Mûsâ Aleyhisselâm ve Hızır Aleyhisselâm Kıssası

Mûsâ Aleyhisselâm ve Hızır Aleyhisselâm Kıssası

Firavun’un kahrolmasından sonra Kızıldeniz’de, halk toplandı. Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- da onlara fasih ve beliğ öğütler vermeye başladı. Burası da çok mühim. Bir kişi kalktı dedi ki:

“–Mûsâ dedi, en âlim sen misin dedi, senden büyük âlim var mı dünyada?” dedi.

Mûsâ -aleyhisselâm- da ya sükût etti, yani zımnen “ben” der gibi oldu. Veyahut da Mûsâ -aleyhisselâm- da “benim” dedi.

Bunun üzerine Mûsâ -aleyhisselâm-’a bir sefer başlatıyor Cenâb-ı Hak. Ve burada Mûsâ -aleyhisselâm- “ben” demesi dolayısıyla veyahut da sükût etmekle zımnen “ben” demesi dolayısıyla bir Mûsâ -aleyhisselâm-’a Cenâb-ı Hak acziyetini hatırlatacaktı. Kendinden daha aşağı bir kişi, Mûsâ -aleyhisselâm-’a ders verecekti.

Mûsâ -aleyhisselâm- bir şerîat vaz etti, tam bir şerîat. Toplumda her bakımdan bir düzen/intizam meydana geldi. Fakat şimdi Cenâb-ı Hak onu bir yolculuğa çıkarıyor, o yolculukta Mûsâ -aleyhisselâm- aczini görecek.

Kendisine işaret edilen zât, Hızır -aleyhisselâm-. Hazret-i Mûsâ:

“–O zâtı ben bulabilir miyim yâ Rabbi?” dedi.

Cenâb-ı Hak da:

“–Bir zenbile ölü bir balık koy dedi. Bu balık dedi, denize atladığı yerde sen o kişiyi bulursun.” dedi.

Mûsâ -aleyhisselâm- kız kardeşini oğlu Yûşâ bin Nûn ile Hızır’ı bulmak için derhâl sefere çıktı. Bu Yûşâ, -Allâhu a‘lem- bu, Beykoz’daki yatan zât.

Âyet-i kerîmede buyruluyor:

“Bir vakit Mûsâ, genç adamına demişti ki:

«–Durup dinlenmeyeceğim; tâ iki denizin birleştiği yere kadar varacağım, yahut senelerce yürüyeceğim.»” (el-Kehf, 60)

Mevlânâ da diyor ki:

“Ey diyor, kerîm olan kimse diyor. Bu mânevî iştiyâkı sen, «Kelîmullah» olan Hazret-i Mûsâ’da gör diyor. Bak kelîm olan Mûsâ diyor ki:

«–Bunca makâma sahip olduğum hâlde kendimde varlık hissetmiyorum. Daha öteler için rûhuma ışık tutacak Hızır’ı arıyorum.»

Mûsâ -aleyhisselâm- Hızır’ı aramaya karar verdiği zaman kavmi dedi ki:

«–Yâ Mûsâ dedi, sen kavmini bırakmışsın, senden daha aşağı merhalede bulunan bir zâtın peşine düşüyorsun dedi.

Hâlbuki sen, «havf» ve «recâ»dan kurtulmuş bir peygambersin. Daha ne dolaşacak, ne zaman ve kimi arayacaksın dediler.

Aradığın sende dediler… Bunu sen de bilirsin. Ey semâ kadar yüksek peygamber! Zeminde daha ne kadar dolaşacaksın?»

Mûsâ -aleyhisselâm- kavmine dedi ki:

«–Ne olur, Güneş ile Ay’ın yolunu kesmeyin! Ben peygamberlik hilâliyim, Hızır ise velîlik güneşidir. Yani benden üstün peygamberler var. Hızır ise, velîlerin en üst makâmındadır.»

Mûsâ -aleyhisselâm- devamla:

«–Ben zamanın sultânı bir velî ile sohbet için iki denizin birleştiği yere gidiyorum.

Hakîkat ve mârifete ulaşmak için Hızır’ı vesîle kılacağım. Bunun için de uzun müddet sefer edeceğim. Tâ ki; ona kavuşacağım.

Hikmet ve azim kanatları ile yıllarca uçacağım. Yıllar da ne demek, binlerce yıl gitsem, yine onu arayıp bulacağım. Bu yolculuk, o cevheri bulmaya değmez mi?» dedi.”

