Ebedî Fecre
Yıl: 2014 Ay: Aralık Sayı: 118
İLÂHÎ TÂLİM ve TERBİYE
Cenâb-ı Hak; insandan cennete lâyık bir kıvamda edep, tâlim ve terbiye istemekte. Gönderilen peygamberlerin ve kitapların hikmeti bu…
Bilhassa Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; sadece kavmine değil, bütün dünyaya, sadece zamanına değil, risâlet asrından itibaren kıyâmete dek bütün insanlığa hidâyet rehberi…
Cenâb-ı Rabbü’l-Âlemîn, Rasûlullah Efendimiz’i bizzat terbiye etti. Ümmetinin terbiyesini de O mükemmel rehber ve mürebbîye tevdî etti.
O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; 23 senelik risâlet hayatında, tâlim ve terbiyenin, fert ve toplum ıslahının en güzel misâlini vermiş, taassub ve cehâlet karanlığındaki câhiliyye insanından ashâb-ı kirâmı yetiştirmiştir. Cinayetleriyle iftihâr eden bir toplumdan; rakîk, hassas ruhlu fertlerden müteşekkil bir fazîletler medeniyeti inşâ etmiştir.
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; Hakk’a irtihâl ederken, ardında O’nun mukaddes emânetini yüklenen, tevhid sancağını hakkıyla taşıyan, müstesnâ şahsiyetler bırakmıştır. Başta hulefâ-i râşidîn ve aşere-i mübeşşere olmak üzere cümle ashâb-ı kiram; berrak aynalar hâlinde, O Risâlet Güneşi’nin nûrunu, tâbiîn asrına aksettirmiş, beldeler ve kıtaları İslâm’ın mütebessim çehresiyle tanıştırmışlardır.
Kıyâmete kadar bu vazife; liyâkatli gönüller tarafından elden ele, gönülden gönüle taşınacaktır.
Çünkü enbiyânın mîrâsı ilim ve irfandır. Hadîs-i şerifte buyurulur:
MUKADDES EMÂNETİN VÂRİSLERİ
“(Zâhir ve bâtınını ikmâl etmiş, ilmini irfan hâline getirmiş) âlimler, peygamberlerin vârisleridir.” (Ebû Dâvûd, İlim, 1)
Efendimiz’in mîrasçıları; gönül ehli, ihlâslı, ilmiyle âmil, irfân ile kâmil ehlullah hazerâtıdır. Onlar Efendimiz’in ve ashâb-ı kirâmın zamana yayılmış zirveleridir.
Dört mezhebin imamları; Kütüb-i sitteyi muazzam bir emekle bizlere ulaştıran muhaddisler; tefsir, kelâm ve bütün İslâmî ilimlerde zâhir ve bâtını ikmâl etmiş, ihlâs ve takvâ timsâli âlimler; Efendimiz’in tâlim ve terbiye emânetini bihakkın devam ettirdiler.
Âdil sultanlar ve hakkāniyetli kadılar da, Efendimiz’in adâlet emânetini asırlara ihtimam ile taşıdılar.
Tezkiye yani mânevî terbiye vazifesini de tasavvuf büyükleri deruhte ettiler.
Hepsi hidâyet rehberleridir. Onlar İslâm medeniyetini devam ettiren rehberler oldular. Bize Kur’ân-ı Kerim’de tâlim buyurulan;
وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّق۪ٖينَ اِمَامًا
“…Bizi takvâ sahiplerine rehber eyle.” (el-Furkān, 74) duâsının kabûlünün tecellîsi onlar oldular.
“Şüphesiz ki, Allah her yüz senenin başında bu ümmete; dînî işlerini yenileyecek (heyecanlarını tazeleyecek, sapmalarını düzeltecek, ufuklar açacak) bir müceddid gönderecektir.” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 1) hadîs-i şerifin de beyan buyurduğu gibi; dîn-i mübîn-i İslâm’ın Efendimiz’in teslim ettiği nezâhet ve tarâvette, sıhhat ve canlılıkta korunması, müslüman toplumların heyecanlarının tazelenmesi, dâimâ bu «ehlullâh»ın gayretleriyle müyesser oldu.
Bu hakikate tarih de şahittir.
TARİHTEN MİSALLER
Hulefâ-i râşidîn devrinden sonra başlayan fitnelerle İslâm hilâfeti asabiyyete ve dünyaya düşkün nâ-ehil ellere düşmüştü.
