendileri için istediklerini, din kardeşleri için de isteyebilmek, diğergâmlık ve nezâket, fârik vasıflarıydı.

Rahmetli pederim, hizmet edenin, hizmet ettiği kimsenin daha da önüne geçebileceğini telkin ederlerdi. Çünkü kalpler Allâh’a açıktır. Onun için dâimâ hizmete teşvik ederlerdi. Kendileri, vefatlarına yakın bir zamanda bile;

“‒Keşke vücudumda biraz gücüm olsaydı, köy köy dolaşsaydım, bu takvâ yolunu tavsiye etseydim.” derlerdi.

Ümmet-i Muhammed’in derdiyle dertlenirlerdi. Meselâ bizler Azerbaycan’a gider, bir hafta-on gün kalıp dönerdik. Uçağımız gece geç vakitte bile inecek olsa, merakla beklerler, yanlarına varınca da “Ne havâdis var?” derlerdi. Yani müslümanların derdi, kendi dertleriydi.

Biz ticaretle meşgul olurken, bir kişi sık sık gelirdi dükkâna, yardım isterdi. Tezgâhtar da bir defasında;

“–Yâhu daha dün geldin, her zaman olmaz ki!” diye çıkıştı. Rahmetli pederim bunu içeriden duydu. Çağırdı tezgâhtarı;

“–Bak oğlum!” dedi, “Biz Allah’tan devamlı istiyoruz. Bak sabah kahvaltı ettik, öğleyin tekrar isteyeceğiz, akşamleyin tekrar isteyeceğiz. Bu ise senden iki-üç günde bir gelip istiyor…” dedi.

İsteyeni eli boş çevirmemek, vermemeye alışmamak için az da olsa bir şeyler vermek gerektiğini söylerlerdi. Nitekim âyet-i kerîmelerde Cenâb-ı Hak, Rasûl’ünün şahsında biz mü’minlere şöyle buyurmaktadır:

“El açıp isteyeni sakın azarlama!” (ed-Duhâ, 10)

“…Eğer (verecek bir şey bulamadığın için) onların yüzlerine bakamıyorsan, hiç olmazsa kendilerine «قَوْلًا مَيْسُورًا» gönül alıcı bir söz söyle.” (el-İsrâ, 28)

Yine Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh- bir söz verdiler mi, onu muhakkak tutarlardı. Meselâ marangoz Halil Efendi vardı. Bir gün Bandırma’ya gidiyorlardı, ben de şoförlük yapıyordum. Saat sekizde Üsküdar’da buluşacaktık. Mûsâ Efendi:

“‒Oğlum saat kaç?” dedi

“‒Sekiz.” dedim.

Şöyle bir durdu;

“‒Bir-iki dakika daha bekleyelim.” dedi. İki dakika daha durduk. Sonra;

“‒Devam et.” dedi. Kartal’a araba vapuru iskelesine gittik. Ondan sonra Halil Efendi koşa koşa, kan ter içinde geldi:

“‒Selâmün aleyküm.” dedi. Pederim çok kısık bir sesle:

“‒Ve aleyküm selâm.” dedi, fakat bir şey de sormadı.

Halil Efendi:

“‒Efendim, trafik vardı vs…” diyerek mâzeret beyan etmek isteyince pederim Mûsâ Efendi;

“‒Bak oğlum!” dedi, “Trafik varsa ona göre hesâb edecek, bir müddet erken çıkacaksın. Verdiğin sözde muhakkak duracaksın.” dedi.

Yine meselâ Cuma namazına giderlerken ben şoförlük yapıyordum. Yolda herhangi bir gecikme olursa diye evden erken çıkardık. Belki yarım saat evvelinden Erenköy’e varırdık. Fakat Erenköy’e geldiğimiz zaman, hemen Efendi Baba’nın kapısına gitmezdik. Rahmetli pederim, 100-150 metre kala, bir ara sokakta durdururdu arabayı, orada beklerdik. Tam beş dakika kalınca;

“‒Şimdi kapıya gidebiliriz.” derlerdi.

