Mevlid Kandili Sohbeti (28 Ekim 2020)

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

Mevlid Kandili Sohbeti (28 Ekim 2020)

Üç İhlâs bir Fâtiha;

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in aziz, latîf, mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, şehidlerimizin, cümle geçmişlerimizin rûh-i şerîflerine,

Rabîulevvel ayının ümmet-i Muhammed için hayırlı, bereketli, ümmet-i Muhammed’in bir huzur hâli yaşamasına vesîle olması,

12. gece kandil gecemiz oluyor, kandil gecemizi de -inşâallah- büyük bereket ve rûhâniyetle îfâ etmeyi Cenâb-ı Hakk’ın nasîb eylemesi niyaz ve duâsıyla;

Bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…

Rabîulevvel ayı, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in cihânı şereflendirdiği mübârek bir ay.

Velâdet Kandilini idrâk etmek; her şeyden önce, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in, O’na tâbî olabilmenin, ümmet olabilmenin sevinç, vecd ve huzurunu gönülde duyabilmekle îfâ etmeyi Cenâb-ı Hak nasîb eylesin -inşâallah-.

Unutmayalım ki;

Bugün biz dünyadayken Rasûlullah Efendimiz’i tanıyabilirsek, yarın Mahşer’de O da bizi tanır. Havz kenarında bizi bekler, bizi kabul eder.

Gönlümüz, bu dünyada O’nu görecek kıvamda olursa, O da bize nazar kılar.

O’nu duyar ve dinlersek, O da bizi ihsanlarıyla âbâd eder.

Bu cihan, O’nun gibi müstesnâ bir gönül hiçbir zaman görmedi. Yer ve gökler O’nun gibi muhteşem bir gönle şahit olmadı. Takvâ ile müzeyyen bir gönül, takvâ ile istikâmetteki bir gönül…

Bu dünyada bir huzur, kabirde huzur, âhirette huzur. Neticesi, Rasûlullah Efendimiz’le beraber olabilmek.

Biz O’nu göremedik. 1400 küsur sene sonra dünyaya geldik. Fakat -inşâallah- Cenâb-ı Hak öyle bir takvâ hayatı yaşarız, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in istikâmetinde bir ömrümüz olur.

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

İnşâallah kıyamette, Cennet’te, Cenâb-ı Hak beraber olmayı nasîb eyler.

Salevât-ı şerîfe ile başlayalım:

Ol Seyyidü’l-Kevneyn (İki Cihânın Efendisi) Muhammed Mustafâ’ya salevât!..

Ol Rasûlü’s-Sekaleyn (İns ve Cinnin Peygamberi) Muhammed Mustafâ’ya salevât!..

Ol İmâmu’l-Harameyn (Mekke-i Mükerreme’nin ve Medîne-i Münevvere’nin İmâmı) Muhammed Mustafâ’ya salevât!..

Ol Ceddü’l-Haseneyn (Hasan ve Hüseyin Efendimiz’in Mübârek Ceddi) Muhammed Mustafâ’ya salevât!..

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ

Rabbimiz; “…Size olan nîmetlerimi saymaya kalkarsanız sayamazsınız…” buyuruyor Cenâb-ı Hak İbrahim Sûresi’nde. (Bkz. İbrahim, 34)

Yine diğer bir âyette:

ثُمَّ لَتُسْـَٔلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

“…Verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor.

Elhamdülillâh, insan olarak dünyaya geldik. Îman nîmetiyle nasiplendik. Allâh’ın yüce kelâmı Kur’ân-ı Kerîm’e muhatap olduk. “Âlemlere Rahmet” olarak gönderilen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e meccânen ümmet olmakla şeref bulduk.

Yani 124 bin küsur peygamber içinde; biz seçmedik, Cenâb-ı Hak lûtfuyla ve lûtfen, ümmet-i Muhammed olarak geldik. Tabi bunun bir, bu dünyada bir mukâbilini ödeme durumundayız.

Mü’minler için en büyük bir lûtuf, Rasûlullah Efendimiz’e ümmet olabilmek.