Velhâsıl mânevî yolda ilerlemek isteyen kimse de, azimli olmalı, takvâ sahibi olmalı; Allah ona bilmediğini öğretsin.

Velhâsıl Mûsâ -aleyhisselâm- Yûşâ bin Nûn ile yola çıktılar. Tabi burada şu ibretli hâdise var. Demek ki teklik Cenâb-ı Hakk’a ait. Efendimiz hicrette de Ebû Bekir Efendimiz’le beraber çıkıyor. Burada da Yûşâ bin Nûn ile Mûsâ -aleyhisselâm- yolculuğa çıkıyor.

En nihayet… Yolculuğa çıktılar, epey gittiler. En nihâyet bir yerde yoruldular, uyudular.

Mûsâ -aleyhisselâm- dedi ki:

“–Yûşâ dedi, kalk dedi, daha çok yolumuz var!..” dedi.

Kalktılar, beraber yine devam ettiler. Yine bir müddet sonra:

“–Yûşâ dedi, şu rızık, aç dedi sepeti, acıktık dedi, yiyelim dedi. Epeyce yorulduk.” dedi. (Bkz. el-Kehf, 62)

Mûsâ -aleyhisselâm- Tûr Dağı’nda hiç ara vermeden savm-ı visâl olarak otuz gün oruç tuttu. Ne acıktı, ne de susadı! Fakat Hızır’la buluşmak üzere sefer etmesi emredildiğinde, henüz yarım gün geçmeden sabrı kesildi ve acıktı ve arkadaşına:

“–Yiyeceğimizi getir, yiyelim!” dedi.

Yani mahlûkun yolundaki seferde yarım günde acıktı. Fakat Tûr’da bulunması, Allah Teâlâ ile sohbet mâhiyetinde olduğundan, bulunduğu yerin heybeti, ona yemeyi ve içmeyi unutturdu. Kendisini Allah’tan başka her şeyden alıkoydu.

Yûşâ bin Nûn, birden hatırladı:

“–Evet dedi, balığın denize atladığı yerde o erzaklarımızı unuttuk!” dedi.

(Genç adam:)

«–Gördün mü! Kayaya sığındığımız sırada balığı unuttum. Onu hatırlamamı, bana şeytandan başkası unutturmadı. O, şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitti (o balık).» dedi.

Mûsâ:

«İşte (dedi) aradığımız bizim mekân o (balığın gittiği) mekândı.» dedi.

Hemen izlerinden geriye döndüler. Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet vermiş, yine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” (el-Kehf, 63-65)

Yani o, Hızır’dı.

Tasavvuftaki bu, “Ledünnî İlim”, ismini bu âyetten almıştır.

Tasavvuf bilgisi, bir kısım ehil zevâta mahsustur. Onun özü zühddür, takvâdır, ihsan duygusuna vâsıl olabilmektir. Yani bu ilim, kalbî hayatla ilgilidir.

Bu ledünnî ilim, tasavvuf içinde mânevî eğitim sonucu Cenâb-ı Hakk’ın vergisi / vehbî bir ilimdir. Zâhirî bilgi ile bu ledünnî ilmi elde etmek mümkün değildir. Bu, kalbin gücünün neticesindedir. Cenâb-ı Hak bu ilmi dilediğine ihsan eder.

Hızır için, Cenâb-ı Hak:

“…Biz ona ilim öğrettik!” (el-Kehf, 65) buyuruyor. Yani vehbî ilim. Okumakla öğrenilecek bir ilim değil bu vehbî ilim.

Yine Bakara Sûresi’nde Cenâb-ı Hak:

“…Allah’tan ittikā edin, Allah size öğretir…” (el-Bakara, 282) buyuruyor.

Demek ki bu takvâ sahiplerine Cenâb-ı Hak bu ledünnî ilminden Cenâb-ı Hak dilediği zaman bir hisse ihsan ediyor.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’tan şöyle bir rivâyet vardır:

“Kalp ilmi, Allah’ın esrârından bir sır ve hikmetlerinden birtakım hikmetlerdir ki, o ilmi, kullarından dilediklerinin kalbine verir.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, 52)

Velhâsıl geriye döndüler. Bu, kayanın üzerine oturmuş, yeşil bir cübbe içinde bir zât gördüler. Mûsâ -aleyhisselâm- yanına gitti:

“–Ben Mûsâ’yım!” dedi. Hızır -aleyhisselâm-:

“–Benî İsrâil kavminin peygamberi olan Mûsâ sensin demek!” dedi.

