DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
Mîrac Kandili Özel Sohbeti (21 Mart 2020)
Çok muhterem kardeşlerimiz!
Mîrac Kandilimiz; dînimiz, vatanımız, milletimiz ve bütün ümmet-i Muhammed için hayırlı, bereketli olsun.
Cenâb-ı Hak zâhir ve bâtın bütün musîbetlerden muhafaza buyursun -inşâallah-. Ve bu mübârek, kıymetli günü, insanlığın hidâyetine vesîle eylesin -inşâallah-.
Efendim; iki mübârek gece vardır: Mîrac Kandili ve Kadir Gecesi. Peygamberler arasında yalnız Efendimiz’e aittir. Biz de bu geceyi Cenâb-ı Hakk’ın Rasûlullah Efendimiz’e olan muhabbetini, Allah indinde nasıl yüce bir kıymet ve değere sahip olduğunu göstermektedir. Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Cenâb-ı Hakk’ın Habîb’i.
Cenâb-ı Hak O’na “لَعَمْرُكَ” buyuruyor, “hayatın üzerine yemin olsun” buyuruyor. (Bkz. el-Hicr, 72) Hiçbir peygamberin hayatına Cenâb-ı Hak yemin etmiyor. Yalnız Rasûlullah Efendimiz’in hayatına yemin ediyor. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın Rasûlullah Efendimiz’e olan muhabbetini/sevgisini göstermektedir.
Yine Cenâb-ı Hak salât ediyor. Âyet-i kerîmede:
“Allah ve melekler salât eder. Siz de salât edin, tam bir teslimiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56) buyruluyor.
Diğer bir âyette, Ahzâb Sûresi’nin 21. âyetinde:
“Andolsun Rasûlullah, sizin için, Allâh’a ve âhirete kavuşmayı umanlar için bir üsve-i hasenedir (yani örnek şahsiyettir, örnek karakterdir).” buyrulmaktadır.
Bizim de Rasûlullah Efendimiz’in Allah indindeki kıymetini idrâk ederek, ibadet, muâmelât, muâşeret, hak-hukuk vs. hayatımızın her safhasında Rasûlullah Efendimiz’in hâliyle hâllenmeye çalışmamız zarûrîdir. Zira Efendimiz’in hâliyle ne kadar hâllenirsek Cenâb-ı Hakk’ın indinde o kadar Cenâb-ı Hakk’a yakın olmuş oluruz.
Cenâb-ı Hak bize en büyük nîmeti ihsân etti. En büyük Peygamber’e meccânen ümmet kıldı. Fakat bunun da karşısında bir mes’ûliyetimiz var. Cenâb-ı Hak buyuruyor:
ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
“Nihâyet o gün, verdiğimiz nîmetlerden hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8)
Yine Efendimiz ümmetine çok düşkün. O’nun Cenâb-ı Hak “raûf ve rahîm” olduğunu bildirmektedir. Bu “raûf rahîm” o da yalnız Efendimiz’e mahsus. “Raûf ve rahîm” esmâsının zirvesi, ancak Rasûlullah Efendimiz’de. Zira âyet-i kerîmede buyruluyor:
“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir (yani bir annenin bir babanın muhabbetinden çok daha öteye). O size çok düşkündür, mü’minlere karşı çok şefkatli ve çok merhametlidir.” (et-Tevbe, 128)
Yine Cenâb-ı Hak buyurmaktadır Âl-i İmrân 164. âyette.
لَقَدْ مَنَّ اللهُ
(“Allah lûtufta bulunmuştur…” [Âl-i İmrân, 164]) diye başlıyor. Cenâb-ı Hakk’ın en büyük nîmeti bize, insanoğluna, yani ümmet-i Muhammed’e en büyük nîmeti, Rasûlullah Efendimiz’e ümmet olmamız, Cenâb-ı Hakk’ın bize büyük bir lûtfu ihsân etmesidir.
Cenâb-ı Hak buyuruyor âyet-i kerîmede:
“Andolsun içinizden kendilerine Allâh’ın âyetlerini okuyan (yani Allâh’ın dînini tebliğ eden) kendilerini «وَيُزَكِّيهِمْ» temizleyen (iç âlemlerini, yani nefsânî arzulardan, Allah’tan uzaklaştıran arzulardan temizleyen. Üçüncü merhalede de), onlara kitap ve hikmeti (telâkkî ettiren) bir peygamber (gelmiştir. Fakat bu Peygamber لَقَدْ مَنَّ الله) mü’minler için Allâh’ın büyük bir lûtfu…” (Âl-i İmrân, 164)
En büyük lûtfu. Bundan daha büyük bir lûtuf olamaz. Çünkü O bizim, şu dünya hayatında bir mekteb-i âlemdeyiz. Bu mekteb-i âlemde bizim Rasûlullah Efendimiz üsve-i hasene, kendisinin sırât-ı müstakîm üzerinde -Cenâb-ı Hak- olduğunu bildiriyor. Bizim de Cenâb-ı Hak sırât-ı müstakîm üzere olmamızı bildiriyor.
Rasûlullah Efendimiz bizim için büyük bir lûtf-i ilâhî. Cenâb-ı Hak cümlemize Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hakikatini idrâk edebilmeyi, O’na ümmet olmanın sevinci içinde yaşamayı Cenâb-ı Hak nasîb eylesin.
Mîrac, Cenâb-ı Hakk’ın Habîb’ine yapmış olduğu özel ve mahrem bir davet. Yalnız Efendimiz’e ait, özel, bir de mahrem bir davet. Çünkü ümmetten onun bir kısmı mahrem olarak… Yani Sidre’den, Sidre-i Müntehâ’dan ötesi -bize fazla bir mâlumâtımız yok- bildirilmiyor.
Âyet-i kerîmede:
“Bir gece kendisine âyetlerimizin bir kısmını gösterelim diye (yani âyetlerinin, Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâhiyyesinin, kudret akışlarının bir kısmını gösterelim diye) kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, noksanlardan münezzehtir. O gerçekten işitendir ve görendir.” (el-İsrâ, 1) buyruluyor.
Nübüvvetin yedinci yılından itibaren Peygamber âilesine, müslümanlara karşı boykot ilan edildi. Üç sene sürdü. Öyle bir açlık, zor günler oldu ki çocukların avaz sesleri açlıktan, diğer mahallelerden duyulmaya başladı. Müslümanlara insafsızca alay, hakaret… Ve zulme uğradı müslümanlar. Îmanlar ağır bir imtihandan geçti. Âdeta sabırlar zorlanır hâle geldi. Zulüm had safhadaydı.
Müşrikleri bu zulme iten tek sebep;
عَنِ النَّبَاِ الْعَظِيمِ
“Büyük haber…” (Bkz. en-Nebe, 2) Yani âhiret haberiydi.
Zira bu haber, nefislerine tâbî olan müşriklere, yani nefislerini putperest hâline getiren müşriklere çok ağır gelmiş, rahatlarını bozmuştu.
Hattâ bir tek misal vereyim:
Ebû Süfyan’nın karısı Hind:
“Böyle bir din mi olur dedi. Biz dedi bir köleyle bir mi olacağız? O köledir, o talihine küssün!” dedi.
Buna benzer sayısız misaller…
Ve bu zulüm devresinden sonra, en ağır bu üç senelik zulüm devresinden sonra Hatice Vâlidemiz vefat etti. O, Efendimiz’in en büyük destekçisiydi ve dostuydu. Malını-mülkünü, her şeyini Rasûlullah Efendimiz’e bir feda hâlinde yaşadı. Hira’dan indiği zaman Efendimiz’e ilk telkin eden oydu. Efendimiz buyuruyor.
“En çok ben Hatice’den istifade ettim.” buyuruyor. (Bkz. İbn-i Hanbel, VI, 118)
Hatice Vâlidemiz vefat etti.
Efendimiz; tâ ki müslümanlar biraz ferahlık bulsun, İslâm orada inkişâf etsin diye bir Tâif seferi oldu. O Tâif seferinde Rasûlullah Efendimiz taş kalpli insanlar tarafından taşlandı. Hattâ orada yine Efendimiz bir ilticâ hâlindeydi Cenâb-ı Hakk’a:
“Yâ Rabbi! Sen benden râzı ol!” Olmasını arzu ediyordu. Şöyle buyuruyordu duâsında:
“–Allâh’ım! Kuvvetimin zaafa uğradığını, çaresizliğimi, halk nazarında hor ve hakir görülmemi yâ Rabbi Sana arz ediyorum.
Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam. İlâhî! Sen kavmime hidayet ver! Onlar bilmiyorlar. İlâhî! Sen râzı oluncaya kadar, işte Sen’den affını diliyorum.” buyurdu. (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35)
Yani nasıl bir, sonsuz bir merhamet… Raûf ve rahîm.
Efendimiz’in hayatının hiçbir ânında bir şikâyet yoktur.
“En ağır çilelerden geçen peygamber benim.” buyurdu. (Bkz. Tirmizî, Kıyamet, 34/2472)
Daimâ Efendimiz hamd hâlindeydi, şükür hâlindeydi ve zikir hâlindeydi.
Râdıyye hâlindeydi. Yani bir rızâ hâlindeydi, Allah’tan râzıydı. Allah da Rasûlullah Efendimiz’den râzıydı.
Büyük lûtuf Mîrac:
Hicretten bir buçuk yıl evvel vukû bulmuştur. Meşakkatler, iptilâların sonunda dâimâ lûtuflar gelir. Mîrâc’ın çile, elem, ıztırap yüklü bir Tâif seferinden sonra lûtfedilmesi, meşakkatlerin ardından bir sürurun, bir sevincin bulunduğu müjdesi verilmektedir.