Âl-i İmrân Sûresi, 164. âyet:

“Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allâh’ın âyetlerini okuyan (yani Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini, nehiylerini tebliğ eden), onları temizleyen (gönül âlemleri temizlenecek, gönül âlemi cemâlî sıfatların mazharı olacak, tecellîsi olacak. Üçüncü olarak) Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, mü’minlere çok büyük bir lûtufta bulunmuştur.” (Âl-i İmrân, 164)

Tabi bu, her lûtfun ayrıyeten bir şükrü…

Abbas -radıyallâhu anh- kâfir olan kardeşi Ebû Leheb, onu rüyada görüyor Abbas -radıyallâhu anh-.

“–Ebû Leheb diyor, hâlin nasıl?” diyor.

O da şöyle cevap veriyor:

“–Cehennem’deyim diyor, acıklı bir azâbın içindeyim diyor, yalnız pazartesi günleri azâbım hafifliyor. Zira câriyem Süveybe; «Bugün bir yeğenin dünyaya geldi!» diye bir müjde verdi. Ben de sırf akrabalık asabiyetiyle sevindim ve ona hediyeler verdim; «Hürsün!» dedim.” (Bkz. İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 277; İbn-i Sa’d, I, 108, 125)

Kıraat âlimi ve hadis âlimi İbnü’l-Cezerî buyuruyor ki:

“Bir Allah ve Rasûlullah düşmanı Ebû Leheb, sırf akrabalık asabiyetiyle sevindiği için azâbının hafifletilmesi mükâfatına nâil olursa, bir mü’min, bu Rabîulevvel ayında, Efendimiz’e olan muhabbeti sebebiyle,  ümmet-i Muhammed olmanın sevinciyle sadakalar verir, ümmet-i Muhammed’den olmanın sevinciyle sohbetler eder, Kur’ân-ı Kerîm ve kasîdeler okutursa, kim bilir nasıl bir ecre nâil olur?!” buyuruyor.

Bizler de inşâallah; bu mübarek ayın rûhâniyetinden istifâde edebilmek için;

Cenâb-ı Hak Fâtır Sûresi’nde, “Kur’ân’ı mîras bıraktık” buyuruyor. Onlar içinde “hayratta öne geçenler” buyruluyor. (Bkz. Fâtır, 32) Cenâb-ı Hak cümlemizi hayratta öne geçebilmeyi nasip eder -inşâallah-.

Fakir, garip, yetim, çaresiz kimselerin ellerine gönüllerine uzatarak; mahzun gönüllerini şâd edelim -inşâallah- bu ecre nâil olalım.

Yine; müsterşidi irşad buyruluyor. Yani irşad bekleyenler, gafiller, habersizler… Bunları güzel bir, tatlı bir lisanla irşad edebilmek.

Yine Allah’ın Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- doğduğu bu ayda bol bol Kur’ân-ı Kerîm okumak. Mümkünse hatim indirmek. Cenâb-ı Hak cümlemize nasip eylesin -inşâallah-.

Rasûlullah Efendimiz şöyle buyuruyor:

“İns ve cinnin isyankârları hâriç, bütün mahlûkat, benim Allâh’ın Rasûlü olduğumu tanır.” buyuruyor. (Ahmed, III, 310)

Cenâb-ı Hak büyük bir izzet veriyor, şeref veriyor Rasûlullah Efendimiz’e. Bizim cansız dediğimiz, esasında hepsi canlı, göklerde, yerde ne varsa hepsi Allâh’ı zikrediyor.

Cemâdat tanıyordu:

Efendimiz:

“Uhud bizi sever, biz de Uhud’u severiz.” buyurdu. (Buhârî, Cihâd, 71)

Hattâ bir gün Efendimiz, Ebû Bekir -radıyallâhu anh- Osman -radıyallâhu anh- ve Ömer -radıyallâhu anh- ile Uhud dağına çıktılar. Uhud sallandı. Efendimiz:

“Uhud! Sakin ol dedi. Üzerinde bir sıddık, iki şehid var.” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Ashâbü’n-Nebî, 6; Tirmizî, Menâkıb, 18/3703)

Yine Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle naklediyor:

“Rasûlullah ile birlikte Mekke’deydim. Beraberce Mekke’nin bazı yerlerine giderdik. Dağların ve ağaçların arasından geçerken Peygamber Efendimiz’in karşılaştığı bütün dağlar ve ağaçlar:

«–es-Selâmu aleyke yâ Rasûlâllah!» diyorlardı.” (Tirmizî, Menâkıb, 6/3626)

Nebâtat tanıyordu:

Efendimiz, bir hurma kütüğüne yaslanıp hutbe okurlardı. Cemaat artınca bir minber yaptılar. Efendimiz minbere çıkınca hurma kütüğünden bir inilti geldi, ağlama geldi. Büyük bir kalabalık şahid oldu. Mütevâtir bir hadîs-i şerîf.