“İnsanlar, hükümdarlarının dîni (yolu, usûlü) üzeredir.” sözü fehvâsınca, halk da başındaki kişilere benzeme yolunu tutuyordu.
Emevî halîfelerinden Velid bin Abdülmelik, güzel binalara meraklıydı. Onun devrinde insanlar da ona bakarak emlâk ve bina merakına düştüler. Meclislerde ve mahfillerde devamlı inşaattan bahsedilir oldu.
Süleyman bin Abdülmelik, yiyip içmeye düşkün bir hükümdardı. Onun zamanındaki insanlar da yeme-içme lâkırdılarıyla vakitlerini israf ederlerdi.
Sonra; zühd ü takvâsı, adâlet ve rikkatiyle beşinci halîfe nâmıyla anılan Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- halîfe oldu. Onun döneminde halk; ibâdet, tâat ve infakta yarışır hâlde idi. Bilhassa ailevî meclislerde;
“Bu gece evrâdın ne idi, Kur’ân-ı Kerim’den kaç âyet hıfzettin, bu ay kaç gün oruç tuttun ve ne kadar infakta bulundun?” gibi sözler konuşulur, böylece gönüller birbirlerini hayra teşvik ederlerdi. (Taberî, Târihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, Kâhire, 1939, V, 266-267)
Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-’in hilâfet devri sadece iki buçuk yıl sürmüştü. İslâm âlemi büyük bir huzur diyarı oldu. Valiler; “Zekât verecek fakir bulamıyoruz?” diye merkeze çare sorar oldular. Zira bütün müslümanlar; zekât, infak ve sadakalarını verdiğinden neredeyse fakir kalmamıştı.
Bu mü’min, müttakî ve sâlih zâtın devrinde öyle bir rûhâniyet yaşandı ki, Muhammed bin Uyeyne -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatır:
“Ömer bin Abdülaziz halîfe iken Kirman’da koyun güderdim. Halîfenin rûhâniyet ve adâletinden dolayı bana koyunlar ile kurtlar âdetâ birlikte dolaşır gibi görünürdü. Bir gece ansızın kurtların koyunlara saldırdığını gördüm. Şaşırdım. Sanki dünya, bütün huzur ve sükûnunu kaybediyor gibiydi. İçimden;
«Şu âdil ve Hak dostu halîfe ölmüş olmalı!» dedim. Araştırdım, Ömer bin Abdülazîz’in o gece vefât ettiğini öğrendim.”
Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- zamanında hudutlar İspanya’yı aşıp Pirene Dağlarına dayanmıştı.
Fakat İslâm’ın asıl hedefi; kaleleri zaptetme ve toprakları kanla sulama değil, gönüllerin fethiydi ve bunu da gönüllerini dergâh hâline getiren Hak dostları gerçekleştiriyordu.
Hicrî dördüncü asrın büyük mutasavvıfı Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri bir gün camiye gidiyordu. Çamurlu yolda ayağı sürçünce düşmemek için oradaki duvara tutundu. Duvar kirlenmişti. Düşündü;
“–Henüz ezana vakit var. Önce duvarın sahibine gidip helâllik alayım!” dedi. Gidip duvarın sahibini buldu. Adam mecûsî idi. Durumu anlatıp helâllik diledi. Mecûsî hayretle;
“–Dîniniz gerçekten bu kadar dikkatli ve ihtiyatlı davranmanızı emrediyor mu?” diye sordu. Muhatabından hâlisâne bir şekilde;
“–Evet!” cevabını alınca da;
“–O hâlde ben de Allâh’a ve Rasûlü Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e îmân ettim!” dedi. Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nin bu güzel davranışı bereketiyle o hânede yaşayanların hepsi müslüman oldu…
İnsanlar fevc fevc İslâm’a girerken, bazı tehlikeli hâller de meydana geliyordu. İmâm-ı Gazâlî’nin yaşadığı hicrî 5. asırda İslâm iki büyük tehlike ile karşı karşıya idi.
Bir tarafta bâtınîler ve şiî propagandası…
Diğer tarafta muhtelif din ve felsefelere mensup olup, İslâm’a giren fakat akāidi bozan yanlışlarını da dîne taşımaya çalışanların yanlış gidişâtı…
İSLÂM’IN HÜCCETİ (SAĞLAM DELİLİ)
İlmin zirvesini tutan İmâm-ı Gazâlî Hazretleri, Allâh’ın yardımıyla mânevî kemâle de ulaşarak Huccetü’l-İslâm oldu. Bâtıniyye ve felsefeye karşı akāidi tahkîm etti. Kelâm ilminde derinleşerek felsefenin menfîliklerini temizledi.