Cenâb-ı Hak:
فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا
(“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” [el-İnşirah, 5-6]) buyurmaktadır. Her zorluktan sonra bir ferahlık gelir. Dünya hayatı da budur. Dünyada da:
رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً (“…Sen O’ndan râzı, O da senden râzı.” [el-Fecr, 28])
İnişler-çıkışlar olacak, med-cezirler olacak. Kul Cenâb-ı Hakk’a daima hamd, şükür ve zikir hâlinde olacak. Yani O’na kulluğunu ispat edecek. Kulluğunun imtihanını verecek.
Meselâ hicret büyük bir zorluktu. Yani orada, hicret esnâsında, hicret eden müslümanlar malını, îcâbında malını tehlikeye attı. Eşyasını, malını bıraktı orada, canını tehlikeye attı. Cenâb-ı Hak da ebedî bir şeref bahşetti.
Zâten âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hakk’ın tebrik ettiği “ilk İslâm’a giren muhacirler”, ondan sonra “Ensar” buyruluyor, Medîneliler. Onlar da mallarını canlarını Allah yolunda bezlettiler. Cenâb-ı Hak onlardan sonra gelecek bütün -kıyamete kadar- ümmet-i Muhammed için de “onlara tâbî olan ihsan sahipleri” buyuruyor. (Bkz. et-Tevbe, 100)
Şunu görüyoruz ki asr-ı saâdette; yani hayat daima düz bir çizgi gibi devam etmiyor. Zaman zaman inişler-çıkışlar oluyor. Orada esas olan, kalbî muvâzeneyi bozmamak. Tevekkül-teslîmiyeti elden bırakmamak.
Nitekim günümüzde bütün dünya bir virüs iptilâsıyla karşı karşıya. Her hâdisenin bir zâhirî bir de bâtınî sebebi vardır. Zâhirî sebep; yok kadar bir mahlûk, bütün mahlûkâta meydan okuyor. Bir nakarat vardır halk ağzında; “korku dağları sardı”. Bütün dünya bir korkunun içinde.
Tabi bu, ilâhî bir ihtar. Kimine ceza, kimine ihtar, kimine, salih mü’minler için de eğer hastalığa uğramışsa veyahut da vefat etmişse Cenâb-ı Hak ona da şehid sevabı ihsân ediyor. Bu, zâhirî sebep bu.
Bâtınî sebep ise, Rasûlullah Efendimiz “hercümerç” buyuruyor. Yani kıyamete yakın ümmete bir hercümerç olacağını bildiriyor. Yani kimin kimi niye öldürdüğünü, niçin öldürdüğünü bilmemesi. (Bkz. Müslim, Fiten, 55-56; Hâkim, Müstedrek, IV, 504/8412. Krş. Buhârî, İlim, 24)
Bunun için, bir hercümerç yaşanıyor. Kimin kimi niye öldürdüğü, müslüman müslümanı vuruyor…
Diğer taraftan alenî iffetsizliğin artması, faiz, rüşvetin çoğalması, bilhassa iffetin unutulması. İffet unutulmakla beraber, âhiretin unutulması. Zira;
“اَلْحَيَاءُ مِنَ الْأِيمَانِ”
“Hayâ îmandandır.” (Buhârî, Îman, 16)
Ne kadar ibretlidir ki bu virüs insanları hedef alıyor, hayvanlara geçse bile hayvanlara bir zarar vermiyor. Hiçbir hayvan sürüsünün öldüğünü görmüyoruz.
Yine bahsettiğimiz bu hâdise, kimine bir ihtar, kimine de bir ceza mâhiyetinde. Tarihte “benim” diyen, kibirlenen nice devletler, sıkıntı yaşamışlardır. Bugün de kibirlenen nice devletler sıkıntı yaşamaktadır. Mültecilerden esirgedikleri paranın kat kat fazlasını bu KORONA’dan korunmak için sarf etmektedir.
Virüsler… 80’li yıllarda AIDS hastalığına sebep olan HIV virüsü çıktı. Bu hastalığın cinsî yol ile uyuşturucu âleminde çok görülen bir hastalıktı. Bu, sefahate gömülmüş toplumlara ağır bir ceza idi. Ağır bir musibet oldu. İffet hassasiyeti ne kadar yüksek ise o toplumda da AIDS o kadar az görüldü. Bu virüs, bugüne kadar 32 milyon insanın ölmesine sebebiyet verdi.
Bir virüs bitse, bir başkası başlıyor. Çünkü insan, âhiret âlemini tam mânâsıyla ihâta edemiyor. Bunlar birer ibret, ders…
Nedir virüs o zaman? Virüs, bir mahlûk. Gözle görülmeyen, yok kadar bir varlık. Yani nasıl bir atomu görmek mümkün değil zâhirî gözle. Bir tozu görüyoruz ama, bir virüsü görmek mümkün değil. Fakat bu, insanın canına kastediyor. İnsan vücudunu mekân olarak kullanarak yayılıyor ve insanlığa zarar veriyor.
Yani virüs, çok ibretâmiz bir varlık. Cenâb-ı Hak eğer âmâde etmişse -şu dünya şeyine baktığımız zaman, dünya sahnesine- koca bir deve sürüsünü küçücük bir çocuk çekip götürüyor. Fakat Cenâb-ı Hak âmâde etmemişse küçücük bir virüs insanı ve koca devletleri çökertiyor. Bir virüs giriyor, koca bir pehlivanı yere seriveriyor.
Yani KORONA diye meşhur olan virüste olduğu gibi Çin ve emsâli büyük devletlerin ekonomileri sıkıntıya girdi. Bunlar, ibret almasını bilen insanlar için ilâhî dersler.
Yine bu hâdise, ibret almasını bilerek ibadet ve tâat hususunda gayretini artıran kimseler için Hakk’a yakınlık ve terfi-i derecâttır. Kimine de bir imtihan sırrı, musibet. Ve âhireti hatırlatıyor.
Hazret-i Abdullah bin Ömer şöyle naklediyor:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bize yönelerek şöyle buyurdu:
«Ey Muhâcirler cemaati! Beş şey vardır ki onlarla müptelâ olduğunuzda ben sizin o şeylere erişmenizden Allâh’a sığınırım.
(Yani Efendimiz çok raûf, çok merhametli, ümmetinin bu iptilâya uğramasını arzu etmiyor. Ondan sonra bu iptilânın hususiyetlerinden bahsediyor.)
- Bir milletin içinde zinâ, fuhuş ortaya çıkıp nihâyet o millet bu suçu alenî olarak işlediğinde (günümüzde var mı yok mu), mutlakâ aralarında vebâ salgını, daha önceki milletlerde vukû bulmamış başka hastalıklar yayılır…»”
Biri bitiyor, biri geliyor.
İki; ticâret hayatına haram bulaştıran bir millete, eğer hayvanlar olmasa Cenâb-ı Hak yağmur indirmezdi cezâ olarak.
Üçüncüsü;
“…Mallarının zekâtını vermekten kaçınan bir millet…”
“…Allâh’ın ahdini/emirlerini, Rasûlullâh’ın Sünnet’ini terk eden milletin başına gelen mutlakâ…” Efendimiz, musibetlerden bahsediyor.
“…Cenâb-ı Hak (kendilerinden) olmayan bir düşman iptilâsıyla karşı karşıya bırakır.” buyuruyor.
Ondan sonra beşincisi:
“…Öndeki insanlar Allâh’ın Kitabı’yla amel etmeyip Allâh’ın indirdiği hükümlerden işlerine geleni seçtikçe (istediklerini bırakmakta)…” (Bkz. İbn-i Mâce, Fiten, 22; Hâkim, IV, 583/8623; Beyhakî, Şuab, III, 197)
İşte bu da aynı günümüzde var.
Bunları telâfi için bu Mîraç Kandili’nde bilhassa bu üç aylarda üzerinde duracağımız hususlar:
- İstiğfar ve tevbeyi çoğaltmak.
- Şifa ve rahmet olan Kur’ân-ı Kerîm ile daha çok ünsiyetimizi artırabilmek. Bilhassa her gün Yâsîn, Fetih Sûresi ve şifâ âyetlerini okuyabilmek.
Sadaka vermek. Zira; “Sadaka belâları defeder.” buyruluyor. (Bkz. Tirmizî, Zekât, 28/664; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 108)
İslâm’ı yaşamak ve ailemizden başlayarak İslâm’ı yaşamanın ve yaşatmanın gayretinde olabilmek. Yani emr-i bi’l-mârûf, nehy-i ani’l-münker’de bulunabilmek.
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Sizler insanlar arasından çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz (hayırhah bir ümmetsiniz) mârufu emreder münkerden nehyedersiniz…” (Âl-i İmrân, 110)
Bir de Yunus -aleyhisselâm-’ın şu duâsını bol bol okumak zarûrî. O da iptilâya mâruz kaldı. Tebliğden üç gün evvel ayrıldı, kırk gün tebliğ edecekti. Baktı otuz yedinci gün, yüz bin kişiden iki kişi hidâyet buldu. Üzüldü çok. Mahcup şekilde ayrıldı. O üç gün (erken) terk ettiği için Cenâb-ı Hak bir ceza verdi. O balığın karnında:
لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ
(“…Sen’den başka hiçbir ilâh yoktur. Sen’i tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum!” [el-Enbiyâ, 87]) diye dua etti.