Efendimiz indi. Hurma kütüğünü okşadı. Sâkinleşti.

“–Bunu gömün.” dedi. Ondan sonra hutbesine devam etti.

Hayvanat tanıyordu:

Sahibi tarafından zulüm gören bir deve, ağlayarak Allah Rasûlü’nün huzûruna geldi. Efendimiz onu îkaz etti:

“–Niye bu deveyi aç bıraktın?” dedi. “Bunun vereceğin hesabını düşünmüyor musun?” buyurdu. (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 44/2549)

Yine Kadı Iyâz’ın Şifâ-i Şerîf’inde Efendimiz’in devesi Adbâ’nın, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefatından sonra ölünceye kadar yiyip içmediğini ve kendisini çöle vurduğunu, o şekilde öldüğünü bildiriyor.

Cenâb-ı Hak:

وَمَاۤ اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ

((Rasûlüm!) Biz Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” [el-Enbiyâ, 107]) buyuruyor. Bütün âleme rahmet. Bütün cemâdat tanıyor, hayvanat tanıyor, nebâtat tanıyor. Gâfiller hâriç!

Nasıl Efendimiz bir rahmet olarak gönderildi, bir mü’min de bir rahmet insanı olacak. Rahmet insanı olabilmek için de Rasûlullah Efendimiz’in izi takip edilecek.

Onun için bir mü’min, irfan ehli olacak. Yani ilâhî kameranın altında olduğunun daima idraki içinde olacak.

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

(“Biz ona şah damarından daha yakınız.” [Kāf, 16])

Cenâb-ı Hak kendisine şah damarından daha yakın olduğunu… İçinden geçeni herkesten gizleyebilir, Cenâb-ı Hak’tan gizleyemez. Bu şekilde bir irfan sahibi olacak kul.

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak yine buyuruyor, Ahzâb, 21. âyette:

“Andolsun ki Rasûlullah, sizin için; Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok çok zikredenler için, en güzel bir örnektir.”

Ve burada üç tane şart var, Rasûlullah Efendimiz’e yakın olabilmek.

Birincisi; Allah rızâsında olabilmek. Yani “Allâh’a kavuşmayı umanlar.” Nasıl umacak Allah rızâsını? İstikâmette olmasıyla umacak.

“Âhirete kavuşmayı umanlar.”

“Allâh’ı çok çok zikredenler için, güzel bir örnektir (Rasûlullah).” buyruluyor.

Demek ki üç şey. Daima, her hâlimizde; “Ben Allah rızâsında mıyım?”

Her hâlimizde; “Ben bir âhiret hesabı içinde miyim?”

Ve; “Ben ne kadar Cenâb-ı Hakk’ı zikrediyorum?”

Cenâb-ı Hak nasıl bizden zikir istiyor:

“Onlar ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken Allâh’ı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)

Bu zikrin neticesi, geniş bir tefekkür:

“…Gökler ve yerde Cenâb-ı Hakk’ın yarattıklarını inceden inceye tefekkür ederler. «Yâ Rabbi! Sen Sübhan’sın derler. Bizi Cehennem azâbından koru!» derler.” (Bkz. Âl-i İmrân, 191)

Enfal Sûresi’nde de:

“Cenâb-ı Hak anıldığı zaman «وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ» kalpleri titrer. Allâh’ın âyetleri okunduğu zaman îmanları artar. (Değişen şartlar altında bir) teslîmiyet hâlinde olurlar. Namazlarını dosdoğru kılarlar. (Huşû ile kılarlar.) Allâh’ın verdiği nîmetleri de Allah yolunda infâk ederler.” (el-Enfâl, 2-3)

İşte Cenâb-ı Hak böyle bir hayat tarzı bizden talep ediyor. Kuluyla dost olmak istiyor. Kulunu Dâru’s-Selâm’a / Cennet’e davet ediyor.

