Muhabbetin Kantarı Fedakârlıktır

2015 – Ocak, Sayı: 347, Sayfa: 032

İslâm, fedakârlık dînidir. Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:

“Allah müʼminlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111) buyurmaktadır.

Bu yüce dînin bugünlere ulaşması; hep candan, maldan ve her türlü imkândan Allah için yapılan fedakârlıklarla, ferdî rahatlıktan gösterilen ferâgatlerle olmuştur. Bugün bizler de Allah için yapılacak fedakârlık imtihanlarıyla karşı karşıya bulunmaktayız.

Zira diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyrulmaktadır:

(Ey mü’minler!) Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelmeden, Cennetʼe gireceğinizi mi sandınız?..” (el-Bakara, 214)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Ümmetim bir yağmura benzer; önü mü, sonu mu hayırlıdır, bilinmez.” buyuruyor. (Tirmizî, Edeb, 81)

İşte bu bereketli yağmurun bir rahmet damlası olabilmek için, bugün bizim de ciddî bir gayret-i dîniyye içinde olmamız gerekmektedir. Yani canımızdan, malımızdan, kâbiliyetlerimizden, gücümüzden, zamanımızdan, velhâsıl Cenâb-ı Hakkʼın lûtfettiği her türlü imkânımızdan, yine Allah için fedakârlık göstermemiz zarurîdir. Zira zahmetsiz rahmet olmaz. Her nîmet, bir bedel mukâbilidir. Meccânen, yani bilâ-bedel lûtfedilen nîmetlerin bile, bir şükür borcu vardır.

Şükür Borcu…

Îmandan sonra bizlere bahşedilen belki de en büyük nîmet; 124 bin küsur peygamber içinde Âhirzaman Nebîsi, Allâhʼın Habîbi, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe ümmet kılınmamızdır.

Nitekim Cenâb-ı Hak, bu husûsî lûtfunun kadr u kıymetini daha iyi idrâk edelim diye, âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:

“Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allâhʼın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müʼminlere büyük bir lûtufta bulunmuştur…” (Âl-i İmrân, 164)

İşte müʼmin, bu büyük lûtfa erişmenin müstesnâ sevincini dâimâ yüreğinde hissetmelidir. Lâkin bu büyük nîmet sebebiyle, omuzlarına yüklendiği ağır mesʼûliyetin de farkında olmalıdır.

Zira Cenâb-ı Hak, verdiği bu nîmet mukâbilinde, bizden bâzı bedeller istemektedir. İslâmʼı fedakârca yaşamak sûretiyle Allah Rasûlüʼnü her hususta örnek almak mecburiyetindeyiz. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nasıl âlemlere rahmet olmuşsa, bir müslümanın da, elinden, dilinden, gönlünden dâimâ rahmet tevzî etmesi gerekir. Müslüman olmanın, îman şerefine mazhariyetin, ümmet-i Muhammedʼden olmanın sevinç ve şükran duygularıyla yaşayıp, bu nîmetlerin bedelini ödeme gayreti içinde bulunması îcâb eder.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin beyânı vechile:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Fakat muhabbetin kantarı fedakârlıktır. Allah Rasûlüʼnü gerçekten seviyor ve kıyâmet günü Oʼnunla beraber olmak istiyorsak, bugün Oʼnun yolunda fedakârca gayret göstererek sevgimizi ispat etmemiz gerekmektedir.

Allah Rasûlüʼne Nasıl Yakın Olunur?

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, insanlığın ebedî kurtuluşu için büyük fedakârlıklar sergiledi. En ağır çilelere katlandı. Buna rağmen hiçbir zaman hâlinden şikâyet etmedi, yüzünü ekşitmedi. Açlığına aldırış etmeden, karnına taş bağlayarak Ashâb-ı Suffeʼye Kurʼânʼı tâlim etti.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-ʼnın ifâdesiyle;

“Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ömrü boyunca iki gün üst üste arpa ekmeği ile doymadan âhirete intikâl etti…” (Buhârî, Eymân, 22)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dileseydi kendisini ve âilesini rahatlıkla doyururdu. Fakat O, bir nîmete kavuştuğunda, önce ashâbının fakirlerini düşünür, onların açlarını doyurmadan kendisini doyurmazdı.