Onun muallimi ve rehberi de Fahr-i Kâinât Efendimiz olmuştu. İmâm-ı Gazâlî -rahmetullâhi aleyh- şöyle demişti:
«Gördüm ki, her şey Peygamberler Peygamberi’nin ruh feyzine sığınmaktan ibâret ve gerisi sadece yalan ve dolan, vehim ve hayal!.. Akıl ise bir hiç… Sadece hudut!»
Moğol İstîlâsı’nın İslâm dünyasını kasıp kavurduğu, Anadolu Selçuklularının perişan vaziyete düştüğü hicrî 8. asırda ise Mevlânâ Hazretleri Konya’nın en zor zamanlarında, büyük bir tesellî kaynağı oldu. Hazret-i Mevlânâ’nın eserleri, hattâ o eserlerdeki kıssalar; bugün bile yorgun gönüllere tesellî veriyor, huzur hâli veriyor, şevkleri artırıyor.
Onun ilâhî aşk, şevk ve ümit dolu hikmetli mayasıyla yoğrulan Anadolu insanı, o bâdireyi atlattı. Moğol’u eritti. Kısa zamanda Osmanlı gibi bir cihan devletini meydana getirdi.
Atâ tarihinde, dikkat çekici bir kıssa vardır:
MÜBÂREK OLSUN!
Son Selçuklu Sultanı II. Alâeddîn, değersiz bir kimseyi kendisine metbû addetmişti. Bu sebeple tertip ettiği ziyafette hazır bulunan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, sultanın bu tercihini beğenmeyerek oradan ayrıldı; sarayın merdivenlerinde Osmanlı Devleti’nin kurucusu, velâyet sahibi bir bey olan Osman Gazi Hazretleri ile karşılaştı. Onu alıp tekkesine götürdü.
Burada istikbâlin büyük sultanı, genç Osman Gazi’ye Fâtiha-i şerîfe okumasını emir buyurduktan sonra mânevî bir âleme daldı. Sonra da bir uykudan uyanırcasına silkindi ve sordu:
“–Oğlum kaç Fâtiha okudun?”
“–18 Fâtiha okudum Efendim.”
Bu cevap üzerine Hazret-i Mevlânâ;
“–Bu yetmez.” diyerek 18 Fâtiha-i şerîfe de kendisi okuduktan sonra ona şu müjdeyi verdi:
“Oğlum, İslâm padişahlığı sana ve nesline mübârek olsun! Neslinden 36 âdil padişah gelecektir.” (Bkz. Târih-i Atâ, c. 1, s. 18-19)
Hakikaten tarihe bu nazarla baktığımızda;
Allah dostlarının topluma ve idarecilere hikmetli nasihatlerle istikamet verdiği zamanlarda maddî-mânevî büyük fütuhatların gerçekleştiğini müşâhede ederiz.
Osmanlı, dört yüz atlı ile kuruldu. Küçük bir uç beyliği idi. Üç asırda yirmi dört milyon kilometre kareye ulaştı. Bu bereket ve muvaffakiyetin en mühim sebebi, sultanların mânevî istinadları olan Edebâlî silsilesidir.
Geyikli Baba, Emir Sultan, Hacı Bayrâm-ı Velî, Akşemseddin, Yahya Efendi, Sümbül Efendi, Merkez Efendi, Üftâde, Aziz Mahmud Hüdâyî, Şemseddin Sivâsî, Hâlid-i Bağdâdî… şeklinde mânâ ehlinin silsilesi devam ettikçe dünyada İslâm medeniyeti yeni baştan ihyâ edilmiş oldu.
Hakikaten ecdâdımızın bu mâneviyat içerisinde inşâ ettikleri medeniyetten bugün de müstefîd bulunmaktayız.
İşte cömert vakıfları, ihlâs ile inşâ ettikleri saray gibi camileri, merhamet pınarı misâli çeşme ve şadırvanları, şefkat yurdu hastahâneleri, fukarâya imdâd eli imâretleri, ilim ve irfan yuvaları olan medreseleri ve dergâhları bugün de hizmete devam ediyor. Ecdâdımızın hizmetlerinin ufukta bıraktığı silûet bile gönlümüzde hayırlı akisler, güzel hisler uyandırıyor.