Bir mü’min gönlü, Allah Rasûlü’nün ahlâkından nasip aldıkça, gönlü, ilâhî muhabbet, merhamet, nasıl merhamet; “âm ve şâmil merhamet” buyuruyor Efendimiz. Yani “bütün mahlûkâta merhamet. Sırf en yakınlarına değil.” (Bkz. Hâkim, IV, 185/7310)

Şefkat, hizmet, tevâzu, nezâket, cömertlik, hamiyet, hakşinaslık, adâlet, kanaat, el-Emîn, es-Sâdık olabilmek, hüsn-i zan, ihsan, saygı, insaf, affedicilik, ihlâs, vakar, sabır, edep, hayâ gibi güzel vasıflarla müzeyyen olacak. Kâmil bir mü’minin durumu…

Diğer taraftan, Efendimiz’le aynîleştiği ölçüde;

Enâniyet, haksızlık, zulüm, kin, intikam, hırs, tamah, fitne, gurur, kibir, yalan, cimrilik, gıybet, tecessüs, merhamet ve şefkat yoksulluğu gibi kötü vasıflardan da temizlenecek.

Yani bir mekteb-i âlemdeyiz. Dünya bir mesâi. Tabi bu, son nefeste artık bitiyor bu mesâimiz de.

Fakat Efendimiz buyuruyor:

“Nasıl yaşarsanız öyle vefat edersiniz, öyle haşrolursunuz.” (Bkz. Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663)

Mevlid Kandili’ni ihyâ edebilmenin en güzel şekli;

Ömrümüz boyunca Rasûlullah Efendimizʼle kalben beraber olup Oʼna sadâkatle itaat etmemizdedir.

Daima şunu muhâsebe edeceğiz:

“Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- benim yanımda olsaydı; benim konuşmama, davranışlarıma, hâlime tebessüm eder miydi? Yoksa üzülür müydü?”

Hayatta aldığımız her kararı, atacağımız her mühim adımı, daima; “Allah rızâsı var mı, Allah Rasûlü tasvib eder mi?” bu endişenin içinde olmamız îcâb ediyor.

Şunu unutmamak lâzım ki, Rasûlullah Efendimiz bizim en büyük gönül servetimiz. Bütün dünya nîmetleri bizim olsa, fakat Allah Rasûlü’nü tanımamış olsaydık, bunun ne kıymeti olurdu?

Zira bu dünyadaki ömrümüz de, dünya da fânîliğe mahkûm! Fakat Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i tanıyıp O’na cân u gönülden tâbî olmanın getireceği huzur ve saâdet; sonsuz, ebedî bir Cennet… Ve O’nunla, o Cennet’te beraber olabilmek…

Efendimiz, ahlâkta bir âbide.

Cenâb-ı Hak:

وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظِيمٍ

(Ey Rasûlüm) Sen şüphesiz ki yüce ahlâk üzeresin…” (el-Kalem, 4) buyuruyor.

Gönlümüze ferahlık vermesi arzusuyla, -bu Velâdet Kandili sohbetimizde- Rasûlullah Efendimiz’den bizlere intikâl eden yüksek ahlâk numûnelerinden bazı misallar vermeyi arzu ediyorum:

O, ÜMMETİNE ÇOK DÜŞKÜNDÜ:

Âyet-i kerîmede:

“Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki; sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. (Bir ana-babanın, muhabbetinden daha fazla ümmetine.) O, size çok düşkündür. Mü’minlere karşı Raûf ve Rahîm’dir / çok şefkatli ve çok merhametlidir.” (et-Tevbe, 128)

Yine, Efendimiz buyuruyor hadîs-i şerîfte:

“…Vefatımdan sonra amelleriniz bana arz olunur. Güzel bir amelinizi gördüğümde Allâh’a hamd ederim. Kötü bir şey gördüğümde de sizin için Cenâb-ı Hakk’a istiğfâr ederim.” (Heysemî, IX, 24)

Bir ananın-babanın muhabbetinden çok daha öteye…

Yine buyuruyor:

“Dikkat edin! Ben hayatımda sizin için bir emniyet vesîlesiyim. Vefât ettiğimde ise, kabrimde: «Yâ Rabbi, ümmetî ümmetî!..» diye ilk Sûr’unu üfürünceye kadar İsrâfil’in, nidâ edeceğim (ümmetî ümmetî diyerek)…” (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XIV, 414)

Yine Efendimiz’in bir husûsiyeti; çünkü beraber olmak, beraber oldukça bu dünyada, orada beraber olacağız.