“–Evet benim dedi. Ben dedi, Allâh’ın sana bildirdiği ilimden bir ilim almaya geldim.” dedi. (Bkz. el-Kehf, 66)

O da cevaben dedi ki:

“–Mûsâ dedi, sen bu ilmi almaya sabredemezsin.” dedi. (Bkz. el-Kehf, 67)

Çünkü büyük bir zâhirî olarak bir sistem kurmuştu Mûsâ -aleyhisselâm-. Bu tamamen başka bir ilimdi.

“–Sen dedi, sabredemezsin.” dedi.

“–Sabrederim.” dedi.

“–Peki sen, iç yüzünü bilmediğin bir bilgiye sen nasıl sahip olacaksın dedi. İşin iç yüzünü bilmiyorsun.” dedi. (Bkz. el-Kehf, 68)

Hızır, bu sözleriyle Hazret-i Mûsâ’nın psikolojik durumu hakkında bir keşif yapıyor, ona bir bakıma kendini anlatmış oluyor. Yani hâl lisânı ile Hızır diyor ki:

“–Benimle beraberliğe sabretmek, senin elinden gelmez. Sen bu hususta mâzursun diyor. Çünkü bu ilmin kemâli, henüz sana verilmemiştir.” diyor.

Hazret-i Mûsâ’nın alacağı hisse, kendi yerini bilmek ve bir sabır dersi almaktı.

Mûsâ -aleyhisselâm-:

“«–İnşâallah, beni sabredenlerden bulacaksın dedi. Senin emrine aslâ karşı gelmem!» dedi.” (el-Kehf, 69)

Hızır da cevaben o zaman:

“«–Eğer bana tâbî olursan, sana o konuda bilgi verinceye kadar hiçbir şey hakkında bana bir şey sormayacaksın!» dedi.” (el-Kehf, 70)

Yani tartışma şöyle dursun; sorup anlamak bile yok burada. Tâbî olacaksın!

Ve meşhur yolculuğa çıktılar. Kur’ân-ı Kerîm bu yolculuğu ibretli olarak şöyle anlatıyor:

Ve yürüdüler. Nihayet gemiye bindikleri zaman, baştan o gemi sahipleri, baktı iki tane sâlih kişi, onlardan ücret almadı, bir bereket olsun diye, bir rahmet olsun diye. O iki kişiden, yani Hızır ve Mûsâ -aleyhisselâm-’dan ücret almadı gemi sahipleri. O sırada gemi de sahilden ayrıldı. Hızır, geminin altına indi. Geminin dibini delmeye başladı. Mûsâ -aleyhisselâm- şaşırdı. Cenâb-ı Hak işaret etti Hızır’a. Fakat Hızır’ın yaptığı iş, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın kurduğu şerîate göre zıt bir hâldi bu. Geminin dibini delmeye başladı.

Mûsâ -aleyhisselâm- dedi ki:

“–Sen bu geminin içindeki halkı boğmak mı istiyorsun dedi. Gerçekten sen dedi, çok kötü bir iş yapıyorsun!” dedi.

Hızır da dedi ki:

“–Ben sana, benimle beraberliğe sabredemezsin, demedim mi?” dedi.

Mûsâ -aleyhisselâm- cevaben dedi ki:

“–Unuttuğum şeyden dolayı beni muâheze etme; işimde bana güçlük çıkarma!» dedi.” (Bkz. el-Kehf, 71-73)

“Böylece Hazret-i Mûsâ’dan ilk unutma vâkî oldu.

Bu sırada bir serçe kuşu geldi. Geminin kenarına kondu. Ardından su içmek için denize daldı. Gagasına bir damla su aldı. Bunun üzerine Hızır, Mûsâ -aleyhisselâm-’a dedi ki:

«–Allâh’ın ilmi yanında senin, benim ve bütün mahlûkâtın ilmi, (Mûsâ, senin ilmin dedi, yani sen en çok âlim sen misin deyince, evet dedi ya Mûsâ -aleyhisselâm- burada bak dedi Hızır, Mûsâ dedi) şu kuşun gagasındaki (bir damla su, senin ilmin dedi, artı benim ilmim dedi, artı ne kadar mahlûkat varsa, melek, cin vs. bilip bilmediğimiz mahlûkat, hepsinin ilminin toplamı, şu kuşun gagasındaki bir damla) su kadardır.» dedi.” (Bkz. Buhârî, Tefsîr, 18/2-4)

“–Allâh’ın ilmi ise bu deryadır dedi. Şimdi sen, şu deryaya bak, kendi ilmini ölç!” dedi.