Tâifʼte taşlandığı o zor anda bile:

“Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam!” niyâzında bulunmuştu. (Bkz. İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35; Buhârî, Bed’ül-Halk, 7)

Ashâb-ı kirâm da, dünyada en çok sevdikleri Rasûlullah Efendimizʼle âhirette de beraber olabilmek için, Oʼnunla her hususta his ve fikir beraberliği, hâl ve fiil beraberliği içinde olmaya gayret ettiler. Efendimizʼden bizzat gördükleri fedakârlıkları, onlar da kendi imkân ve istîdatları nisbetinde Allah yolunda sergilediler. Yani Allah ve Rasûlʼüne olan sevgilerini, fedakârlıklarıyla tescil ettirdiler. Allah Rasûlüʼnün en ufak bir arzusunu bile canlarına nîmet bildiler:

“‒Canım, malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyerek, büyük bir aşk ve şevk ile Oʼna itaat ettiler. Canlarını ve mallarını Allah ve Rasûlʼü uğrunda cömertçe sarf etmeyi, kendileri için en büyük saâdet vesîlesi telâkkî ettiler. Bilhassa tebliğ gayretinde Peygamber Efendimizʼle beraber olduklarını, örnek yaşayışlarıyla ispat ettiler.

Tebliğ Fedakârlıkları…

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Bu tebliğ mektubunu krallara kim götürecek?” dediği zaman, sahâbenin yaşlısı-genci hiç düşünmeden ayağa kalkarak:

“–Yâ Rasûlâllah! Bu şerefi bana lûtfediniz!” dediler.

Allah Rasûlü’nün bir arzusunu yerine getirebilmek uğruna, her türlü fedakârlığı göze aldılar. Hiçbir mâzeret öne sürmeden, canla-başla hizmete tâlip oldular.

Hâlbuki sarp dağlar ve ıssız çöller aşarak binbir meşakkatle gidilecek yabancı beldelerde, kralların kelle uçurmaya hazır cellâtlarının önünde Allah Rasûlü’nün mektubunu okumaya tâlip olmak, mutlak bir ölümü göze almak demekti. Fakat onlar, büyük bir îman cesaretiyle bu fedakârlıkları seve seve îfâ ettiler.

Sahâbîler nazarında hayatlarının en kıymetli anları, insanlara tevhîd mesajını tebliğ edebildikleri zamanlardı. Îdam edilmek üzere iken kendisine üç dakika mühlet tanıyan müşriğe, sahâbî teşekkür etti ve:

“–Demek ki tebliğ için üç dakikalık vaktim var.” dedi.

Sahâbe-i kirâm, Medîneʼnin tatlı hurmalıklarını bırakarak Dünyaʼnın muhtelif coğrafyalarına dağıldılar. Hak dîn İslâmʼı bütün insanlığa duyurabilmek için, o zamanın zor şartları altında, hiçbir bezginlik ve yılgınlık göstermeden, uzun ve çileli seferlere çıktılar.

Nitekim Hazret-i Osman ve Abbas -radıyallâhu anhumâ-’nın oğullarının türbeleri Semerkand’dadır. Vehb bin Kebşe -radıyallâhu anh-’ın türbesi Çin’dedir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Vehb bin Kebşe -radıyallâhu anh-’ı, tebliğ hizmetinde bulunmak üzere Çin’e göndermişti. Hâlbuki o zamanlar Çin, belki de bir yıllık mesafedeydi. Hazret-i Vehb -radıyallâhu anh-, oraya kadar gidip uzun bir müddet tebliğde bulunduktan sonra, gönlünü kavuran Rasûlullah hasretini bir nebze olsun dindirebilmek ümidiyle Medîne yollarına düştü. Bir yıl süren çileli bir yolculuğun ardından, nurlu Medîne’ye vâsıl oldu. Fakat ne yazık ki Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefât etmiş olduğu için, O’nu dünya gözüyle bir daha göremedi. Efendimiz’in kendisine tevdî ettiği hizmetin kudsiyyetinin idrâki içinde, tekrar Çin’e döndü ve bu hizmetteyken azîz rûhunu Rabbine teslîm etti.