Câbir -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Rasûlullah Efendimiz; yolculuk esnasında (bilhassa sefer dönüşü) arkadan yürür, yürümekte güçlük çeken zayıflara yardımcı olur, onları terkisine bindirir ve kendisine duâ ederdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 94/2639)

Efendimiz’e tâbî olmanın alâmetlerinden biri de seherler:

Cenâb-ı Hak buyuruyor âyet-i kerîmede, Şuarâ Sûresi:

“O ki, gece namazına kalktığın zaman seni görüyor (Allah seni görüyor), secde edenler arasında dolaşmanı da.” (eş-Şuarâ, 218-219) buyuruyor Cenâb-ı Hak.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu âyet-i kerîmenin nüzûlü üzerine, bir gece ashâbının evlerinin arasında dolaşmış, o evleri Kur’ân tilâveti, zikir ve tesbihat sesleriyle arı kovanları gibi uğuldar bir hâlde bulmuştu. Hâne-i saâdetlerine bir huzurla döndü.

Hakk’a muhabbetin en büyük göstergesi, fedakârlıktır. Herhangi bir insanın şahsî bir menfaati; gecenin bir yarısında uyanıp kalkması îcâb ederse, o kimse ne yapıp yapıp o saatte muhakkak uykusunu bölüp kalkar. Yolculuğu olacak, vs. olacak, dünyevî bir işi olacak; kalkar gece yarısında.

Cenâb-ı Hak biz kullarını da kendisiyle buluşmaya davet ediyor.

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ

(“…Seherlerde istiğfâr edenler.” (Âl-i İmrân, 17]) buyuruyor.

Seherlerde istiğfar etmemizi arzu ediyor.

Bilenlerden olmamızı arzu ediyor. Çünkü gönül, muhabbetle dolacak.

İbâdurrahman olabilmek için; “سُجَّدًا وَقِيَامًا” buyruluyor. (Bkz. el-Furkân, 64)

Yine:

(O müttakîler, geceleri namaz kılmak, istiğfâr etmek için) yanlarını tatlı yataklarından kaldırırlar, Rab’lerinin azâbından korkarak, rahmetini umarak duâ ederler…”  Secde Sûresi (Âyet, 16).

İnsan Sûresi’nde ise:

“Gecenin bir kısmında O’na secde et. Gecenin uzun bir bölümünde O’nu tesbih et. Şu insanlar çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar da önlerindeki çetin bir günü/âhireti ihmâl ediyorlar.” İnsan, 26-27. âyetler.

Yine Zâriyât Sûresi’nde:

“O müttakîler, geceleri pek az uyurlar, seher vakitlerinde de istiğfâr ederler.” (ez-Zâriyât, 17-18)

Cenâb-ı Hak sevdiği has kullarını seherlerin ihyâsına davet ediyor. Demek ki seherler, Rabbimiz’e muhabbetin test edildiği müstesnâ vakitler.

Gönlümüzdeki Allah muhabbetinin seviyesi ne kadarsa gecelerin ibadetle ihyâsı o kadar gerçekleşir.

İbrahim bin Edhem Hazretleri:

“–Gece ibadetine kalkamıyorsan, gündüzleri Allâh’a isyan etme ki geceleri O seni huzûrunda bulundursun. Geceleri O’nun huzûrunda bulunmak, yüce bir şereftir. Nitekim hadîs-i şerîfte buyruluyor:

«Mü’minin şerefi geceleri kāim olmasındadır.» (Hâkim, IV, 360-361/7921)

İşte bu şerefi günahkârlar hak edemez.”

Demek ki gündüzleri aklımızı, kalbimizi, gözümüzü, kulağımızı, elimizi, dilimizi, velhâsıl bütün uzuvlarımızı; haramlardan, yanlış hâllerden koruyup, sâlih amellerle gayret etmeliyiz ki, geceleri gaflette ziyan etmeyelim.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Gece ibadetine dikkat edin, çünkü o, sizden önceki sâlih kimselerin âdetidir. Şüphesiz ki gece ibadetine kalkmak, Allâh’a yaklaşmaya bir vesîledir. (Çünkü Cenâb-ı Hak davet ediyor. Bu ibadet) günahlardan alıkoyar, hatâlara kefâret olur, vücuttan dertleri giderir.” (Bkz. Tirmizî, Deavât, 101/3549)

Yine Bâyezid-i Bistâmî Hazretleri:

“Geceler gündüz hâline gelmeden, bana hiçbir sır fetholmadı.” buyuruyor.