Efendi baba da tam bir saat ayarı gibi, gidilecek dakikada çıkardı. Beklememek ve bekletmemek, çok ehemmiyet verdikleri hassasiyetlerinden biriydi.

Tabi bunlar da örnek alınması gereken bir müslüman nezâketi, zarâfeti, inceliği…

Yine Mûsâ Efendimiz’in hayatında müthiş bir tertip ve düzen vardı. Bu her hâline sirâyet etmişti. Namaz kılmak üzere serilmiş olan bir seccadenin püskülleri bile karışmış olsa, bu onun zarif gönlünü rahatsız eder, o püskülleri düzeltmeden namaza durmazlardı.

Bütün bunlar da esasen hep Fahr-i Kâinât Efendimiz’in nezâket ve zarâfetinin o Hak dostlarındaki birer tezâhürüydü. Nitekim şu hâdise, Peygamber Efendimiz’in de dağınıklık ve pejmürdelikten rahatsız olup derli toplu olmayı arzulamasına tipik bir misâldir:

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün mescitte iken içeriye saçı-sakalı dağınık bir adam girer. Rasûlullah Efendimiz eliyle ona çıkmasını işaret eder. Sanki saçını ve sakalını düzeltmesini kastetmiştir. Adam saçını-sakalını düzelttikten sonra gelince Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“–Herhangi birinizin şeytan gibi saçı-başı dağınık bir hâlde gelmesinden, böyle (derli toplu) gelmesi daha iyi değil mi?” buyurur. (Muvatta, Şaar, 7)

Velhâsıl Sâmi Efendi ve Mûsâ Efendi’ler, tıpkı diğer Hak dostları gibi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in örnek ahlâkından hisseler taşıyan, nebevî güzellikleri fiilen yaşamak sûretiyle temsil ve tebliğ ederek yolumuzu aydınlatan yıldız şahsiyetlerdi. Allah onlardan râzı olsun…

 

Altınoluk: Son olarak bir de meselenin menfî tarafına işaret etsek… Gerek Kur’ân’da gerekse Rasûlullah Efendimiz’in ifâdelerinde; “Şunlar gibi olmayın” tarzında ikazlar da var.  Bugün için uyarsak, bir müslümana “Şunlar kişiliğinizde görülmemeli” diyebileceğimiz hususlar neler olabilir?

Osman Nûri Topbaş: Bir müslümanın kişiliğinde, zâhirî günahlar gibi bâtınî günahlar da olmamalı. Müslümanlar olarak zâhirî haramlardan umûmiyetle uzak dururuz. Çünkü bunlar dışa yansıyan, başkaları tarafından da fark edilebilen kusurlardır. Bunları hiçbir müslüman kendine yakıştıramaz. Lâkin bâtınî haramlar için aynı şeyi söylemek, pek mümkün değildir. Zira bunların dışa akseden bir tarafı yoktur. Bu yüzden de daha çok irtikâb edilirler.

Hâlbuki pek çok bâtınî haramın, Allah indinde nice zâhirî haramdan daha ağır cürümler olduğu bildirilmektedir. Meselâ bir müslüman kolay kolay domuz eti yiyemez. Bunu son derece ağır bir günah olarak telâkkî eder. Hâlbuki bunu yapmaktan sakınan bir müslüman, bir din kardeşinin ayıbını gıyâbında konuşmanın, yani gıybetin, onun ölü cesedini yemek kadar ağır bir günah olduğunu bildiği hâlde, bunu yapmaktan daha az sakınır.

Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak:

“Günahın açığını da gizlisini de bırakın!..” (el-En’âm, 120)

“…Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın!..” (el-En’âm, 151) buyurmaktadır.

Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri insanın bâtınî günahlara karşı umûmî gafletine dikkat çekerek şöyle buyuruyor:

“Tandırdan elbisene bir kıvılcım sıçrasa, hemen onu söndürmeye koşuyorsun! Peki dînini yakacak olan bir ateşin, meselâ kibir, haset ve riyâ gibi kötü sıfatların kalbinde durmasına nasıl müsâade edebiliyorsun?!”[6]

Dedikodu ve gıybet; kibir ve enâniyetten doğan, başkalarını küçük görerek kendini yüceltme çabasıdır. “O bunları yapıyor da ben yapmıyorum.” demektir.

Gıybet, helâlleşilmediği takdirde bedeli kıyamette ödenecek bir kul hakkıdır. Hadîs-i şerîflerde bildirildiği üzere Ramazân-ı Şerîf’i ihyâ edenin bütün günahları bağışlanır, fakat kul hakkı hâriçtir. Şehidin bile günahları bağışlanır, fakat kul hakkı bâkîdir.[7] Kıyamet günü ödeşilecektir. O gün, varsa sevabından dedikodusunu ettiği kişiye verecek; sevabı yoksa o gıybet ettiği kişinin günahlarından kendisine yüklenecektir.

Bunun içindir ki hadîs-i şerîfte, helâlleşmeye teşvik edilerek şöyle buyrulmaktadır:

“Ey insanlar! Kimin üzerinde bir (kul) hak(kı) varsa onu hemen ödesin, dünyada rezil rüsvâ olurum diye düşünmesin! İyi biliniz ki dünya rüsvâlığı, âhirettekinin yanında pek hafif kalır.” (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319)

Diğer bir husus:

Bir müslüman aslâ kibirli olmamalı. İbâdullâhı istihkār, yani Allâh’ın kullarını hakir görmek, insanın âhiretini mahveden, büyük bir günahtır. Nitekim, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Birinin, din kardeşini hor ve hakir görmesi, ona günah olarak yeter.” buyurmuşlardır. (Müslim, Birr, 32)

Meselâ bir işveren, kimi zaman işçisini azarlar. İşçisi haklı bile olsa cevap veremez. Çünkü cevap verse kendini kapıda bulacağını bilir. Bir mü’min dâimâ düşünecek ki, güçlü olmak veya üst mevkide bulunuyor olmak, kendini alt mevkideki din kardeşinden üstün görme hakkını vermez. Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere:

“…Muhakkak ki Allah katında sizin en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır…” (el-Hucurât, 13)

Bir müstahdeme; “‒Çabuk bana bir su getir!” demek var, bir de “‒Zahmet olmazsa bana bir bardak su getirir misin?” demek var. İkisinde de su istiyorsun. Fakat birinde kabalık var, diğerinde ise nezâket var. Nitekim o su, getiren kişinin hâlet-i rûhiyesine göre, içene tesir eder. Birinin getirdiği fayda vermez, diğerininki şifâ olur.

Bu itibarla kendimizi dâimâ muhâtabımızın yerine koyacağız. Biz onun yerinde olsak kendimize nasıl davranılmasını istersek, biz de ona öyle davranacağız. Bize değer verilmesini istiyorsak, biz de değer vereceğiz. Bugün maalesef pek çok varlıklı insan bunu düşünemiyor.

Diğer bir mühim felâket; gösteriş merakı ve israf… Havuzlu evler, lüks arabalar, marka giyinme takıntısı vs… Hâlbuki israf, haramdır. Âyet-i kerîmede:

“Saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridirler. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.” (el-İsrâ, 27) buyrulmaktadır.

İsraf, güç göstererek aşağılık duygusunu bastırma çabasıdır. Malı-mülküyle, giyim-kuşamıyla kendini değerli kabul ettirmeye çalışmaktır. Hâlbuki insanı değerli kılan, şahsiyet ve karakteridir. İsraf ve güç gösterisiyle kendini kabul ettirmeye çalışanlar, öldükleri zaman kabirlerinde yapayalnız kalıverirler. Onu şahsiyeti için değil de, gücü, makamı, mevkii, îtibarı için sevenler, o bunları kaybettiğinde, ortalıktan kaybolurlar. Yani israf ve güç gösterisinde bulunarak dost edinenler, âhiretten önce günahlarının cezasıyla karşılaşmaya başlarlar.