Demek ki bu duâ da çok mühim. İşlediğimiz birtakım taksirâta, gaflete karşı bu duâyı okumamızda -inşâallah- büyük fayda var.
Diğer taraftan, zâhirî bakımdan olarak bir misal burada:
İskenderiye Mukavkısı Peygamber Efendimiz’e pek çok hediye ile birlikte bir doktor gönderdi. Doktor bir müddet kaldı. Baktı hiç hasta yok. Efendimiz dedi ki doktora, hediyeler verdi doktora:
“–Ailenizin yanına dönebilirsiniz dedi. Çünkü biz, acıkmadıkça yemeyen bir kavimiz. Acıkmadıkça yemeyen bir kavimiz. Yediğimiz zaman da doyuncaya kadar yemeyiz.” buyurdu. (Halebî, İnsânu’l-Uyûn, III, 299)
Yine Efendimiz buyuruyor:
“Midenin üçte biri yemek, üçte biri su, üçte biri hava olacak.” (Bkz. Tirmizî, Zühd, 47)
Sıhhat alâmeti…
Yine sahâbî, başta Rasûlullah Efendimiz’i örnek almak sûretiyle… Efendimiz ve ashâb-ı kirâm yemekle değil, yedirmekle doyarlardı. Demek ki bu da yedirmekle doymak da büyük bir şifa olmuş oluyor.
Yunus -aleyhisselâm-’ın duâsı:
“Sen’den başka hiçbir ilâh yoktur. Sen’i tenzîh ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum.” (el-Enbiyâ, 87)
Mâhiyeti itibariyle Yunus -aleyhisselâm-’ın çırpınması bu.
Yine bu bütün duâlarımız -şunu unutmayacağız- kabule muhtaç.
Yani biz; “dua ettim, şu kadar namaz kıldım, şu kadar şey yaptım…” Yine kul Cenâb-ı Hakk’a ilticâ hâlinde olacak. Cenâb-ı Hak:
“Eğer onun zikrini, istiğfarını eğer kabul etmeseydik onu balığın karnında kıyâmete kadar bırakırdık.” buyuruyor. (Bkz. es-Sâffât, 143-144)
Yine kalem sûresinde:
“Eğer nimetimiz yetişmeseydi (yani onun ettiği duâ-istiğfârı eğer kabul etmeseydik) onu kurak bir yere atardık.” buyuruyor Cenâb-ı Hak. (Bkz. el-Kalem, 48-49)
Demek ki bu hâdise de bize ibret. Demek ki ibadette kusur etmemeye gayret edeceğiz. Kulluğumuzu artırmaya, rûhâniyetimizi artırmaya gayret edeceğiz. Yine Cenâb-ı Hakk’a bir ilticâ hâlinde olacağız.
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, talebesine yazdığı bir mektupta:
“Oğlum diyor, bugüne kadar diyor, işlediğim diyor, hiçbir amel diyor, güvenmiyorum diyor. Benim son nefesim için dua et, ancak Allâh’ın rahmetine güveniyorum. Allâh’ın rahmetine sığınarak gidiyorum.” buyuruyor.
Velhâsıl insan bu KORONA hâdisesinden dolayı, insana büyük, Cenâb-ı Hak ders veriyor bütün dünyaya; insan aczini idrak edecek.
Cenâb-ı Hak şımaran Firavun’u Kızıldeniz’de helâk etti.
İlâhlık taslayan Nemrud’u topal bir sinekle helâk etti. Topal sinek, gözüken bir sinekti. Fakat virüs gözükmüyor.
Kibirli Ebrehe’yi, fillerden oluşan ordusunu küçük kuşlarla perişan etti. Yani o zaman sanki tanklar gibiydi o filler. O filler sanki yenilmezdi. Cenâb-ı Hak ufacık kuşlarla helâk etti.
Tarih boyunca bu tecellîler, görebilen gözler için daima var olmuştur.
1912 yılında -hâşâ- “bu gemiyi Allah bile batıramaz” dedikleri Titanic daha ilk seferinde bir buz dağına çarparak battı.
1986 yılında “meydan okuyan” adı verilen uzay mekiği fırlatıldıktan kısa bir süre sonra infilâk etti.
Şimdi ise gözle görülemeyen küçücük bir virüs, insanoğlunun acziyetini, diğer taraftan Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudret ve azametini tefekkür ettiriyor.
Âyet-i kerîme, o kıyâmetin bir dehşetini hatırlatıyor:
يَقُولُ الْاِنْسَانُ يَوْمَئِذٍ اَيْنَ الْمَفَرُّ
“O gün insan «Kaçacak yer neresidir?» diyecek.” (el-Kıyâme, 10)
Âyette:
“Hayır, hayır! (Kaçacak) sığınacak yer yoktur! O gün, varıp durulacak yer, sadece Rabbinin huzurudur.” (el-Kıyâme, 11-12)
Bugün baktığımız zaman, çok ufak, kritik bir an, ufak bir numune. İşte bugün dünyada kaçacak bir yer var mı virüsten? Cenâb-ı Hak âhirette olacak bir hâdisenin çok küçük bir zerre bir misalini veriyor. Herkes virüsten kaçmanın planını yapıyor, fakat kaçacak bir yer yok. Her yerden gelebilir. Bu hakikatle insan bir ölüm tefekkürü hâline girmesi lâzım.
Gerçi Cenâb-ı Hak o kadar misaller ihsân ediyor ki, meselâ her gece bir uykuya dalıyoruz. Bu bir ölüm tatbikâtı. Sabahleyin uyanıyoruz, “ba‘sü ba‘de’l-mevt” ölümden sonra bir diriliş sanki. Ölüm, herkes için mukadder bir son.
Bu sebeple kâinat kitabının sayfalarını iyi okuyabilmek lüzumlu. Fânîliği idrâk ederek yaşayabilmek zarûrî. Rabbimiz, kendisine dost olabilenler için hiçbir korku ve hüzün olmayacağını haber veriyor.
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
“…Onlar korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62)
Kimler onlar? Cenâb-ı Hak’la dost olanlar bu dünyada. Kimler o dost olanlar?
اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
(“…Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89])
Selîm bir kalple Rabbin huzuruna gidenler.
Nasıl insan doğduğu zaman tertemiz doğuyor; aynı o şekilde ibadet, muâmelât, muâşeret vs. ile Rabbin huzuruna tertemiz gidebilmek. Oradan Cennet’e bir davet çıkıyor, nefs-i mutmainneye:
“(Sâlih) kullarıma katıl ve Cennet’ime gir.” (el-Fecr, 29-30) buyuruyor Rabbimiz.
Mîrâc’ın esas gerekçesi:
Cenâb-ı Hak Peygamber’ine, yani Rasûlullah Efendimiz’e âyetlerinin bir kısmını, yani ilâhî azamet tecellîlerini göstermesi için bir Mîrac hâdisesi vukû buluyor.
İsrâ Sûresi’nin 1. âyette dikkat edilecek husus, bu bir “gece yürüyüşü”yle başlıyor. Âyet, bir tenzihle başlıyor. “سُبْحَانَ الَّذِي” yani Cenâb-ı Hak her türlü noksan ve sınırlı sıfatlardan münezzeh. Her türlü mükemmel sonsuz sıfatlarla muttasıf, bir idrâk ötesi… Cenâb-ı Hak kendi gücünün insan idrâkinin çok ötesinde olduğunu bildiriyor:
“De ki (Kehf Sûresi’nde) Rabbinin sözlerini deryalar mürekkep olsa, ağaçlar kalem olsa, onlar tükenir, Rabbinin sözleri bitmeden önce deniz tükenecektir.” (Bkz. el-Kehf, 109)
Yine diğer bir âyette Lokman Sûresi’nde:
“Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, denizler de arkasından yedi deniz katıl(arak mürekkep ol)sa yine Allâh’ın sözleri (yazmakla) tükenmez. Şüphe yok ki Allah mutlak galip ve hikmet sahibidir.” (Lokman, 27)
Velhâsıl insan daima müteâl Allah… Cenâb-ı Hakk’ın sonsuzluğunu kul idrâk edecek, daima “Aman yâ Rabbi!” diyecek. Rabbini unutmayacak. Zaten zikir de bu. Zikir, Rabbini unutmaması. Neye insan baksa görse, hemen kalbi Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak; “Aman yâ Rabbi!” diyecek.
Bir çiçeğe baksa, kendinin mâzisine baksa, evlâdına baksa, Güneş’e-Ay’a baksa, atmosferdeki oksijen, değişmeyen oksijen-azota baksa… Yani her şey Cenâb-ı Hakk’ın zerreden küreye, bir atomun içine baksa… Proton, nötron, vs. onun içindeki kuvarslar vs. yok kadar… Nasıl bir santimetreküp içinde binlerce virüs varsa gözükmeyen, belki bir santimetreküp içinde binlerce atom var. Atomun içinde birçok maddeler var, birçok da bilinmeyenler var.
Velhâsıl en ufak bir madde bile bir sonsuzluk deryası, mikroda. Makro da öyle; bir sonu yok, ucu yok, müteâl…
İkincisi; Mîrac hâdisesinde, Rasûlullah Efendimiz bu yolculuğa çıkmadan önce “şakk-ı sadır” hâdisesi vukû buldu. Yani Efendimiz;
“Kâbe’nin yanında, Hicr mevkiinde göğsüm yarıldı, ilim ve hikmetle dolduruldu.” buyurmaktadır. (Bkz. Buharî, Bed’ül-Halk 6, Enbiyâ 22-43; Müslim, Îman 264)
Bu da göstermektedir ki mânevî yükseliş, kalbî sâfiyetle mümkün. Kalp, mücellâ bir ayna gibi olacak. Öyle bir kalp ki içinde nûr-i ilâhîden başka bir şey olmayacak. O zaman kalp, Kur’ân ve hikmetle derinleşecek.
