Mevsimlik Değil, Ömürlük Bir Boykot Hassâsiyeti…

Genç Dergisi, Yıl: 2024 Ay: Ocak Sayı: 208

Muhterem Efendim, zâlim siyonistlerin, Gazzeli kardeşlerimize yaptıkları zulme alenen desteğini açıklayan bütün firmalara karşı dünya genelinde bir boykot uygulanıyor. Bir mü’minin bu konudaki hassâsiyeti nasıl olmalı? Neler söylemek istersiniz?

Evvelâ şunu ifade edeyim ki;

Kelime-i şehâdet getirerek İslâm dâiresine giren bir mü’minin, bu dâirenin dışında kalan her şeyden, elbette uzak durması îcâb eder. Meselâ Rabbimiz, neleri yiyip içebileceğimiz hususunda ölçüler koymuş. Giyim hususunda sınırlarımız var. Gözlerin bakışına konulmuş edep kâideleri var. Konuşurken dahî riâyet edilmesi gereken hassâsiyetler var. Hattâ bir mü’minin dâimâ sâdıklarla beraber olması ve zâlimlerden de uzak durması emredilmiş. (Bkz. et-Tevbe, 119; el-En‘âm, 68)

Dolayısıyla boykot, takvâ şuuruna sahip olan her müslümanın hayatında tabiî olarak bulunması gereken bir hassâsiyet. Zira ilâhî hudutlar ve şerʼî sınırlar dâimâ korunacak. Hubb-i fillâh ve buğz-i fillâh, yani Allah için sevip yine Allah için buğzetmek, müʼminin hayat düsturu olacak. Yine müslümanın hayatında, şeytana ve nefse karşı dâimâ bir boykot şuuru olacak. Şeytanlaşmış insanlara karşı da boykot ve protesto hâlinde olacak müʼmin.

Bugün ise din kardeşlerimize zulümde sınır tanımayan, sînelerinde kalp yerine rezil ve mülevves bir et parçası taşıdıklarını her geçen gün daha da ifşâ eden siyonist yahudîlerin ürünlerine boykot uygulamak, çok daha ehemmiyetli bir hâl almıştır.

Günümüzde yaşanan vahşet, soykırım ve zulümler, siyonist yahudîlerin nasıl da zâlim bir toplum olduğunu açıkça ortaya koydu.

Fakat bir taraftan da bu hâdiseler, yiyecek-içecekten giyim-kuşama, temizlik maddelerinden teknolojik ürünlere kadar iğneden ipliğe pek çok hususta gayr-i müslimlere nasıl da bağımlı hâle gelmiş olduğumuzu meydana çıkardı.

Hâlbuki mü’min; kendisine dayatılan yabancı menşeli ürünlere karşı -bugünkü gibi bir vahşet ve katliam mevzubahis olmasa bile- ömrü boyunca bir boykot titizliğine sahip olmalı. Bunu sadece birkaç günlük ve gelip geçici bir kızgınlıkla değil, akıl ve gönül sağlığını korumak, İslâm ve vatan düşmanlarına destek olmamak için dâimî şekilde yapmalı. Hattâ bunu bir hayat tarzı hâline getirmeli.

Bir hadîs-i şerîflerinde Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyuruyorlar:

“Sâde yaşamak îmandandır.” (Ebû Dâvûd, Tereccül, 1)

Nitekim ashâb-ı kirâm, sadece zayıf ve fakir oldukları dönemlerde değil, ülkeler fethedip geniş maddî imkânlara kavuştukları dönemlerde de zâhidâne yaşayışlarını terk etmemiş, mütevâzı bir hayat sürmeye devam etmişlerdir.

Unutmayalım ki;

“Zulmün sonu zevaldir.”

Vicdan sahibi gönüller, zulümlerin ilâhî yardımla hemen bitmesini, zâlimin bir an evvel kahrolmasını ve mazlumun da tez zamanda huzura kavuşmasını arzu ediyor. Fakat tarihe baktığımız zaman da görüyoruz ki, âlemlere rahmet olarak gönderilen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de müşriklerin nice zulümlerine mâruz kaldı, nice haksızlıklarına uğradı; fakat sabretti. Söylemesi dile kolay ama, tam on üç sene boyunca Mekke’de müşriklerin ağır ezâ ve cefâlarına katlandı. Sayısız musîbet ve felâketle karşılaştı.