O öyle kaldı, gemiyi deldi. En nihâyet oradan gemiden indiler. Beraber yürümeye başladılar.

Nihayet bir erkek çocuğa rastladılar. Hızır hemen onun başını vurdu, öldürdü. Mûsâ -aleyhisselâm- yine şaşırdı:

“–Sen dedi, bu temiz kandan ne istedin dedi. Niye ona kıydın dedi. Sen çok fenâ bir şey yaptın dedi. Ancak bunu bir mukâbil olarak, bir kısas olarak öldürmek lâzımdı dedi. Sen ise bunu yapmadın dedi. Günahı yokken bu çocuğu öldürdün.” dedi.

Yine Hızır dedi ki:

“–Sabredemezsin demedim mi ben sana?” dedi.

Mûsâ -aleyhisselâm- dedi ki o zaman:

“–Bundan sonra sana bir şey sorarsam dedi, sana arkadaşlık etmem dedi. Fakat dedi sana söz veriyorum, bundan sonra hiçbir şey sormayacağım.” dedi. (Bkz. el-Kehf, 74-76)

Yine yürüdüler. Nihayet bir köye girdiler. İkisi de acıkmışlardı. Bir köy halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındı. Hattâ sert davrandı onlara, kovar gibi.

Orada yıkılmak üzere bulunan bir duvarla karşılaştılar. Hızır orada durdu, hemen o duvarı yeniden düzeltti.

Mûsâ -aleyhisselâm- dedi ki:

“–Sen bunu bir ücret karşılığı yapman lâzım dedi. Buradan yani biz buradan hem kovulduk, hem de bu köyün duvarını yapıyorsun.” dedi.

Hızır dedi ki:

“–İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır dedi. Artık ayrılma zamanımız geldi dedi. Şimdi ben, sabredemediğin üç şeyin iç yüzünü haber vereceğim!” dedi. (Bkz. el-Kehf, 77-78)

Hattâ orada, hadîs-i şerîfte:

“…Eğer Mûsâ sabretseydi, ona Hızır daha çok acâyip, garâip şeyler söyleyecekti ve gösterecekti…” (Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 27; Ahmed bin Hanbel, V, 118)

Fakat Mûsâ üç hâdisede tahammül edemedi. Tahammül edemeyince orada yolculukları bitti. Ondan sonra Hızır -aleyhisselâm- açıklamaya başladı:

“–Gemi var ya dedi, o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu ben kusurlu hâle getirdim, sağlamlığını kaybetmek için. Zira zâlim bir kral vardı. O, sağlam gemileri gasp ediyordu. Ben orada ufak bir delik açmakla, bu şekilde onun bir gasp edilmekten gemiyi kurtardım.

Bu fakirler de bu gemiyi, orayı tamir edecekler, yine hayatlarını devam ettirecekler. Ben bu geminin dibini delmekle az bir şey, bunları ben korudum, muhafaza ettim, geminin gasp olmasından korudum.”

Tabi bunlar ibret. Demek ki burada da bazı şeyler vardır ki bu bizim için hayırdır, biz şer görürüz.

Yine ehl-i tasavvuf der ki, bu âyet-i kerîmeden:

“Bir insan kendisini kusurlu olarak daima görecek. Eğer kusursuz görürse, o zaman gururdan, kibirden bir hisse gelir kendisine. Daimâ bir acziyet içinde telâkkî edecek; «Aman yâ Rabbi!» diyecek.”

“–İkincisine gelince:

O çocuğu ben öldürdüm. Sen de hayret ettin. «Bu çocuğu niye öldürdün dedin. Ne istedin bundan dedin. Bu temiz kandan ne istedin?»