Yine sahâbeden Câfer bin Ebî Tâlib -radıyallâhu anh-, hicret ettiği Habeşistanʼda, İslâm iyice yayılıp kökleşene kadar, 13 sene tebliğ ve irşad hayatı yaşadı. Medîneʼye döndükten bir yıl sonra da Mûte Seferiʼnde şehîd oldu.

Ashâb-ı kirâm, Kur’ân ile hayat buldular ve hayatlarını Kur’ânʼın tebliğ ve tâlimine adadılar. Bu uğurda, tarihte görülmemiş bir gayret ve fedakârlık sergilediler. İşkenceye, baskıya, zulme, hattâ suikastlere mâruz kaldılar; lâkin inandıkları değerlerden aslâ tâviz vermediler. Allâh’ın dînini yaşayabilmek için, mallarını, mülklerini, yurtlarını bırakarak hicret ettiler. Allah yolunda her şeylerini fedâ edebilmenin gönül huzuruna erdiler.

Ne kadar ibretlidir ki; Vedâ Haccı’nda -yaklaşık- yüz yirmi bin sahâbî mevcuttu. Bunlardan yüz binin üzerindeki sahâbî, Dünyaʼnın muhtelif bölgelerine giderek kendilerini Allâhʼın dînini tebliğ, Kur’ân-ı Kerîmʼi tâlim ve nebevî ahlâk ile gönülleri irşad hizmetine vakfettiler. Onların birçoğu da gittikleri beldelerde vefât ettiler. Böylece, bulundukları bölgelere vefatlarından sonra bile bir rahmet ve bereket vesîlesi oldular.

İşte o mübârek sahâbîlerden biri olan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin seksen küsur yaşına rağmen, iki sefer İstanbul surları önüne kadar gelmesi ve orada rûhunu teslîm etmesi, kâ‘bına varılmaz bir fedakârlık misâlidir. Şüphesiz ki onun bu yüksek azim ve gayreti de, ebedî kurtuluşa ererek âhirette Allah Rasûlüʼyle beraber olabilme iştiyâkının bir tezâhürüydü.

Kendinizi Tehlikeye Atmayın!..

Zira Cenâb-ı Hak:

“…(Kendi ellerinizle) kendinizi tehlikeye atmayın!..” (el-Bakara, 195) buyuruyordu. Yani “Allâhʼın rızâsını tahsil etme imkânları önünüzde dururken, fânî dünyanın câzibesine, seraplarına, süsüne, gösterişine, rahatına aldanıp da gaflete düşmeyin! Yoksa âhiretiniz tehlikeye girer!” îkâzında bulunuyordu.

Nitekim bu âyet-i kerîmenin nüzûl sebebini de beyân eden şu rivâyet, ne kadar ibretlidir:

Emevîler devrinde, Allah Rasûlü’nün fetih müjdesine nâil olmak isteyen İslâm ordusu, İstanbul önlerine gelmişti. Ordunun içinde Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri de bulunmaktaydı. Rumlar, arkalarını şehrin surlarına vermiş savaşırlarken, Ensâr’dan bir zât, atını Bizanslıların ortasına kadar sürdü. Bunu gören bir İslâm askeri; “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız!” âyet-i kerîmesinden hareketle ve hayretler içinde:

“–Lâ ilâhe illâllâh! Şuna bakın! Kendini göz göre göre tehlikeye atıyor!” dedi.

Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri şöyle dedi:

“–Ey mü’minler! (Yanlış anlaşılmasın!) Bu âyet, biz Ensâr hakkında nâzil oldu. Allah, Peygamberʼine yardım edip dînini gâlip kıldığında biz; «Artık mallarımızın başında durup onların ıslâhı ve nemalanmasıyla meşgul olalım.» demiştik. Bunun üzerine;

«Allah yolunda infâk ediniz de, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın! Bir de ihsanda bulunun! Zira Allah, (yaptığını en güzel şekilde yapan ve ihsan şuuru ile yaşayan) muhsinleri sever.» (el-Bakara, 195) âyeti nâzil oldu.