Efendimizʼin rahle-i tedrisinde yetişen ashâb-ı kirâm da öyle… Bir misal olması kabîlinden zikredelim:

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, hilâfeti döneminde, ilk müslümanlardan olan Habbâb bin Eret -radıyallâhu anh-’a:

“–Allah yolunda çektiğin işkenceleri bize biraz anlatır mısın?” demişti.

Bunun üzerine Hazret-i Habbâb:

“–Ey Mü’minlerin Emîri, sırtıma bak!” dedi. Onun sırtına bakan Hazret-i Ömer:

“–Ömrümde böylesine harap edilmiş bir insan sırtı hiç görmemiştim.” diyerek hayretler içinde kaldı. Habbâb -radıyallâhu anh- şöyle devam etti:

“–Kâfirler ateş yakarlar ve beni elbisesiz olarak üzerine yatırırlardı. Ateş, ancak sırtımdan eriyen yağlarla sönerdi.” (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, Kâhire 1970, II, 115)

Müşrikler ateşte kızdırdıkları taşları Hazret-i Habbâb’ın sırtına yapıştırırlar ve işkencenin şiddetinden mübârek sahâbînin etleri dökülürdü. Buna rağmen yine de kâfirlerin istedikleri sözleri söylemezdi. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 114)

Zira îmânın lûtfettiği “vuslat” heyecanı ve şehâdet iştiyâkı, bütün dünyevî ıztırapları bertaraf ediyordu.

Habbâb bin Eret -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

Bir gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Kâbe’nin gölgesinde iken, yanına varıp kendisine müşriklerden gördüğümüz işkenceleri şikâyet tarzında anlattık. Ardından da bu işkencelerden kurtulmamız için Allah’tan yardım dilemesini talep ettik.

O da bize şöyle buyurdu:

“Sizden evvelki nesiller arasında, yakalanıp bir çukura konan, sonra testere ile baştan aşağı ikiye bölünen ve demir taraklarla etleri tırmıklanan, fakat yine de dîninden dönmeyen mü’minler olmuştur.

Allâh’a andolsun ki O, bu dîni tamamlayacak, hâkim kılacaktır. O derecede ki, bir kişi, Allah’tan ve koyunlarına kurt saldırmasından başka bir korku duymaksızın, San’a’dan Hadramut’a kadar emniyet içinde gidip gelebilecektir. Ne var ki siz sabırsızlanıyorsunuz!..” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 29, Menâkıb 25, İkrâh 1; Ebû Dâvûd, Cihâd, 97/2649)

İlk müslümanlardan daha niceleri böyle çile ve ıztıraplar içinde idi. Akla hayâle gelmedik işkencelere mâruz kalıyorlardı. Müşrikler onları, ayaklarından zincirle bağlayıp elbisesiz bir hâlde sürükleyerek, sıcağın en şiddetli olduğu saatlerde çöle çıkarıyorlar, üzerlerine büyük kaya parçaları koyuyorlar, şuurlarını kaybedip ne söylediklerini bilmez hâle getirinceye kadar onlara işkencenin her türlüsünü tatbik ediyorlardı. Boğazlarını sıkıyor ve öldüklerini zannedinceye kadar bırakmıyorlardı. (Bkz. İbn-i Mâce, Mukaddime, 11; Ahmed, I, 404)

Ashâb-ı kirâm, işte bu tahammül ötesi işkence ve zulümler altında dahî îmanlarını korudular, bu ilâhî nîmetin bizlere kadar ulaşması için malları ve canları pahasına gayret sarf ettiler. Onlar, İslâm nîmetinin azametini gerçek mânâda idrâk hâlinde idiler. Böylece her iki dünyada da izzetin kapısını aralamasını bildiler. Fânî ömürleri:

“Ey îmân edenler! Allah’tan, O’na yaraşır bir takvâ ile korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin!” (Âl-i İmrân, 102) emr-i ilâhîsi muhtevâsında nihâyet buldu. Böylece gerçek ve ebedî saâdete nâil oldular.