Yahya bin Muaz -rahmetullâhi aleyh- dünyaya aşırı düşkün bir İslâm hukukçusunu görünce ona şu îkazlarda bulunmuştur:

“Ey ilim sahibi kişi!

– Köşkleriniz, Bizans imparatorlarının köşklerine,

– Evleriniz, İran hükümdarlarının evlerine,

– Yaşadığınız meskenler, Kârun’un yaşadığı meskenlere,

– Kapılarınız, Tâlût’un kapısına,

– Kıyafetleriniz, Câlût’un süslü kıyafetine,

– Hayat tarzınız, şeytanın hayat tarzına,

– Yok oluşunuz, inkârcıların yok oluşuna,

– Yönetiminiz, Firavun’un yönetimine,

– Hâkimleriniz, aceleci ve rüşvetçi hâkimlere,

– Ölümünüz câhiliye ölümüne benziyor.

Peki Muhammedîlik bunun neresinde?!

Cimrilik, pintilik, sırf kendine biriktirmek de müslümanın ahlâkı olamaz. Büyük bir müslüman kesimin açlık, hastalık ve ihtiyaç içinde inlediği günümüz dünyasında, sırf kendi saâdetini düşünerek imkânlarını paylaşmamak, bir noktada paranın putperesti olmaktır. Vicdanların kurumasının bir göstergesidir.

Edepsizlik, hayâsızlık da bir müslümana aslâ yakışmaz. Edep ve hayâ, Cenâb-ı Hakk’ın insana verdiği hususiyettir. Diğer mahlûkatta böyle bir hususiyet yoktur. Zaten onlar için sorgu-sual de mevzubahis değildir. Mü’minin gözünde, kulağında, konuşmasında, oturup kalkmasında, giyim-kuşamında, velhâsıl her şeyinde edep ve hayâ olmalıdır.

Velhâsıl bu mevzuda söylenecek çok söz var. Lâkin hulâsa ederek ifade edecek olursak:

Bir müslümanın şahsiyetinde İslâm ahlâkıyla bağdaşmayan hiçbir davranışa yer yoktur. Bilhassa yalan, haset, din kardeşlerine karşı buğz ve husûmet, tecessüs (kusur araştırma), zulüm, insafsızlık, vicdansızlık, merhametsizlik, bencillik, riyakârlık, aç gözlülük ve benzeri çirkin hâller asla bulunmamalıdır.

Mü’min; elinden, dilinden, hâlinden, kālinden insanların emîn ve müstefîd olduğu bir “rahmet insanı” olmalıdır. Aksi takdirde, yanlış hâl ve davranışlarının sadece kendisine değil, mensubu olduğu İslâm’ın insanlık nezdindeki îtibârına da halel getireceğini, bununsa ağır bir âhiret vebâli olacağını aslâ unutmamalıdır.

Rabbimiz; âlemlere rahmet olarak gönderdiği Peygamber Efendimiz’e lâyık bir “rahmet insanı” ve “hayırlı ümmet” olabilmeyi, İslâm’ı yaşayışımızla temsil ve tebliğ edebilmeyi cümlemize nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Hatîb el-Bağdâdî, Târih, IX, 188; Zehebî, Siyer, XII, 185-186.

[2] Buhârî, Rikāk, 1.

[3] Bkz. Sâmiha Ayverdi, Türk Tarihinde OSMANLI ASIRLARI, İstanbul 1999, s. 227-228.

[4] Hâkim, IV, 185/7310.

[5] Deylemî, el-Firdevs bi-Me’sûri’l-Hitâb, Beyrut 1986, II, 324.

[6] Harakānî, Nûru’l-Ulûm, s. 239.

[7] Bkz. Müslim, İmâre, 119.