عَلَّمَهُ الْبَيَانَ
(“Ona açıklamayı öğretti.” [er-Rahmân, 4])
Demek ki sırlar, hikmetler, o kalpte açılacak. Kalp, nefsânî arzulardan ve kesâfetten kurtulacak, esrâr-ı ilâhînin tecellîleri gönlü sarmaya başlayacak. Bunun için gönüllerin de bu sır ve esrardan, hikmetten nasîb alabilmesi için tezkiye ve tasfiyeden geçmesi zarûrî.
Cenâb-ı Hak:
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا
“Onu (nefsini) kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9] buyuruyor.
فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا
“(Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin olsun ki.” [eş-Şems, 8]
Kalp fücurdan kurtulacak, takvâda mesafe alacak.
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا
“Onu (nefsini) kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9]
Nefsânî arzulardan temizlenecek, kalp Cenâb-ı Hak’la beraberliği yaşayacak.
Yani nasıl Sakarya Karadeniz’e döküldüğü zaman, artık Karadeniz’de Sakarya’yı bulmak mümkün değil. Bu şekilde nefsî hayattan, nefsî arzulardan kul korunduğu zaman Cenâb-ı Hak’la dostluk başlıyor.
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(“…Kalpler ancak Allâh’ın zikriyle huzur bulur.” [er-Ra‘d, 28])
Kalpte, Cenâb-ı Hakk’ı anmak, büyük bir lezzet, büyük bir zevk hâline geliyor. Dünyevî lezzetler bitiyor.
Efendimiz’den dört hususiyet nakloldu, naklolmaya devam ediyor.
Birincisi; akvâl: Yani kaviller, sözler. Hadîs-i şerîflerde tespitli olarak geliyor.
Ef’âl: Fiiler, Efendimiz’in davranışları. Bunlar da hadislerde geliyor.
Takrîrât: Efendimiz’in görüp de yasaklamadığı şeyler. Bunlar da hadîs-i şerîflerde naklediliyor. Fakat;
Ahvâl: Yani Rasûlullah Efendimiz’in hâli. Bu da kalbin durumuna göre tecellî oluyor. Meselâ Ebû Bekir Efendimiz, zirve… “İkinin ikincisi” buyruluyor. (Bkz. et-Tevbe, 40) Efendimiz; “Kalbimde ne varsa Ebû Bekir’in kalbine ilkā ettim.” buyuruyor.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’a ise:
“Yâ Ali diyor, bana ne kadar çok benziyorsun diyor. Ben sendenim, sen Ben’densin.” diyor. (Bkz. Tirmizî, Mekâkıb, 21)
Bu silsileyle de, yani bir Güneş’e tutulan bir aynada gözükmesi gibi, aynadan aynaya, aynadan aynaya devam ediyor bu. Ayna eğer paslı değilse bu görüntü, bu feyz, bu rûhâniyet, Efendimiz’den gelen bu nefes-i Rahmânî devam ediyor, derece derece. Bu, kalbin mesafe katetmesine bağlı, kalbin mâsivâdan uzaklaşmasına bağlı.
Efendimiz, Yemen tarafına döndü:
“Ben dedi, buradan gelen nefes-i Rahmânî’yi duyuyorum.” buyurdu. (Taberânî, Kebîr, VII, 52/6358)
Hâlbuki kendisini görmedi Efendimiz’in. O da Efendimiz’i görmedi dünya gözüyle. Fakat nasıl bir kalbî yakınlık oldu Veysel Karanî ile:
“Ben Yemen’den gelen nefes-i Rahmânî’yi duyuyorum.” buyurdu. (Taberânî, Kebîr, VII, 52/6358)
Demek ki kalp Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla Rasûlullah Efendimiz’e ne kadar yaklaşırsa, o kadar Rahmânî nefesten o kulun gönlüne tecellîler olmaya başlıyor.
İşte o kul, o zaman irfan sahibi oluyor, ârif olmaya başlıyor. O kulda mârifetullah’tan… Yani kalpte ilâhî pencere açılıyor. Ufuklar genişliyor. Kul daima; -her gördüğü şey de Cenâb-ı Hakk’ı hatırlatıyor- “Aman yâ Rabbi!” diyor. “Ben”i unutuyor, “ben” demeyi unutuyor. Daima kul, “Yâ Rabbi Sen!” demeye başlıyor. “Sen yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi!” diyor.
Mûsâ -aleyhisselâm-’a mukaddes vâdi Tuvâ’da peygamberlik verildi. O sırada hanımı Safura doğum yapıyordu. Cenâb-ı Hak, Mûsâ -aleyhisselâm-’ı -Firavun azdı- Firavun’a tebliğe gönderdi. Tabi orada Safura Vâlidemiz mağaradaydı, doğum yapmıştı.
Mûsâ -aleyhisselâm- sordu:
“–Yâ Rabbi dedi, Safura’yı ne yapayım, yani nereye gideyim, nereye koyayım?” dedi.
Cenâb-ı Hak:
“–Yâ Mûsâ! Anan seni doğurup dünyaya attığı gün seni kim korudu buyurdu. Anan seni bir sandıkla Nil’e attığı zaman orada kim korudu? Firavun’un sarayında kim korudu? Medyen çöllerinde yalnız-garipken seni kim korudu?..”
Mûsâ -aleyhisselâm- daima:
“–Sen yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi!..” diyordu.
Velhâsıl kul “ben” demeyi unutacak. Çünkü “ben”de bir nefsâniyet var, enâniyet var. Kul daima; “Sen yâ Rabbi!..” diyecek. Muvaffak oldu; “Lûtfundur yâ Rabbi!” diyecek. Velhâsıl Rabbini unutmayacak.
Velhâsıl bu “yürüyüş” bir gecede oluyor. Cenâb-ı Hak gecede yürütüyor. Çünkü geceler de aynı zamanda mü’minler için büyük bir rahmet zamanı. Cenâb-ı Hak:
وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ buyuruyor.
“Seherlerde istiğfar ederler.” (Âl-i İmrân, 17) buyuruyor, kurtuluşu bildiriyor. Yine;
سَاجِدًا وَقَائِمًا
(“…(Geceleyin) secde ederek ve kıyamda durarak…” [ez-Zümer, 9]) buyuruyor.
Yine bu gecelerde, idrakte derinlik “bilenlerden olmak”, kalp açılıyor ilâhî esrâra.
Yine Cenâb-ı Hak:
سُجَّدًا وَقِيَامًا
(“…Secde ederek ve kıyamda durarak…” [el-Furkân, 64]) buyuruyor.
İlâhî rahmetin tecellî ettiği, “ibâdurrahman” olmuş oluyor. Rahmetin tecellî ettiği bir kul olmuş oluyor.
Dördüncü madde:
Cenâb-ı Hak “عَبْدُهُ/kulunu” müstesnâ bir şekilde yürüterek onu Allâh’ın sonsuz kudret ve saltanatını O’nun önüne sergiliyor.
An içinde sonsuz mesafeler… Bir an içinde. Zaman, asgarînin, asgarînin, asgarîsi; zaman yok kadar bir âna geliyor. Ve bir an içinde sonsuz mesafeler katediliyor. Yani Rasûlullah Efendimiz, âlem-i şuhûd’un dışına çıkartılıyor. Yani beşerin tahammül sınırının ötesine geçiriliyor.
Fâil-i Mutlak Cenâb-ı Hak. Güç daima O’na ait. Bu sebeple hiçbir muvaffakıyette “ben” demek yok, daima “Sen yâ Rabbi, Sen’in lûtfundur, Sen’in ihsânındır…” kul diyecek. Yani kendisinde bir varlık hissetmeyecek.
Efendimiz Mekke Fethi’ne giderken, hattâ Mekke’nin içine girerken şükran hâlindeydi. Sakalı devenin sırtına değecek hâldeydi:
اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ اِلّٰا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ
“Allâh’ım! Esas hayat, âhiret hayatıdır.” buyuruyordu. (Buhârî, Rikāk, 1)
Yani kul, âhireti unutmayacak. Bütün lûtuflar, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu.
Beşincisi:
Rasûlullah Efendimiz, Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürülmesi. Tarih boyunca pek çok peygamberin gönderildiği bu iki dînî merkez arasındaki sağlam bağı, daha da kuvvetli bir şekilde göstermiş olmaktadır. İki tane tevhid merkezi.
Yani bu esrâ hâdisesi, yürüyüş, iki tevhid merkezi arasında olmuş oluyor. Yani Âdem -aleyhisselâm-’dan Efendimiz’e kadar İslâm bütün semâvî dinleri şümûlüne alan, Hak katındaki tek dînin İslâm olduğunu ifade etmektedir.
Onun için İslâm zirvedir. Başkalarına benzemek;
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ
(“Gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil.” [el-Fâtiha, 7]) Îmânı zaafa uğratır.
Nitekim Rasûlullah Efendimiz, Mescid-i Aksâ’da bütün enbiyaya / bütün peygamberlere imâmette bulundu. Bu da bir başka tezâhürü.