MAHLÛKĀTA ŞÂMİL ŞEFKAT
Hazret-i Mevlânâ’dan yaklaşık bir asır sonra Horasan’da Hâcegân yolunun büyük mürşidi Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, sohbet ve hizmeti esas alan terbiye nizâmıyla bir gönül fütuhâtı başlattı. Takvâ ve istikamet çizgisinde, sâir mahlûkāta dahî şâmil şefkat ve merhametiyle, asırlarca devam eden mensuplarına fiilî bir örnek oldu. Bu mübârek yol; Mâverâünnehir’den Hind’e, Irak’a, Anadolu’ya, Balkanlara bütün dünyaya, İslâm’ın zâhirî ve bâtınî en güzel medeniyetini temâşâ ettirdi.
Onun nurlu silsilesinden gelen Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, İstanbul’un fethine kerâmeten katılmış bir Hak dostu idi. Semerkant ve çevresinde binlerce kişiye hizmet eden vakıfları, medreseleri, imâretleri, hastahâneleri mevcut idi. Binlerce kişinin hidâyetine vesile oldu.
İklimler bu maddî gayretler ve mânevî himmetlerle İslâm oldu.
RABBÂNÎ ISLAH
Hicrî ilk bin yıl sona ererken Hindistan coğrafyasında bir fitne baş veriyordu. Ekber Şah adlı bir hükümdar, İslâm ile Hinduizm’i birleştirerek dîn-i ilâhî diye uydurma bir dîne sevk ediyor, İslâm esaslarına aykırı hükümler çıkarıyordu.
İmâm-ı Rabbânî; kalpleri tezkiye ederek, kalb-i selîme ulaştırarak, sabırlı gayretlerle Hindistan coğrafyasından bu fitneyi bertarâf etti. Öyle ki Ekber Şah’ın torunu Âlemgîr, bu Rabbânî yolun mürîdi oldu.
İmâm-ı Rabbânî’nin tesiri Hindistan’tan ibaret kalmadı. İkinci bin yılın yenileyicisi olan bu büyük Hak dostu; tasavvufu, Kur’ân ve Sünnet’e ittibâ zemininde ihyâ ederek kendisinden sonra gelecek mânâ yolunun sâliklerine müstakîm bir yol bıraktı.
Sâir İslâm beldelerinde de, İslâm nûrunu söndürmek için yapılan nice taarruzu halkın terbiye ve tezkiyesi faaliyetiyle meşgul olarak bertarâf edenler dâimâ ehlullah hazerâtı olmuştur.
Toplumlar hep Allah dostları sayesinde huzur bulmuştur. Onların dergâhları; yorgun, mahzun, kimsesiz ve yaralı gönüller için rehabilite merkezleri olmuştur. Vesveseler, o mahfillerden esen nefeslerle yerini yakîne bırakmıştır. Dağılmaya yüz tutan yuvalar, onların sabır ve merhamet telkinleriyle ayakta kalmıştır.
Çünkü o dergâhlar; Dâru’l-Erkam’ın, Ashâb-ı Suffa’nın devamı vasfındadır. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tezkiyesinin kıyâmete kadar sürdürülmesi gayretidir. Bu gayretin enerjisi de, muhabbetullah;
İLÂHÎ MUHABBET
Sultandan en alt tabakaya bunca insanı, misâlini verdiğimiz bu Hak dostlarının etrafında pervâne eyleyen nedir?
Dünyalık, makam, itibar? Asla…
Aksine, o dergâhlara koşanlar, her şeylerini infâk etmiş; gereğinde makamlarını terk etmiş, fânî itibarlarını ayaklarının altına almışlardır. Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri; Bursa kadısı iken, makam ve mansıbı bir anda elinin tersiyle kenara iterek enâniyetini bertarâf için Bursa sokaklarında ciğer satmıştır.
Meşhur bir âlim ve müderris olan Hâlid-i Bağdâdî de Abdullah Dehlevî -kuddise sirruh- Hazretleri’nin dergâhında aylarca abdest suyu hazırlamış, tuvalet temizliği yapmıştır.