Bu çocuğun sâlih ve sâliha anne-babası vardı. Kendisi de zâlim olacaktı. Ben bunu almak sûretiyle üçünü de kurtarmış oldum. Anne-baba ve üçü yine Cennet’te -inşâallah- buluşacaklar. Ve bunları, böyle bir kötü bir âkıbetten, babalarının-annelerinin sâlih olması sebebiyle korudum.” (Bkz. el-Kehf, 79-81)

Tabi bu her çocukta böyle mi? Yani şimdi bakıyoruz; çok ufak yaşta ölen evlâtlar var, orta yaşta ölenler var, ihtiyar ölenler var. Fakat bu, kaderin sırrıdır bu, Cenâb-ı Hak onu gizliyor.

Yani burada çocukların hangi sebepten öldüğü… Biz, dünyevî… Mikrop kaptı diyoruz, şöyle oldu, böyle düştü diyoruz, beyni kanadı diyoruz vs. diyoruz. Fakat bunun sırrî tarafını bilmiyoruz. Sırrî tarafı kader-i ilâhî.

Anne-babanın tahammülü nasıl olacak? Anne-baba isyan mı edecek? “Yâ Rabbi! Sen verdin, Sen aldın!” mı diyecek.

Velhâsıl bunun hangi sebepten ufak yavruların vefat ettiğini bilmiyoruz. Gaybı bilen, yalnız Cenâb-ı Hak. Onun için, kuldan istenen, tevekkül ve teslîmiyettir.

Cenâb-ı Hak Enfâl Sûresi’nde, o sâlih kimselerin hâlini bildiriyor:

“…Onlar, «وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ» kalpleri titrer (buyuruyor) Allah anıldığı zaman…” (el-Enfâl, 2)

Demek ki o kadar mü’min havf ve recâ arasında olacak.

İkincisi:

“…Allâh’ın âyetleri okunduğu zaman îmanları artar…” (el-Enfâl, 2)

Üçüncüsü:

“…(Değişen şartlar altında bir) teslimiyet hâlinde olurlar.” (Bkz. el-Enfâl, 2)

Demek ki burada da bir anne-babanın bir teslîmiyeti. Yani takdîre rızâ… Hiçbir şey hikmetsiz değil kâinatta. Olan her vâkıanın karşısında insanın kendi kendini muhasebe etmesi.

Cenâb-ı Hak kullarına meselâ bir mal verir, zenginlik verir, kul daima düşünecek:

“Cenâb-ı Hak bana bu malı niye verdi? Benim bu işte vazifem nedir?..”

Vermedi Cenâb-ı Hak:

“Demek ki vermemesi hayırdır. Çünkü belki verse, ben Kârun gibi olacaktım.”

En mühim, takdîre rızâ ve Cenâb-ı Hakk’a teslîmiyet.

Hızır’ın duvarı yapmasına gelince:

Şehirde iki tane yetim çocuk var idi. Babaları genç yaşta vefat etti. Onlara bir hazine, toprağın altına koydu. “Bunlar dedi, yarın büyür dedi, bir duvar yaptı, bu duvar yıkılır dedi, altından dedi, altınları alır dedi. Hayatlarını devam ettirirler.” dedi.

Tabi Hızır gördü ki duvar yıkılmış durumda. Hazine ortaya çıkacak. Bu köy halkı da gelip onları gasp edecek.

“–Burada dedi, ben dedi, Mûsâ dedi, bu iki mâsumun hakkını korudum.” dedi. (Bkz. el-Kehf, 82)

Tabi hikmetle baktığımız zaman burada da demek ki bu babanın ne kadar helâlmiş ki kazancı, Cenâb-ı Hak onun bıraktığı hazineyi korumuş oluyor.

Ebû Zer -radıyallâhu anh- bu duvar altındaki hazineyle alâkalı, Rasûlullah Efendimiz’in şöyle buyurduğunu rivâyet ediyor:

“Allah Teâlâ’nın kitabında zikrettiği «kenz: yani hazine» altından yapılmış düz, pürüzsüz bir levhaydı. Orada şunlar yazılıydı:

«Kadere inandığı hâlde üzüntü ve bitkinlik içinde olana şaşarım.

(Diğer bir yazı; Allah) Cehennem’i hatırlattığı hâlde gülen kişiye, niçin güldüğüne şaşarım.

(Üçüncüsü;) ölümü andığı hâlde gaflete düşene şaşarım.

Lâ ilâhe illâllâh, Muhammedün Rasûlullah.»” (Bkz. İbn-i Kesîr, Kısasu’l-Enbiyâ, s. 424)

Velhâsıl bu, İbn-i Kesîr’de böyle bir rivâyet var.