Yine bu seherlerin ihyâsında Hak dostlarından Bişr-i Hâfî Hazretleri’nin şu hâli, hepimiz için çok ibretli bir ders alacağı mâhiyette. Bir kimse Bişr-i Hâfî Hazretleri’ne gelerek:

“–Gecenin bir saatinde olsun istirahat etseniz.” dedi.

O ise şu hikmet dolu karşılığı verdi:

“–Allah Teâlâ’nın geçmiş-gelecek bütün günahlarını bağışladığı Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz geceleri mübârek ayakları şişinceye kadar ibadet ettikleri hâlde, ben nasıl uyuyabilirim? Çünkü ben, bir tek günahımın bile Allah Teâlâ’dan bağışlanıp bağışlanmadığını bilmiyorum.”

Efendimiz, hayata gözlerini bir yetim olarak açtı. Fahr-i Kâinat Efendimiz, dâimâ yetimlerin hâmîsi oldu. O’nun şu ifadeleri, ne kadar büyük bir fazîlet numûnesidir:

“Ben her mü’mine kendi nefsinden daha yakınım. Bir kimse ölürken mal bırakırsa, o mal kendi yakınlarına aittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana aittir; yetimlere bakmak da benim vazifemdir.” (Müslim, Cum’a, 43; İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)

Efendimiz; ne geliyor, ne gidiyor, hepsini dağıtırdı. Onların bir gâilesini bertaraf etmek, Efendimiz’e büyük bir haz verirdi. Bazen öyle bir olurdu ki, hiçbir şey kalmazdı elinde. Bir garip geliyor, Efendimiz’in önünde duruyor böyle, mahzun mahzun duruyor. Efendimiz bir şey veremediği için, yavaşça, kendisini yan tarafa çeviriyor.

Cenâb-ı Hak orada “قَوْلًا مَيْسُورًا” buyuruyor Efendimiz’e. Hiçbir şey veremiyorsan, onun gönlüne bir huzur, bir sevinç verici birkaç söz söyle. (Bkz. el-İsrâ, 28)

Demek ki bir müslüman, daima kardeşinin kendisine zimmetli olduğunu unutmayacak, onun hâcetini görecek. Hiçbir şeye imkânı yoksa, onu tesellî edecek.

Efendimiz, bir mü’minin boş vakti olmasını istemiyor. Çünkü boş vakit olunca, insan gaflete dalar. Efendimiz, boş zaman geçirmememiz için:

“Ey ümmetim!

Bugün bir yetim başı okşadınız mı? (Tesellîye muhtaç…)

Bugün bir aç doyurdunuz mu?

Bugün bir hasta ziyaretinde bulundunuz mu?

Bugün cenâze teşyiinde bulundunuz mu?” (Bkz. Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 12)

En çok üzerinde durduğu; hidâyet noksanlığı bulunan bir kimseyi hidâyete davet ettiniz mi?

“Yâ Ali, senin vâsıtanla bir kişinin hidâyet bulması, güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır. Yani güneşin gördüğü her şeyden daha hayırlıdır.” (Bkz. Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 9; Cihâd, 143)

Efendimiz’e Vedâ Haccı’nda dînin tamamlandığına ait âyet indi. Fakat Efendimiz, yine bu, artık Efendimiz’in vaktinin bittiğini bildiren bir âyetti bu. Hattâ Ebû Bekir Efendimiz’in gözleri doldu, ağlamaya başladı;

“–Bu dedi, Efendimiz’in bir vefat haberidir.” dedi.

Fakat Efendimiz, yine son nefese kadar hizmetine, îkâza, irşâda devam etti.

Enes anlatıyor:

Rasûlullah Efendimiz’in ben yanındaydım diyor. Bize üç defa;

“Namaz hususunda Allah’tan korkun!” dedi. (Tabi ki namazın hesabı en zor. Çünkü namaz büyük bir lûtuf. Bu lûtfa karşılık vermemek, bu lûtfu küçük görmek, bu lûtfa icâbet etmemek…)

“Allah’tan korkun!” dedi.

Çünkü namaz, temizleyecek. Huşû ile kılınacak. Fahşâdan-münkerden temizleyecek. Onun için Efendimiz ümmetini o kadar çok seviyordu ki, “aman” ilk şeyi birinin “namaz”. Namazla fahşâ-münkerden kurtulsun. Huzûr-i İlâhî’de olduğunun idrâki içinde olsun.