Âyet-i kerîmede buyrulan «kendi eliyle kendini tehlikeye atmak»tan maksat; bağ ve bahçe gibi dünyâlıklarla uğraşmaya dalıp, Hak yolundaki gayretleri terk ve ihmâl etmemizdir.”

İşte bu ilâhî îkâza gönülden riâyet eden Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri, Hakkʼa kulluğun, Hazret-i Peygamberʼe ümmet olmanın, îman nîmetiyle şereflenmenin şükür borcunu ödeyebilme endişesi içerisinde, son nefesine kadar hiçbir gayretten geri durmamıştır. Seksen küsur yaşlarında iken katıldığı bu sefer esnâsında vefât ederek, şehîdlik mertebesine nâil olmuştur. (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 22/2512; Tirmizî, Tefsîr, 2/2972)

Candan Fedakârlık…

Aynı şekilde “îlâ-yı kelimetullah” dâvâsının samimî bir hizmetkârı olan, Kosova fâtihi ve şehîdi 1. Murad Han, harp meydanında:

“Yâ Rabbi! Bu müʼmin askerleri küffâr elinde mağlûp edip helâk eyleme! Onlara öyle bir zafer lûtfet ki bütün müslümanlar bayram etsin! Dilersen o bayramın kurbanı da, şu Murad kulun olsun!” niyâzında bulunuyordu.

Peygamber Efendimizʼin “ne güzel kumandan” iltifatına mazhar olan Fatih Sultan Mehmedʼin o îmanlı ordusu da, Rum ateşleri altında İstanbul surlarına tırmanırken, âdeta ölüme değil düğüne gidercesine büyük bir îman vecdi içinde; “Bugün şehîd olma sırası bize geldi!..” diyor, çağ kapatıp çağ açan bir fedakârlık destanı yazıyordu.

Velhâsıl, dînimizin, vatanımızın ve müslümanların bugünlere ulaşması; şehîdlerin, gâzilerin, fâtihlerin, takvâ ehli âlim ve ârif zâtların ve ihlâslı müʼminlerin fedakâr ve samimî gayretlerine Cenâb-ı Hakkʼın lûtfettiği bereketin bir neticesidir.

Hâl ile Tebliğ…

Tarih boyunca tebliğ faaliyetlerinde en tesirli ve bereketli usûl ise, İslâmʼın nezâket, zarâfet ve fazîletlerinin fiilen yaşanarak hâl ile sergilenmesi olmuştur. Şu hâdise, bunun ne güzel bir misâlidir:

Kumaş ticaretiyle uğraşan müslüman bir tâcir, günün birinde kumaşlarını bir gemiye yükleyerek Endonezya’ya gider ve oraya yerleşerek ticaretine devam eder.

Getirdiği kaliteli kumaşlar, tam da halkın aradığı cinstendir. Kendisi ise kanaat sahibi bir mü’min olduğundan; “Varsın kazancım az olsun, lâkin temiz ve helâl olsun.” düşüncesindedir. Bu sebeple “gabn-i fâhiş” denilen, bir malı değerinin çok üstünde satma fırsatçılığına meyletmez. Kısa zamanda zengin olma hayal ve hırsına kapılmaz.

İşe geç geldiği bir gün, tezgâhtarın sattığı mallardan çok yüksek bir kâr elde ettiğini görür ve bunun üzerine tezgâhtar ile aralarında şöyle bir konuşma geçer:

“–Hangi kumaştan sattın?”

“–Şu kumaştan efendim.”

“–Kaça sattın?”

“–On akçeye.”

“–Nasıl olur? Beş akçelik kumaşı on akçeye nasıl satarsın? Adamcağızın bize hakkı geçmiş. Görsen tanır mısın onu?”

“–Evet, tanırım!”

“–O hâlde hemen git ve o müşteriyi buraya getir. Onunla vakit kaybetmeden helâlleşmem lâzım.”

Tezgâhtar gider, müşteriyi bulup getirir. Dükkân sahibi müşteriyi karşısında görür görmez, kendisinden helâllik ister ve tezgâhtar tarafından alınan fazla parayı da müşteriye uzatır. Müşteri ise daha evvel hiç karşılaşmadığı bu güzel muâmele karşısında büyük bir hayret içindedir. Kendi kendine; “Hakkını helâl et?” cümlesindeki derin mânâyı kavramaya çalışır.