Cenâb-ı Hak -inşâallah- Mescid-i Aksâ’ya da, bu mağsûb bir mescidimiz bu. Demek ki, buna biz sahip olamadık ki kaybettik.
Daima baktığımız zaman; fertte, ailede, toplumda, millette, eğer sahip olunmayınca el değiştiriyor. İnşâallah, Cenâb-ı Hak sahip olmayı nasîb eder, tekrar geriye avdet eder. O muhakkak geriye avdet edecektir.
Efendim; Mekke, Âdem -aleyhisselâm-’dan Peygamber Efendimiz’e kadar tevhid merkezi. Kudüs ise Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’dan Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’a tevhid merkezi. Demek ki bu iki tevhid merkezi arasında bir sefer olmuş oluyor.
Mîrac’daki mucizeler:
- Zaman ve mekân ortadan kaldırılıyor. İnsan, bütün mahlûkat, zaman ve mekânla mukayyed. Burada da zaman-mekân asgarînin asgarîsi, yok kadar bir zamana geliyor.
İkincisi: Zerreden küreye kâinat ilâhî bir vitrin. İlâhî azametin vitrini. Kudret akışlarının vitrini. İlâhî nakışların vitrini. Cenâb-ı Hak Rasûlullah Efendimiz’e bu vitrinlerin ancak bir kısmını seyrettiriyor. Cennet ve Cehennem gösteriliyor.
Mükâleme: “İki yay miktarı” buyuruyor. (Bkz. en-Necm, 9) Yani iki yay miktarı kadar Cenâb-ı Hak’la bir beraberlik oluyor.
Araplarda iki kavim anlaştığı zaman yaylarını üst üste koyarlardı. Oradan örf olarak “iki yay miktarı” gelmektedir. Burada, yani biz keyfiyetini bilemiyoruz. Bu Sidre-i Müntehâ’dan sonra Efendimiz’le Cenâb-ı Hak arasında böyle bir yakınlık meydana geldi.
Diğer olarak, ümmetine hediye Bakara Sûresi’nin son iki âyeti “Âmene’r-Rasûlü” indi. Burada:
“Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene îmân etti (yani ne inmişse îmân etti) mü’minler de îmân ettiler…” (el-Bakara, 285)
Efendimiz’in îmân ettiklerine mü’minler de îmân etti. Bir eksik olmayacak. Çünkü akâid bir zaaf istemez.
“…Her biri, Allâh’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere îmân ettiler. «Allâh’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayrım yapmazlar…” (el-Bakara, 285)
Çünkü diğer kavimler, bazı peygamberleri kabul etmiyorlardı. Fakat mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği bütün peygamberleri tasdik hâlinde olacak. “سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا” (işittik ve itaat ettik) diyecek. (Bkz. el-Bakara, 285)
“…Onlar; «Ey Rabbimiz! Affına sığındık, dönüş Sanadır.» dediler.” (el-Bakara, 285)
Devamında:
“Allah her şahsı ancak kendi gücü ölçüsünde mükellef kılar…” (el-Bakara, 286) Yani; “مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِهِ” (Gücümüzün yetmediği işler.) (Bkz. el-Bakara, 286)
Cenâb-ı Hak sana ne kadar yük şey vermişse, ihsan, ikram, güç, kuvvet; o kadar mes’ûlsün.
Yani her insanda değişik bu. Peygamberler de değişik. Meselâ mecaz olarak 25 kg. kaldıracak Cenâb-ı Hak sana bir nîmet vermişse, eğer sen 20 kg. kaldırırsan, o 5 kg.dan mes’ûlsün. Yok sana 40 kg.lık bir Cenâb-ı Hak güç vermişse, onun sen 38’ini kullanırsan, ikisini bırakmışsan, o ikisinden mes’ûlsün.
“مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِهِ” (Gücümüzün yetmediği işler.) (Bkz. el-Bakara, 286)
Cenâb-ı Hak tâkat fazlasını istemiyor. Fakat bütün mü’minlerden verdiği tâkati kıyamet günü isteyecek. Peygamberlerden de isteyecek. Onlarda tebliğden isteyecek. Onun için Efendimiz Vedâ Haccı’nda üç sefer elini kaldırdı:
“–Ümmetim dedi, tebliğ ettim mi?” dedi.
“–Tebliğ ettin yâ Rasûlâllah.” dediler.
Efendimiz üç sefer:
“Şâhid ol yâ Rabbi, şâhid ol yâ Rabbi, şâhid ol yâ Rabbi.” dedi. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56; İbn-i Mâce, Menâsik, 76, 84; Ahmed, V, 30; İbn-i Hişâm, IV, 275-276)
Yani Peygamber Efendimiz’de dahî, acaba bir, kullukta bir kusur oldu mu, diye bir endişe vardı.
Yine devamında:
“…Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) yine kendinedir…” (el-Bakara, 286) buyuruyor.
Yine Cenâb-ı Hak büyük bir merhametini bildiriyor:
“…Rabbimiz! Unutursak veya hatâya düşersek, bizi sorumlu tutma…” (el-Bakara, 286)
Demek ki unutmak… Tabi unutmamaya da gayret edeceğiz. Zira unutmak da büyük şey. Unutursak, tabi bunun da bir gafletten dolayı eğer unutursak, orada Cenâb-ı Hak:
“Allâh’ı unutan, Allâh’ın da kendilerini unutturduğu kişiler gibi olmayın…” (el-Haşr, 19) buyuruyor.
Yine ondan sonra bir ilticâ:
“…Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme!..” (el-Bakara, 286)
Demek ki ümmet-i Muhammed’e en hafif yük verdi kullukta.
“…Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme. (İlticâ.) Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim Mevlâ’mızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!” (el-Bakara, 286)
Yani Cenâb-ı Hak ne kadar demek ki ümmet-i Muhammed’i seviyor ki daima ona bir af kapılarını açıyor.
Tabi bu mes’ûliyet… Kul da mes’ûliyetini unutmayacak.
Efendimiz buyuruyor, Buhârî hadîsi:
“Bakara Sûresi’nin sonunda iki âyet vardır ki, bir gecede okuyana o âyet yeter. (Yani her gece yatmadan evvel bir Bakara Sûresi, yani Âmene’r-Rasûlü’yü okumamızı Rasûlullah Efendimiz arzu ediyor.) Onu her türlü kötülüklerden korur.” buyuruyor. (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân 10; Müslim, Müsâfirîn 255)
Tabi Tebâreke okumak da çok mühim. O da kabir azâbına karşı, kabir şiddetine karşı bir korunma olmuş olduğunu Efendimiz bildiriyor.
Necm Sûresi’nde:
“Andolsun onu Sidre-i Müntehâ’nın (yani yaratılmış âleminin son noktasının) yanında önceden bir defa daha görmüştü.” (en-Necm, 13-14)
Yani orada bir Cebrâil’i gösteriyor. Cebrâil’i bir sefer görüyor, bütün semâyı kaplamıştı. Bir de orada gösteriyor. 600 kanadıyla bütün semâyı kaplamıştı.
Yani insan düşünecek, bir mikroyu düşünecek, bir virüsü düşünecek, ne kadar küçük varlık. Bir atomu düşünecek, ne kadar bir, yokun yoku kadar bir varlık. Bir de cesim varlıkları düşünecek. Orada Cebrâil, 600 kanadıyla gözüküyor, bütün semâyı kaplamıştı.
Orada Efendimiz Sidre’nin yanında gördüğü Cebrâil’i 600 kanadıyla birlikte görmüştü, Müslim hadîs-i şerîfi. (Bkz. Müslim, Îman, 280)
Yani Sidre-i Müntehâ, en son hayret makamı. En son hayret makamı olduğunu ifade ediyor. Yani akılların daha fazla hayret tasavvur edemeyecek derecede hayrette kaldıkları bir makam.
Bu Sidre-i Müntehâ’da Cebrâil:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Buradan öteye yalnız gideceksin.” dedi.
Efendimiz:
“–Niçin Cebrâil?” diye sordu. O da cevaben:
“–Cenâb-ı Hak bana buraya kadar çıkma izni vermiştir. Eğer buradan ileriye bir adım atarsam yanar kül olurum.” dedi. (Bkz. Râzî, XXVIII, 251)
Yani insanların en yücesi Rasûlullah Efendimiz. Meleklerin en yücesi Cebrâil, fakat daima insan, meleğin daha ötesinde. Hangi insan? İç âlemini temizleyen, Allâh’a kul olan, mârifetullahtan nasîb alan bir mü’min, demek ki meleklerden daha öteye geçiyor. Çünkü meleklerde nefs yok.
Ondan sonra buyruluyor:
“Cennetü’l-Me’vâ da O’nun yanındadır.” (en-Necm, 15)
Cennetü’l-Me’vâ neresidir? Müttakîlerin ve şühedânın varacağı Cennet. Demek ki orada Rasûlullah Efendimiz’e bu Cennetü’l-Me’vâ, müttakîlerin ve şühedânın varacakları Cennet gösteriliyor. Burada müttakîlerin derecesi gösteriliyor. Müttakî olmak da çok mühim.
Muaz’ı Efendimiz Yemen’e gönderdi. Gönderirken dedi ki:
“–Muaz dedi, bak dedi, bir daha dünyada seninle görüşemeyeceğiz artık dedi. Tekrar sen Medîne’ye döneceksin dedi, fakat ben olmayacağım o zaman dedi. Umulur ki dedi, kabrim şurada olacak.” dedi.