Bugün mazlum Gazze’de de bu gerçeği müşâhade ediyoruz. Îmânın, gönlü nasıl yüksek bir ufka taşıdığını göstermesi bakımından Gazze’de yaşanan şu hâdise ne kadar ibretli:

Bir muhâbir, evi yıkılmış, maddî bakımdan her şeyini kaybetmiş Filistinli kardeşimize şöyle soruyor:

“–Buğday yok, un yok, benzin yok, gaz yok, neredeyse hiçbir şeyiniz yok! Nasıl yaşayabiliyorsunuz? Bütün bu zor şartlara rağmen hayatınızı nasıl devam ettirebiliyorsunuz?”

Cevaptaki tevekkül ve teslîmiyet, ne kadar da muazzam:

“–Rabbimiz var. Allah var. Rızkı veren O. Hiçbir problem yok. İstedikleri kadar bomba atsınlar, vursunlar, yıksınlar… Bizden ölenler zaten şehîd olacak. Allah onlara rahmet eylesin. Ölmeyip yaşayanlar da bu yola devam edecek. Hayatta kalanlar çıktığımız bu yolu tamamlayacak. Onlar (zâlim düşmanlar) zelil olacak, biz ise bâkî kalacağız.”

Son olarak şu hâdiseyi nakletmek isterim:

Bedir Gazvesi, İslâm ve îmânın bir nevî var oluş mücadelesi mâhiyetinde bir savaştı. Mü’minlerin zaferiyle neticelendi. Müslümanlardan on dört kişi şehîd oldu. Buna mukâbil Ebû Cehil de dâhil olmak üzere yetmiş müşrik öldürüldü. Yetmiş kadar da esir alındı.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, zırhı üzerinde olduğu hâlde şu âyeti okuyarak çadırından çıkıyordu:

سَيُهْزَمُ الْجَمْعُ وَ يُوَلُّونَ الدُّبُرُ

“O topluluk yakında hezîmete uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar.” (el-Kamer, 45)

Bunu gören Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şöyle diyor:

“Bu âyet Mekke’de nâzil olduğu zaman kendi kendime; «Acaba hangi cemaat bozguna uğratılacak? Kime galebe çalınacak?» demiştim.

Bedir günü gelip de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu âyeti okuduğunu duyunca, hezîmete uğrayacağı bildirilen topluluğun Kureyş müşrikleri olduğunu anladım. Âyetin tefsîrini o gün öğrendim.” (İbn-i Saʻd, II, 25; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 312)

Bugün Filistin’de yapılan mücadeleye Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bir işareti vardır. Taberânî’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır:

“İslâm’ın başı peygamberlik ve rahmettir. Ardından hilafet ve rahmet olur. Ardından saltanat ve rahmete dönüşür. Akabinde emirlik ve rahmet olur.

Sonrasında İslâm’a merkeplerin birbirini ısırması gibi saldırırlar.

İşte o vakit cihâda yönelin. O vakit en hayırlı cihâdınız sınırlarda nöbet tutmaktır. Sınır nöbeti (ribat) tutacağınız en fazîletli yer de Askalan’dır.” (Taberânî, el-Muʻcemü’l-Kebîr, XI, 88/11138)

Bizler her ne kadar Filistin’in şehirlerinden biri olan Askalan’da olamasak da, oradaki din kardeşlerimize, Cenâb-ı Hakk’ın güç-kuvvet vermesi için duâ edelim. Elimizden gelen maddî-mânevî hiçbir yardımı esirgemeyelim. Zira bu hassâsiyet, hepimiz için bir farîzadır, din kardeşliği vazifesidir.

Rabbimiz, en kısa zamanda zâlim ve gaddar siyonistleri hezîmete uğratsın. Filistinli kardeşlerimize sabır, sebat, direnme ve dayanma gücü ihsân eylesin. Din kardeşlerimizi zâlimler gürûhuna karşı mansur ve muzaffer kılsın.

Âmîn!..