Bu hâdise kısa sürede dilden dile dolaşır. Çok geçmeden de kralın kulağına kadar ulaşır. Sonunda kral, kumaş tüccarını saraya çağırır ve:

“–Sizin yaptığınız bu davranışı biz daha önce ne duyduk, ne de gördük! Sizin bu hâliniz, bize bir muammâ oldu. Bunu îzah eder misiniz?” der.

Tüccar ise kemâl-i edeple:

“–Ben bir müslümanım. İslâm’da ise mülk, Allâh’ındır. Kul sadece bir emanetçidir. Ayrıca İslâm’da haksız menfaat, fâiz, istismar, gabn-i fâhiş (kandırmak sûretiyle değerinin çok üstünde satış yapmak) ve toplumun zararına olan bütün alışverişler yasaktır.

Bu alışverişte ise müşterinin bana hakkı geçmişti. Dolayısıyla kazancıma haram karışmıştı. Ben sadece bir yanlışı düzelttim.” cevâbını verir.

Bunun üzerine kral:

“–İslâm nedir? Müslüman olmak neyi gerektirir?” gibi soruları peş peşe sıralamaya başlar.

Tüccar da soruları birer birer, tatlı bir dil ve zarif bir üslûp ile cevaplandırır.

Böyle bir dînin varlığını bu hasbihâl vesîlesiyle ilk defa duyan kral, fazla vakit geçirmeden İslâm ile şereflenir. Kısa bir müddet içinde halk da müslüman olur.[1]

İşte Dünya devletleri içinde -yaklaşık 250 milyonluk- en yoğun müslüman nüfusuna sahip olan bugünkü Endonezya’nın İslâm’ı kabul etmesindeki sır, belki de sadece bu beş akçelik kumaş ticaretinde sergilenen İslâm ahlâkıdır. Müslüman tâcirin yaptığı şey ise:

Gerçek bir müslüman şahsiyetiyle İslâm’ın güler yüzünü ve rûhânî dokusunu fiilen sergilemekten ibârettir.

Bugün bizler de, güç ve imkânımız ölçüsünde üzerimize düşen vazifeleri en güzel bir üslûpla îfâ etmeliyiz. Bilhassa İslâmʼın tebliğ ve temsili hususundaki mesʼûliyetlerimize son derece îtinâ göstermeliyiz. Dünyanın her tarafındaki hidâyet mahrumlarına ve zulme mâruz kalan din kardeşlerimize karşı vazifelerimizi unutmamalıyız. Bu husustaki ihmal ve gafletin, Hak katında büyük bir vebâl olacağını, hatırımızdan çıkarmamalıyız.

İbret Levhaları…

2014ʼün Kasım ayında İstanbulʼda ilki düzenlenen, Latin Amerika Müslüman Dînî Liderler Zirvesiʼnde nakledilen şu hâdiseler, hepimize mesʼûliyetimizin azametini bir kez daha hatırlatan birer ibret levhası mâhiyetindedir:

Orta Amerikaʼnın Haiti bölgesinde yaşayan İmam Hanif, Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığıʼna gönderdiği bir mektupta diyor ki:

“Biz, ataları köleleştirilerek Afrika’dan buralara taşınan müslüman anne-babaların çocuklarıyız. Ecdâdımız Afrika’dan buralara köle olarak taşındı. Yıllarca, hattâ yüzyılı aşkın bir süre (150 sene) anne-babalarımız çocuklarını uyuturken onları şöyle tesellî ettiler:

«Yavrum korkma! Bir gün İstanbulʼdan müslümanlar gelecek ve bu köleliğe son verecek.»

Ancak çok bekledik, siz Osmanlıʼnın torunları bize gelmediniz. Biz burada garip ve yalnız kaldık. Şimdi nice nesiller kaybettikten sonra, biz ecdâdımızın dînini yeniden keşfettik, müslüman olduk ve Müslümanlığımızı yaşamaya başladık. Ama ne câmimiz var, ne mescidimiz! Ne kitabımız var, ne çocuklara Kurʼân öğretecek insanımız! Son kez size yazıyorum; lütfen bir heyet gönderin!..”