Muaz ağlamaya başladı. Rasûlullah Efendimiz:
“–Ağlama dedi, ağlama Muaz dedi. Bana en yakınlar müttakîlerdir. Hangi zaman, hangi mekânda olursa olsun, Bana en yakın, müttakîlerdir.” buyurdu. (Bkz. Ahmed, V, 235; Heysemî, IX, 22)
“Sidreyi kaplayan kaplamıştı. (Gördüğü hârikulâde şeyler karşısında) gözü kaymadı, sınırı aşmadı.” (en-Necm, 16-17)
Cenâb-ı Hak öyle Efendimiz’e güç… Herhâlde Mûsâ -aleyhisselâm-’da bu olmadı. Mûsâ -aleyhisselâm- bir mükâlemede kendinden geçti:
“Yâ Rabbi, Sen’i göreceğim.” dedi.
Ondan sonra Cenâb-ı Hak buyuruyor Necm Sûresi’nde:
“Andolsun o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü.” (en-Necm, 18)
Yani Mûsâ -aleyhisselâm- bir tecellî karşısında bayıldı, fakat Rasûlullah Efendimiz bayılmadı. Orada büyük âyetlerin ancak bir kısmını gördü. Efendimiz, beşer idrâkinin ötesinde hârikulâde şeylerle karşılaştı.
Bir rivâyette Rasûlullah Efendimiz o gece Cenâb-ı Hakk’ın nûrunu gördü. Allâh’ın varlığını, kudret ve azametini gösteren delilleri de gördü. İlâhî azamet tecellîleri…
İki; Cebrâil’i gök ile yer arasını doldurmuş hâlde Refref’ten bir elbise içinde gördü. (Tirmizî, Tefsir 53/3283)
Tabi Refref’in de ne olduğu tam olarak belli değil. Örtü olarak bildiriliyor, bir kürsü olarak bildiriliyor, muhtelif, tam olarak bilinmiyor. Fakat Refref olarak, Refref’ten bir elbise içinde görmüştür buyuruyor. Zaten Sidre’den sonra da Efendimiz o Refref’le devam edecek.
Üçüncüsü; bundan sonra Rasûlullah İsrâ ve Mîrac gecesinin gidişinde-dönüşünde gördüğü hârikulâde şeylerdir. Beşer idrâkinin seyredemeyeceği, göremeyeceği şeyleri idrâk etti ve gördü Efendimiz.
Yine burada mâzî, muzârî, hâl, aynı hâle geliyor, birbirine yaklaşıyor. Efendimiz buyuruyor:
“O gece göğe yükseltildim, öyle bir makâma çıktım ki, orada kalemlerin gıcırtılarını duyuyordum.” (Buhârî, Salât, 1)
Kaderi yazan kalemin. Tabi bu nasıl kalem, nasıl gıcırtı?.. Yani intibâlarla, dünyevî intibâlarla bildiriliyor. Kalemin gıcırtılarını duydum buyuruyor Efendimiz. Yani kâinâtın mukadderâtını yazan kalemlerin seslerini işitti. Orada muhakkak, bu zamanımızdaki virüs de vardı o kalemin yazdıklarında. İdrâk ötesi hakîkatlere muttalî oldum, buyuruyor.
Yine Buhârî nakli:
“Burak ile Beytü’l-Makdis’e vardıktan sonra, büyük, sert bir kaya üzerinden semâya çıktı Efendimiz. Peygamberlere namaz kıldırdı. Bugünkü ayak izi de semâya çıkarken kayada kalan iz olduğu rivâyeti vardır.”
Yani öyle olduğu rivâyeti vardır, tam olarak bilemiyoruz tabi.
Yedinci gökte İbrahim -aleyhisselâm- ile görüştü. İbrahim -aleyhisselâm- O’na:
“–Sâlih oğul, hoş geldin! Sâlih Peygamber, hoş geldin!” dedi.
Mîrac’da Efendimiz’e semâ kapıları açıldı. O’nun nübüvvetinin, sadece Mekke’de Kureyş ve Sakîf ile sınırlı olmadığı, bütün Cihânın Nebîsi ve Âlemlerin Efendisi olduğu gösterildi. Yani âlemde O, Kâinâtın Efendisi. Ebediyet âleminde Cennetlerin Efendisi.
Bir mü’min de, takvâsı O’na benzediği kadarıyla Cenâb-ı Hakk’ın indinde mûteber ve güzel bir kul oluyor.
Ashâb-ı kirâm buyurdu ki:
“Bizi en çok sevindiren (yüz binlerce hadis içinde)
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ
“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Bkz. Müslim, Birr, 163)
Sahâbî, Efendimiz’i gördü, bir âbide seyretti, hayran oldu. Dünyevî lezzetler eridi, bitti, mum oldu. Rasûlullah Efendimiz’in, O’nunla beraber olmanın lezzeti, bütün lezzetleri bertaraf etti.
Efendimiz, Sevban’ı mahzun görüyor:
“–Sevban diyor, nedir derdin diyor. Seni bu gama sürükleyen nedir?” diyor.
Sevban:
“–Yâ Rasûlâllah diyor, Sen’inle beraber olduğum zaman, sohbette hâlden hâle geliyorum diyor. Düşünüyorum; ya Sen benden evvel vefat edeceksin, yahut da ben Sen’den evvel vefat edeceğim, intikâl edeceğim. Sen orada peygamberlerin en yücesisin, en yüce makamda olacaksın. Ben ise kıyamette nerede savrulacağım, onu bilmiyorum. Bunu düşününce ben hüzünden hüzne geçiyorum. Mahzun oluyorum. Mağmum oluyorum.” dedi.
Efendimiz biraz sükût etti. Ondan sonra:
“–Sevban;
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ
“Kişi sevdiği ile beraberdir Sevban.” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 96)
İşte ashâb-ı kirâmı en çok sevindiren hadîs-i şerîf de bu hadîs-i şerîf oldu.
Onun için her, daima şunu ashâb-ı kirâm bir idrâk hâlinde yaşadı:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- benim yanımda olsaydı, benim bu hâlime tebessüm eder miydi, üzülür müydü? Allah benim bu hâlimden râzı mı?..”
Daima sorgulayan bir toplum meydana geldi.
Yine Cebrâil’in üç îkâzı vardır: Biri;
“Anne-babası ihtiyarlar, yaşlanır; ihmâl eder. Rahmetten uzak olsun.” buyuruyor Efendimiz’e. İkincisi;
“Yâ Rasûlâllah! Sen’in ismin geçer, bîgâne kalır, o da rahmetten uzak olsun!” dedi.
Üçüncüsü;
“Ramazân-ı Şerîf’e girer, şuursuz bir Ramazân-ı Şerîf geçirir, o da rahmetten uzak olsun!” dedi. (Hâkim, Müstedrek, IV, 170)
Yani burada Ramazan mühim, anne-baba mühim, en mühimi Rasûlullah Efendimiz’le yakınlığımız mühim. O’na kalben yaklaşabilmemiz mühim. Her hâlimizde bir tefekkür hâlinde olacağız ashâb-ı kirâm gibi.
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ
(“Kişi sevdiği ile beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96]) hadîs-i şerîfine nâil olabilmek için; “Acaba Allah Rasûlü benim yanımda olsaydı benim bu hâlime ne kadar tebessüm ederdi?..”
Velhâsıl Mîrac, insanî tekâmülün varabileceği son nokta. Son nokta gösterildi. Yani insanın mânevî yükseliş hududunun ne olduğu beyan edildi. Vuslatın zirvesine ancak kullukla çıkılabilir. Onun için “عَبْدُهُ وَ رَسُولُهُ” Efendimiz, “Kulu ve Rasûl’ü.” Demek ki en mühim, “abdiyet” makamı.
Yaratılış;
لِيَعْبُدُونِ (“…Bana (Allâhʼa) kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56])
لِيَعْرِفُونِ (Ben’i (Allâhʼı) bilsinler diye. [İbn-i Kesîr, IV, 255])
Allâh’a kul olmak ve Allâh’ı kalpte tanıyabilmek.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- İsrâ ve Mîrac’ta yüksek derecelere, yüksek makamlara ulaştığında Allah Teâlâ vahyetti ki:
“–Ey Rasûl’üm! Sen’i neyle şereflendireyim?”
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Yâ Rabbi! Sana kul olma nisbetiyle, (Sana kul olma şerefiyle beni şereflendir) Rabbim!” dedi. Bunun üzerine, İsrâ Sûresi’nin ilk âyeti inzâl oldu. (Âlûsî, XV, 4)
Üçüncü merhale: Sidre-i Müntehâ’dan sonra Refref’le vukû buldu. Sidre’den sonraki mesafe, “iki yay miktarı” keyfiyeti. (Bkz. en-Necm, 9) Fakat bu keyfiyet Habîb ile Mahbûb arasında, meçhul bizim için. Ümmete mahrem bu mevzu. Onun için Refref’ten sonraki, Sidre-i Müntehâ’dan sonraki bize fazla bir nakil yok. O tarafı biz bilemiyoruz. Orası, beşer idrâkinin ötesinde.
Sadece burada, namaz farz oldu. Her ibadet Cebrâil’le farz oldu. Sırf namaz, Cebrâil’siz, doğrudan doğruya Efendimiz vâsıtasıyla farz oldu. Bu da namazda ayrı bir sır olduğunu bulunduğunu gösteriyor. Cenâb-ı Hak:
“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.