“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyruluyor. Ona göre hayatını tanzim etsin.

Yine:

“Emrinizin altındaki insanlar hakkında Allah’tan korkun. Zayıf hakkında Allah’tan korkun:

Dul kadın ve yetim çocuk hakkında Allah’tan korkun.” (Bkz. Beyhakî, Şuab, VII, 477) Burada da ictimâî vazife…

HİZMET çok mühim. Yine HİÇBİR ZAMAN HİZMETİ TERK ETMEMEK:

Efendimiz hep hizmet hâlindeydi. Yani bir gün bir tatil yapayım, şu hurma ağacının altında iki gün yahut bir gün kalayım, demedi. Daima ümmetinin derdiyle, ümmetin irşâdıyla istikâmet durumundaydı ve muhtaçların ihtiyacını bertaraf etmek, onları huzura kavuşturmak.

Ebû Hüreyre naklediyor:

Rasûlullah Efendimiz’in ashâbından bir kişi, içinde tatlı su gözesi bulunan bir dağ yo­lundan geçmişti. Çok hoşu­na gitti:

“–Keşke dedi, insanlardan ayrılıp burada bir inzivâ hâlinde olsam. Burada ibadet etsem. Huzur içinde yaşasam dedi. Fakat Allah Rasûlü’ne söylemeden de bunu yapamam dedi. Allah Rasûlü’ne durumunu arz etti. Efendimiz de:

“–Böyle bir şey yapma sakın dedi. Çünkü sizden birinizin Allah yolunda çalı­şıp gayret sarf etmesi, evinde otu­rup yetmiş sene namaz kılmasından daha faziletlidir. Allâh’ın sizi bağışla­masını, Cennet’e koymasını iste­mez misiniz? O hâlde Allah yolunda cihâda çıkın! (Tabi cihad nedir? İrşad bekleyenleri irşad edebilmek.) Kim devenin sağılacağı kadar bir süre Allah yolunda cihad ederse, mutlakâ Cennet’e girer.” (Bkz. Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd 17)

Burada ihlâs da şart…

Tabi burada şu var: Câmide, umrede, Kutlu Doğum programlarında, sohbette hatırlayıp da evimizde hatırlamazsak, iş yerimizde hatırlamazsak, çarşıda, pazarda, ticaret yaparken unutursak, demek ki bağlılığımızda problem var demektir.

İşte sahâbî, hep beraberdi. Yani kalben beraberdi.

Allah Rasûlü çok gayret ederdi. Yani kendisini hırpalayacak kadar gayret ederdi. Âyet-i kerîmede:

(Rasûlüm!) Onlar îmân etmiyorlar diye, neredeyse kendini helâk edeceksin!..” (eş-Şuarâ, 3)

Efendimiz şu misâli veriyor, kendi hâlini ifade için:

“Benimle sizin durumunuz şuna benzer:

Bir adam ateş yakar. Ateş etrafı aydınlatınca pervâneler (yani bu, kelebekler) ateşe kendilerini atmaya başlarlar (onun ışığının câzibesiyle). Adamcağız onlara mânî olmaya çalışır. Ancak hayvanlar galebe çalarak pek çoğu ateşe düşerler.

Ben; ateşe düşmemeniz için sizi belinizden yakalıyorum, ancak siz ateşe atılmak için koşuyorsunuz!” (Buhârî, Rikāk, 26)

Çâre; takvâ!

Efendimiz’de ENGİN BİR MÜSAMAHA vardı:

İbn-i Hakem anlatıyor:

Yeni İslâm’a girmiş birisi, namaz kılarken hatâ etti. Birisi öksürdü, “yerhamukellah” dedi. Onunla konuşur gibi oldu. Öyle olunca;

“–Sahâbî bana dik dik baktı diyor. Yani ben de bunlar bana niye bakıyor diye hayret ettim diyor. Hattâ dizlerine vurmaya başladılar diyor. Onların beni susturmaya çalıştıklarını anlayınca kızdım; ama yine de sustum diyor.

Sonra Rasûlullah Efendimiz namazı kıldırıp bitirince yumuşak bir lisanla bana;

«–Bu ibadetin adı namazdır. Namaz kılarken dünya kelâmı konuşulmaz. Çünkü namaz; tesbih, tekbir ve Kur’ân okumaktan ibarettir.» buyurdu.