Bu, ülü’l-azm bir peygamberi, yani Mûsâ -aleyhisselâm-’ı Hızır’a göndermesi de dehşetli bir hâdisedir, câlib-i dikkattir. Demek ki Mûsâ -aleyhisselâm-’ı, kendinden aşağı seviyede bulunan bir zâta gönderiyor ki Mûsâ -aleyhisselâm- orada acziyetini hatırlasın.

Yani Hazret-i Mûsâ’nın her şeyi bilen bir peygamber olmadığını anlatmış oluyor. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın bildirdiği kadar biliyor. Yine Allâh’ın ilminden kendisine verilmeyen daha nice çok ilimler var.

Burada bir Mûsâ’nın ilmini görüyoruz; şerîat ikāme etti. Hızır’ın ilmini görüyoruz. Birtakım işin hikmetleri tarafından… Tabi bunun dışında da daha Cenâb-ı Hakk’ın bildirmediği ne kadar çok ilimler var.

Rasûlullah Efendimiz:

“…Benim bildiğimi bilseydiniz, (yemezdiniz, içmezdiniz) sahrâlara düşerdiniz…” buyuruyor. (Bkz. İbn-i Mâce, Zühd, 19; bkz. Müslim, Fezâil, 134)

Sebepler ve bahâneler kaldırılınca, akıl, bir acziyet içinde kalıyor ve hikmeti kavrayamıyor.

Öte yandan, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- şerîat sahibi bir peygamberdir, onu tatbik ile mükelleftir. Hızır da, Allâh’ın kendisine vermiş olduğu ledünnî ilimle hareket etmektedir.

Mûsâ’nın -aleyhisselâm- Hızır’a olan karşı çıkması, şer’î hudutları gözetme hassâsiyetinden kaynaklanmaktadır. (Dibini deldi, çocuğu öldürdü, duvarı yaptı…) Zira Mûsâ -aleyhisselâm- zâhirle mükellefti. Yani hâdiselerin zâhirine göre muhâkeme ediyordu.

Hızır ise, ledünnî ilme sahipti. İstikbâle vâkıf olduğu için Mûsâ’ya kader tecellîsini seyrettiriyordu. Yani burada Hızır, bir ledünnî ilme sahipti. İstikbâle vâkıf olduğu için Mûsâ -aleyhisselâm-’a bir kader tecellîsini seyrettiriyordu.

Dolayısıyla; Hızır’ın davranışlarıyla, ona îtirâz eden Mûsâ -aleyhisselâm-’ın davranışları, ilm-i ilâhîde herhangi bir tenâkuz arz etmemektedir. Hızır, sadece aklın muhâkeme şartlarını aşan bir ilmin îcaplarına göre hareket ediyordu.

Yani bu hâdiseler gösteriyor ki, kâinatta aklın hudutları dâhilinde kavranamayacak hakîkatler de, daha birçok hakikatler vardır ki bunları aklın muhtevâsı içinde kavramak mümkün değildir.

Cenâb-ı Hak niye aklı verdi? Şerîatin içinde aklı kullanmak için verdi. Fakat feylesofların yaptığı gibi aklı ilâhî vahyin dışına çıkarıldığı zaman, akıl kendisini idlâl ediyor, toplumu da idlâl ediyor.

Hızır kıssasındaki hâdiseler, akılla tahlil edilirse, yani akla istinâd ile bir tahlil yapılırsa;

–Geminin delinmesi, zâhiren sahiplerine karşı haksızlık ve zulümdür. Hakîkatte ise fukarânın geçim vâsıtası olan geminin zâlimler tarafından gasbından korumaktır.

–Zâhiren, gencin öldürülmesi, bir cinâyettir; hakîkatte ise, sâlih ve sâliha olan ebeveynin, hattâ öldürülen gencin âhiret hayatının korunmasıdır.

–Yine, kovuldukları bu köydeki yıkılmak üzere duvarın tâmir edilmesi, zâhiren mantığa terstir; hakîkatte ise, iki mazlum yetimin olan emânetin muhafazasıdır.

İşte bu hâllerin sırları, ancak ledünnî, kalbî bir ilimle ortaya çıkmakta. Bu sebeple kaderin sırrı, sırf akılla idrâk edilemez. Çünkü kaderi tam olarak kavramak, beşer idrâkinin üzerinde bir keyfiyettir.