اَلصَّلَاةُ عِمَادُ الدِّينِ
(“…Namaz dînin direğidir.”) buyruluyor. (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, IV, 300/2550)
Yani onunla kazanılan kemâlât, hiçbir ibadetle kazanılamaz. Namaz, kulu Mevlâ’nın vuslat deryasına götüren ibadet pınarlarının en ehemmiyetlisi. Cenâb-ı Hak:
“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.
İslâmî ibadetler içinde namazın rütbesi, âhiret nîmetleri içinde zirve teşkil eden ru’yetullah, yani Cenâb-ı Hakk’ı müşâhede etme makâmı gibidir buyruluyor. Cenâb-ı Hak:
“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.
“Namaz mü’minin mîrâcıdır.” (Süyûtî, Şerhu İbn-i Mâce, I, 313)
Yani kulların Cenâb-ı Hakk’a yakınlığı, huşû ile kıldığı, öyle bir secdenin olduğu namazla olmuş oluyor.
Âişe Vâlidemiz buyuruyor:
“Efendimiz namaza durduğu zaman, yüreğinden kazan kaynaması gibi bir ses duyardık buyuruyor. Ezan okunduğu zaman Allâh’ın huzûruna çıkacağı için etrafındakileri tanımaz hâle gelirdi.” buyuruyor. (Ebû Dâvûd, Salât, 157; Nesâî, Sehv, 18)
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- baldırından bir ok yedi. Ancak namazda çıkarabildiler.
Hazret-i Ömer’i bir mecûsî mızrakla yaralamıştı. Devamlı kan kaybediyordu. Kalkamadı, uyandıramadılar. Bir kişi:
“–Ömer dedi, yâ Halîfe dedi, namaz geçiyor.” dedi.
Ömer -radıyallâhu anh- kalktı:
“–Namaz dedi, namazsız müslümanlık olmaz!” buyurdu.
Onun için bir annenin-babanın evlâdına vereceği en büyük ikram, onun ufak yaşta namaza hazırlanmasıdır.
Ahmed ibn-i Hanbel Hazretleri anlatıyor:
“Annem beni diyor on yaşındayken hâfız etti diyor. Bağdat geceleri çok soğuk olurdu diyor. Bana diyor, sabahları su ısıtırdı, o sıcak suyla abdest aldırırdı bana. Kendisi örtüye bürünürdü, beni mescidin kapısına kadar götürürdü.” buyuruyor. (Bkz. Ali el-Karnî, Durûs, XXVI, 4, XLIII, 21)
Tabi bu, annenin verdiği ehemmiyet, annenin verdiği gayret, takvâ; evlâdı Ahmed ibn-i Hanbel oluyor.
Efendim; tabi namazlar çok. Farz namazlar var, sünnet namazlar var. Nâfile, duhâ, evvâbîn, teheccüd, teravih, hâcet, şükür, husuf, küsuf ve vudû namazları var.
Tabi bunların, farz namazlar dışında sünnet namazlar. Tabi bu, nâfile namazlar Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıran ibadetler olmuş oluyor. Cenâb-ı Hak:
“Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin…” (el-Bakara, 45) buyuruyor.
Sâre Vâlidemiz, Firavun sarayında tam tecavüze yeltendiği zaman, iki rekât hemen namaz kılmakla kendini kurtardı. Firavun geldi, eli-ayağı titremeye başladı. “Bu kadın bana sihir mi yaptı, hemen bunu çıkarın, gönderin, hattâ Hacer’i de yanına verin ki buradan uzaklaşsın.” dedi.
Tabi bu, kılınan namazın vecdine, istiğrâkına bağlı. Yani bir vecd ile bin secde edebilmek. Yani o vecdi duyabilmek. O istiğrâkı duyabilmek. Namaz o!.. Zor bir ibadet namaz. Fakat o zorluğunun mukâbilinde fahşâ ve münkerden namaz kulu koruyor.
Yani Efendimiz, “Gözümün nûru.” buyuruyor. (Bkz. Nesâî, İşretü’n-Nisâ, 1)
Yine:
“Mü’minler felâh buldu, onlar ki namazlarını huşû ile kılarlar.” (el-Mü’minûn, 1-2) buyruluyor.
Bir kişi geldi. Efendimiz’e dedi ki:
“–Yâ Rasûlâllah! Bana dîni öğret, ama kısa ve öz olsun.” dedi. O şekilde bana dîni öğret, dedi.
Efendimiz buyurdu ki:
“–Namaza kalktığında, dünyaya veda eden bir kimse gibi namaz kıl. Namaza kalktığında, dünyaya veda eden bir kişi gibi namaz kıl.”
İki:
“–Özür dilemen gereken bir söz söyleme.”
Yani düşün, ondan sonra konuş. “Özür dilemen gereken bir söz söyleme.”
Üçüncüsü:
“–İnsanların elinde bulunan şeylerden ümidini kes…” buyurdu. (İbn-i Mâce, Zühd, 15; Ahmed, V, 412) Tevekkül ve teslim hâlinde olmamız.
Diğer taraftan yine namaz, bedenin kıblesi Kâbe, kalbin kıblesi Cenâb-ı Hak olacak. Tabi her zaman o…
Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’da bu dert vardı; bir takvâ ile namaz, zürriyetinin de bu şekilde namaz kılması:
“Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri devamlı namaz kılanlardan eyle. Ey Rabbim! Duâmı kabul eyle.” (İbrahim, 40)
Demek ki bir annenin-babanın derdi bu olacak. Evlâdının bir Allah yolunda olması, bir takvâ sahibi olması. Bunun için emek verecek.
Yine bu hadîs-i şerîfi de nakledeyim, bunu Tirmizî naklediyor:
“En hayırlı ameliniz namazdır.” buyuruyor Muvatta’da. (Muvatta’, Tahâret, 6)
“Kıyamet günü kulun hesaba çekileceği ilk amel, namazdır. Eğer kul, namazlarını Allâh’ın istediği şekilde edâ etmişse felâha erer. Maksuduna nâil olur. Namazlarını edâ etmemiş veya gafletle kılmışsa kaybeder, hüsrana uğrar. Şayet farzlardan bir şey noksan olursa Allah -celle celâlühû- Rabbimiz:
«Kulumun nâfile namazları var mı, ona bakınız.» buyurur. Farzların eksikliği nâfilelerle tamamlanır. Sonra kul diğer amellerinden de bu minval üzere hesaba çekilir.” (Tirmizî, Salât, 188/413; Nesâî, Salât, 9/462)
“En hayırlı amel, vaktinde kılınan namazdır.” buyuruyor Efendimiz. (Tirmizî, Salât, 13/170; Ebû Dâvûd, Salât, 9/426)
Yine Efendimiz’in tavsiyelerinden:
“Sevban diyor, çok çok secde etmeye bak…” diyor. (Müslim, Salât, 225)
Yine Ebû Firâs var. Bu, Efendimiz’e su getirirdi geceleri. Efendimiz abdest alırdı, temizlik yapardı. Bir gün:
“–Ebû Firas dedi, ben herkese mukâbilini verdim, sana veremedim dedi. Dünyaya ait ne dilersen dile.” dedi.
“–Yok dedi o da, yâ Rasûlâllah, dünyadan hiçbir şey dilemiyorum dedi. Ben Sen’den, âhirette beraber olmamı istiyorum.” dedi.
Ebû Firâs’a:
“–Çok zor şey istedin.” dedi. Efendimiz’in makamı bütün peygamberlerin üzerinde.
“–Yok dedi yâ Rasûlâllah, istemiyorum dünyalık bir şey.”
“–O zaman Ebû Firâs dedi, çok çok secde ederek bana yardımcı ol.” buyurdu. (Bkz. Müslim, Salât, 226)
Bu gece de demek ki bir namazın farz olduğu bir gece. Kazâ namazlarımız vs. gafletle kıldığımız namazlarımız oldu. Belki birtakım âdâbına uymayarak kıldığımız namazlar oldu. Demek ki gecemiz, bir namaz gecesi olmuş oluyor.
Yine bir de bugüne ait, bu, Müddessir Sûresi’nde bu Sekar Cehennem’ine girenler, onlar perişan hâlde. Cennetlikler uzaktan seslenirler:
“–Siz niçin Cehennemliksiniz?” derler. Cenâb-ı Hak peygamber gönderiyor, Kitap gönderiyor, kâinat ilâhî bir kitap.
“–Siz niçin Cehennemliksiniz?” derler.
Onlar da -birinci madde-:
“–Biz namaz kılanlardan değildik.” derler.
Tabi bu çok zor kıyamette. Ananın-babanın evlâdından ayrılacağı gün.
وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ
(“Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” [Yâsîn, 59])
“Siz mücrimler, bu tarafa!” denilecek. “Siz Cehennem yolcususunuz.” diyecekler.
“–Biz namaz kılanlardan değildik.” diyecekler.
İkincisi:
“–Biz açları doyuranlardan değildik.” diyecekler.
Bugün dünyanın merhametsizliği, merhamet yoksulluğu, hodgâmlık…
Üçüncüsü, yine bugün iptilâ olduğumuz:
“–Gaflete dalanlarla beraberdik.” diyecekler.
Cep telefonları, girip çıkıyor vs. internetin-televizyonun yanlış sokakları, deizm, feminizm, birtakım fitneler… Onların bir selde sürüklenen kütükler gibi maalesef nesil gidiyor.
Dördüncüsü:
“–İnkâr edenlerden olduk.” diyor. Aynı câhiliye devri.