İmam Hanifʼin mektubunda da ifâde edildiği gibi, Batıʼnın sömürgeleştirme ve köleleştirme faaliyetleri neticesinde yurtlarından edilen müslümanlar, başka bölgelere taşınmadan önce, üç ay, elleri, ayakları bağlı olarak deniz sahillerindeki bâzı terminallerde bekletiliyorlardı.

Ne ibretlidir ki bâzı İslâm âlimleri de, gizlice o kölelerin arasına girerek kendi kollarını ve ayaklarını bağlayıp kendilerine köle süsü verdiler. Tâ ki onlar da kölelerle birlikte gidecekleri yere varsınlar ve onlara dîn-i mübîn-i İslâmʼı kaybetmeden, İslâm kimliğiyle yaşamalarına yardımcı olsunlar…

Yine İslâm’ın tebliği hususunda Latin Amerika ülkelerinden Brezilya’da yaşanmış olan bir başka fedakârlık örneği, yine bu toplantıda şöyle nakledilmiştir:

1865 yılında İzmir ve Bursa adını taşıyan iki Osmanlı gemisi Basra Körfeziʼne doğru hareket eder. Afrika sahillerini, Cebeli Târık Boğazı’nı dolaşarak, uzun bir seyahat sonrasında Basra Körfezine varılması plânlanmıştır. Fakat 5 defa fırtınaya yakalanan bu gemiler, kendilerini Brezilyaʼnın Rio de Jenario sahillerinde bulurlar.

Başlarında Bağdatlı Abdurrahman Efendi isimli bir bahriye imamı vardır. Sarığı ve cübbesi ile gemiden indiğinde, daha önce Portekizʼin Brezilyaʼyı sömürgeleştirirken Afrikaʼdan götürdüğü müslüman köleler, Hoca Efendiʼyi görür görmez sevinçle selâm verirler.

İstanbulʼdan giden ve büyük bir âlim olan Bağdatlı Abdurrahman Efendi, Brezilyaʼda büyük bir müslüman kitlenin varlığını fark eder. Fakat İslâm kimliğini kaybetmek üzeredirler. Namazı, abdesti dahî neredeyse unutmuşlardır. Bunun üzerine komutandan izin alarak, burada kalmaya karar verir ve 6 yıl, oradaki insanlara dîn-i mübîn-i İslâmʼı anlatır.

İşte bu ve benzeri misaller, bugün bizlerin nasıl bir gayret-i dîniyye sahibi olmamız gerektiğini ve mes’ûliyetimizin büyüklüğünü hatırlatan müşahhas numûnelerdir.

Bu hususta kendi hâlimizi sık sık muhâsebe etmek durumundayız. Düşünmeliyiz ki, başta Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz olmak üzere, ashâb-ı kirâmın, Hak dostlarının ve gayret-i dîniyye sahibi bütün ehl-i îmânın, Allah için sergiledikleri fedakârlıklardan bizde ne kadar hisse var?

Müslümanların sevinciyle ne kadar mesrur, ıztıraplarıyla ne kadar mahzûnuz? Muzdarip din kardeşlerimiz için, elimizden, dilimizden ve gönlümüzden ne kadar fedakârlık hâlindeyiz? Din kardeşlerimizi kendimize tercih edebiliyor muyuz?

Bizler, Peygamber Efendimizʼin ümmetine göstermiş olduğu şefkat, merhamet ve bilhassa fedakârlığı hangi seviyede yaşayabiliyoruz? Hidâyet bekleyenlere, İslâmʼı hâlimizle ve kālimizle ne kadar tebliğ ve temsil edebilmenin gayreti içindeyiz?

Velhâsıl, hâl ve davranışlarımız itibâriyle, ne kadar Allah Rasûlüʼyle beraberiz? Ne kadar Oʼna yakın olma arzusundayız?..

Cenâb-ı Hak cümlemizi; Yüce Zâtʼına ve Sevgili Rasûlʼüne duyduğu îman muhabbetini samimî fedakârlıklarla ispat edebilen sâlih kulları arasına, lûtf u keremiyle kabul buyursun.

Âmîn!..


[1] Bkz. Mehmet Paksu, Îman Hayata Geçince.