O hâlde, onları Hak dostlarına çeken şey; Allah Teâlâ’nın ikrâmı olan bir sevgidir. Meryem Sûresi’nin 96’ncı âyet-i kerîmesinde buyurulur:
اِنَّ الَّذٖ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمٰنُ وُدًّا
“Îmân edip de sâlih ameller işleyenlere gelince; onlar için çok merhametli olan Allah, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır.” (Meryem, 96)
Cenâb-ı Hak bir kulunu severse o kulu arz ve semâ ehline sevdirir. O sâlih kişiler de, muhabbetle kendine bağlanan mü’minlere rehber olur. Rabbimiz’in ilkā buyurduğu bu sevgi o kadar tesirlidir ki, o zâtların hizmetleri fânî hayatlarından sonra da devam eder. Günümüzde, her gün binlerce ziyaretçisini ağırlayan Ebû Eyyûb el-Ensârî, Aziz Mahmud Hüdâyî, Yahya Efendi gibi zâtları mânen ölü saymak asla mümkün değildir.
Hazret-i Mevlânâ buyurur:
بعد از وفات تربت مادر زمين مجوي در سينه هاي مردم عارف مزار ماست
“Ölümümüzden sonra mezarımızı yeryüzünde aramayın. Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir.”
Hak dostlarının ömürleri; kendi fânî hayatlarından sonra berzah âleminden de mü’min gönüllere, hidâyet bekleyenlere hizmet hâlinde devam eder. Onların talebeleri ve eserleri de teselsül hâlindedir.
Onlar hayatlarında ulaştıkları insanlarla bir hayırlı ümmet teşkil etmişler; vefatlarından sonra da eserleriyle, dergâhlarıyla ve yetiştirdikleri insanlarla hayırlı ümmeti irşadlarını sürdürmüşlerdir.
Bugün de toplumumuz aynı rehberlere muhtaç.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mîrasçısı, irfan ehli âlimlerin irşâdına muhtaç. Cehâletten kayan akîdeler, hüccetlere muhtaç…
Kabına sığmayan fakat gayeden mahrum gençler, fetih ufukları gösterecek olgun iradelere muhtaç…
Kaba softaların şiddet temâyülleri; şefkat, sabır, teennî ve merhamet terbiyesine muhtaç…
Kibre kapılan nefisler, hizmet göstererek tevâzû öğretecek muallimlere muhtaç…
Kuru ilmine mağrur ehl-i ilim, dalâlete düşmekten sakındıracak, istikamet ayarlarına muhtaç…
Açlar imâretlere nasıl muhtaç ise, mânevî açlar da dergâhlara öyle hasret…
Hastalar nasıl doktorlara muhtaç ise, rûhî ihtilâçlar içerisinde kıvranan insanlık da kalp tabiplerine öyle hasret…
Hazret-i Ali buyurur:
“Sâlih ve sâdık insanlarla beraber olun, onlarla oturup kalkın ki; (onların karakter ve şahsiyeti sizlere sirâyet etsin ve) insanlar hayatta iken sizleri özlesinler, vefât ettiğinizde de sizlere hasret duysunlar.”
Her medeniyet, kendi insan tipini vücuda getirir. O insan tipi de, mensup olduğu medeniyetin sıfat ve karakterleriyle âhenk arz eder. Misal misal anlattığımız büyük zâtlar ve fazîletlerle yetiştirdikleri halkaları, İslâm medeniyetinin mümtaz örnekleridir.
Bugün ise maalesef bizim insanımızı; tek dişi kalmış, yırtıcı batı medeniyeti yetiştiriyor. Bizim toplumumuzu; kirli kanallar, bozuk yayınlar, bâtıl reklâmlar ve modalar kendi anlayışında, egoist, kaba, nâdan bir şekilde yetiştiriyor.
Bu hoyrat rüzgâr karşısında vazifemiz;
Efendimiz’in emânetine sarılarak, Kur’ân ve Sünnet’i zâhir ve bâtınıyla yaşayarak, yaşatarak, emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker gayretiyle hayırlı bir ümmet hâline gelmek ve gelecek nesillere de bu gaye ve gayreti mîras bırakmaktır.
Yâ Rabbî!.. Bizi, nesillerimizi ve cemiyetimizi, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nurlu ve mukaddes yolundan ayırma. Bizi Allah Rasûlü’nün hakikî mîrâsı olan ilim ve irfandan, ve O’nun gerçek vârisi olan ihlâslı ve takvâlı âlimlerden mahrum eyleme!..
Âmîn!..