عَنِ النَّبَاِ الْعَظِيمِ
(“Büyük haberden.” [en-Nebe, 2])
Yani büyük haberi kabul etmeyen, âhiret haberini kabul etmeyenlerden olduk, diyor.
“–Ölüm de geldi çattı.” diyorlar. Allah korusun, hafazanallah… (Bkz. el-Müddessir, 40-47)
Efendim, burada, manzaralar var. Bu manzaralardan birkaçı, kaderi yazan kalemin gıcırtılarını duyması. Keyfiyeti meçhul.
İkincisi:
Burada Abdurrahman ibn-i Avf’ı gördüm diyor. Emekleyerek gidiyordu, giriyordu Cennet’e diyor. Yani çocuklar gibi makadı üzerinde gidiyordu diyor.
“–Niçin bu kadar ağır geliyorsun Abdurrahman bin Avf?” dedim kendisine. O da dedi ki:
“–Yâ Rasûlâllah! Malımın hesabı dolayısıyla, çocukları bile ihtiyarlatacak kadar ağır sıkıntılar geçirdim. Öyle ki bir daha Siz’i göremeyeceğimi zannettim diyor. Fakat Sen’i görünce yâ Rasûlâllah çok sevindim.” buyuruyor. Aşere-i mübeşşeredendi. Bunu Muhammed Pârsâ Hazretleri Faslu’l-Hitâb’da bildiriyor. (Bkz. Muhammed Pârsâ, Faslu’l-Hıtâb, s. 403)
Yine;
“Bir toplum gördüm buyuruyor. Dudakları deve dudağı gibiydi. Bazı memurlar onların dudaklarını kesiyor, ağızlarına ateşten taş atıyorlardı. Ateşten taş koyuyorlardı. Bu taşlar onların makadlarından çıkıyordu. Ağızlarından giriyor, makadlarından çıkıyordu.
«–Ey Cibrîl! Bunlar kimdir?» diye sordum.
«–Bunlar yetim malını haksızlıkla yiyenlerdir.»” (Taberî, XV, 18-19)
Tabi burada şu da benim hatırıma geldi şimdi:
Meselâ ecdad devamlı vakıflar kurdu, vakıflarda bulundu. Tabi bu, eğer bu vakıflarda, tabi burada yetimler vakfı da vardı. Eytam, erâmil vakıfları da vardı. Yani bir de bunları düşündürücü bir hâdise bu.
“–Yetim malını haksızlıkla yiyenlerdir.” Ağızdan veriliyor taşlar, makaddan çıkıyordu. Oradaki cezalar yani… (Bkz. Taberî, XV, 18-19)
Yine; “Sonra bir topluluk gördüm ki derilerinden sırım kesiliyor, ağızlarına veriliyordu.
«–Yediğiniz gibi yiyin!» diyorlardı. Bunların kim olduğunu sordum:
«–Bunlar, (o dedikoducular) fitneciler, insanların etlerini yerler, dedikodu ederler. Sövmekle ırz ve namuslarına saldırırlar.» dedi.” (Bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 35/4878; Ahmed, III, 224)
“Bir topluluk daha gördüm. Bunlar, önlerinde güzel kebaplar olduğu hâlde bırakıp ötede leşlere saldırıp yemeye çalışıyorlardı.
«–Bunlar kimdir?»
«–Bunlar helâl kadını bırakıp harama giden zinâkârlardır.»” (Bkz. Heysemî, I, 67-68)
Efendim, bir gün sabah namazına gidiyorduk. Başımızdan geçen bir hâdise; baktım bir kedi, önünde bir fare. Fare de korkudan dikilmiş duruyor böyle, kedi de bana ters ters bakıyordu, acaba beni kovalayacak mı, bu fareden ben mahrum kalacak mıyım diye. Yani kedinin önüne bir kebap koysan oradan o kebabı bırakır, o fareye doğru koşar.
Çok ibretlidir: “Onlar helâl kıldığımızı bırakıp harama giden zinâkârlardır.” (Bkz. Heysemî, I, 67-68)
Yani nikâhsız yaşayanlar. Bugün de maalesef bu da bir fitne hâlinde yayılıyor -Allah korusun-.
“Sonra, karınları evler gibi şişmiş insanlar gördüm. Bunlar da faiz yiyenlerdi. Tefeciler ve faiz yiyenlerdi.” (İbn-i Mâce, Ticârât, 58/2273)
“Onların misli, kendilerini şeytan çarpmış olan kimseler gibidir.” buyruluyor. (Bkz. el-Bakara, 275)
Yine devam ediyor.
“Birtakım da kadınlar gördüm, bunlar göğüslerinden asılmıştı. Birtakım kadınlar da baş aşağı, onlar da baş aşağı ayaklarından asılmış gördüm. Bunların kim olduğunu sordum:
«–Bunlar zinâ eden, çocuklarını öldüren kadınlardır.»”
Bugün de kürtaj kasaplarını düşünmek lâzım.
Bu çok ibretli bir hadîs-i şerîf. Buhârî ve Müslim hadîs-i şerîfi:
“(Mîrac esnâsında) Cennet’in kapısında durup içeri baktım. Oraya girenler ekseriyâ fakirlerdi. Zenginler (hesap vermek için) mahpus idiler, bekliyorlardı. Bunlardan Cehennemlik olanların ise ateşe atılmaları emredildi (Cehennemliklerin). Cehennem’in kapısında durdum, oraya girenlerin ekseriyeti kadınlardı.” (Buhârî, Rikāk, 51; Müslim, Zühd, 93)
Şimdi; kadınlara Cenâb-ı Hak yüksek hissiyat veriyor. Hem müsbette hem menfîde. Baktığımız zaman toplumları idlâl eden kadınları görüyoruz. Meselâ Semud Kavmi’nde görüyoruz; iki kadın, koca bir kavmi ifsâd ediyor.
Fakat diğer taraftan ihyâ edenler de yine kadınlar. Zaferlere baktığımız zaman da, devamlı o sâliha anneler var, evlâtlarını kınalayarak gönderen.
Yine Efendimiz buyuruyor:
“Dünyanızdan üç şey sevdirildi. Onlardan biri de sâliha hanımdır.” buyuruyor. (Bkz. Nesaî, İşretü’n-Nisâ, 10)
Yine Efendimiz buyuruyor:
“Cennet, sâliha hanımların ayaklarının altındadır.” buyuruyor. (Ahmed, III, 429; Nesâî, Cihâd, 6)
Demek ki evlâtlarımız, kız yavrularımızı ne kadar bir sâliha olarak yetiştireceğiz ki -inşâallah- onlara müthiş bir istikbal hazırlamış olacağız. Aksi hâlde “uydum kalabalığa” diye bırakırsak, âkıbet kötü oluyor demek ki.
Yine, Ebû Bekir Efendimiz’e burada “Sıddık” sıfatı veriliyor.
“–Ebû Bekir diyorlar, bunu kabul edecek misin? Bak tâ sonsuza çıkmış, geldiğini söylüyor.”
Ebû Bekir Efendimiz buyuruyor ki:
“–Ben O’nun bundan daha ötesini tasdik ediyorum. Sen bunu söylüyorsun bana -Ebû Cehil’e diyor- ben diyor O’nun çok daha ötesini tasdik ediyorum. Sabah-akşam getirdiği âyetleri tasdik ediyorum. O haberleri gönderen, kendisini oralara götürmekten âciz midir?” buyuruyor. Sen bu kadar ahmak mısın demek istiyor Ebû Bekir Efendimiz. (Bkz. İbn-i Hişâm, II, 5) Mîrac şeyleri…
Bu Mîrac gecesinde Sâmi Efendi’nin Duâlar ve Zikirler adlı kitabında 12 rekât nâfile namaz kılmayı müstahsen görüyor. Yani onun bir hayra vesîle olacağını… Yine burada istiğfarlar filân var. Fakat esas benim şahsî kanaatim; ilk defa borçlar ödenecek, eğer kazâ namazlarımız varsa -inşâallah- bu gece kazâ namazı borcu kılalım. Yine gâfilâne kıldığımız namazlar vardır. Yine bir tahârete zaman zaman dikkat edemediğimiz, kıldığımız namazlar vardır. Bunlara -inşâallah- namaza, sadakaya, gariplere, kimsesizlere sadakaya, istiğfâra -inşâallah- bu gece ehemmiyet verelim -inşâallah-.
Efendim; Rabbimiz, Mîrac gecesini idrâk etmeyi… Bu Mîrac gecesini idrâk etmek, Rasûlullah Efendimiz’i daha yakından idrâk etmeyi, Kadir gecesi hâkezâ, Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eylesin.
Dünyaya musibet olan bu iptilâdan (virüs salgınından) Cenâb-ı Hak -inşâallah- merhametiyle, rahmetiyle ümmet-i Muhammed’i muhafaza eylesin. Bütün dünyanın da hidâyete ermesine bir vesîle olur, çünkü büyük bir îkâz-ı ilâhî. Bilmiyoruz ki dünya böyle bir iptilâyı şimdiye kadar kaç defa gördü?
Zaman zaman kavimler görüyoruz hâk ile yeksân olan, muhtelif hastalıklarla, muhtelif düşman işgalleriyle… Fakat bu, dünyayı yerinden oynatan, iktisâdî düzeni allak bullak eden büyük bir îkâz-ı ilâhî.
Cenâb-ı Hak -inşâallah- Rahman sıfatının tecellîsiyle -inşâallah- kısa zamanda bu gecenin -inşâallah- hürmetine, bertaraf olur -inşâallah-.
Duâmızın kabûlü niyâzıyla; Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..