Ben de dedim ki:

«–Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!»

Ne O’ndan önce ne de O’ndan sonra kendisinden daha güzel bir muallim görmedim.” (Müslim, Mesâcid, 33)

Demek ki burada da daha yeni gelen, daha tam bir idrâk etmemiş bir kişi hatâ yaparsa ona daima bir tebessümle, güler yüzle hitâb etmek lâzım.

Yine buna benzer bir hâdise oldu. Yine yeni müslüman olan birisi geldi, Ravza’nın kenarına döndü, bir kenarda bevletti. Sahâbî çok kızdı. Neredeyse parçalayacaklardı. Efendimiz:

“–Sâkin olun dedi. Bana bir kova su getirin.” dedi. O bir kova suyu o idrarın üzerine döktürdü.

“–Bak dedi burası dedi, Allâh’a secde edilen yerdir dedi. Kur’ân okunan yerdir. Bir daha böyle ihtiyacın olduğu zaman dışarı çıkarsın, dışarıda bu hâcetini görürsün.” dedi.

Adamcağız sevindi. Çünkü ashâb-ı kirâm çok dik dik bakıyordu.

“–Yâ Rasûlâllah dedi. Allah seni ve beni, ikimizi affetsin.” dedi. (Tabi daha ham, daha yeni.)

“–Yok dedi Efendimiz. Bak dedi bu kardeşlerine de dua edeceksin.” dedi. (Bkz. Buhârî, Vudû’ 58, Edeb 80)

Nasıl güzel bir terbiye!..

Efendimiz daima SÜKÛNET VE VAKARLA ANLATIRDI:

Ebû Ümâme anlatıyor:

“İslâm’a girmiş yeni bir genç geldi. Rasûlullah Efendimiz’e;

«–Yâ Rasûlâllah! (Dedi, af edersiniz;) zinâ (harammış ama Sen) bana izin ver (dedi. Diğer her şey kabul)» dedi.

Cemaat gencin üzerine yürümek istedi. Efendimiz;

«–Susun.» dedi. «Kenarda durun.» dedi. O çocuğa «–Yaklaş!» dedi delikanlıya. O da Allah Rasûlü’nün yanına oturdu.

«–Böyle bir şeyi annenin yapmasını ister misin dedi başkasıyla?»

Genç;

«–Allah beni Sen’in yoluna kurban etsin, hayır, vallâhi istemem yâ Rasûlâllah!» dedi.

«–(Senin istemediğin gibi) diğer insanlar da istemez böyle.» dedi.

Sonra Rasûlullah Efendimiz;

«–Bunu kız kardeşin yapsa, vs…» Hep devam etti.

Efendimiz her defasında; «Diğer insanların da yakınları için böyle bir şeyi istemeyeceklerini» hatırlattı. Konuşmanın sonunda mübârek elini gencin göğsüne koydu;

«Allâh’ım, bunun günahlarını affet, kalbini temizle ve iffetini muhafaza eyle!» diye duâ etti.

Genç bundan sonra böyle bir şeye hiç tenezzül etmedi.” (Ahmed, V, 256-257; Heysemî, I, 129)

MAHLÛKATA ŞEFKAT:

Yani insanlara şefkat, mahlûkâta şefkat.

Efendimiz bütün mahlûkâta Hâlık’ın şefkat nazarıyla bakardı. Yanık bir karınca yuvası gördüğü zaman dehşete kapılırdı:

“Allâh’ın verdiği cana kıymaya kimin hakkı olabilir derdi, bunu hangi vicdan yakabilir?” derdi. (Bkz. Ebû Dâvud, Cihad, 112)

Tabi maalesef Anadolu’da eskiden tarlalar yakılırdı.

Mekke fethine girerken bir dişi köpek, yavrularını emziriyordu. Sürâka isminde bir sahâbîyi dikti.

“Öbür taraftan geçin.” buyurdu. (Bkz. Vâkıdî, II, 804)

Deve üzerinde sohbet eden insanlar gördü.

“Niçin bu hayvanlarınıza zulmediyorsunuz. Yere inseniz, otursanız, sohbet etseniz olmaz mı?” buyurdu. (Bkz. Ahmed, III, 439)

Yine bir sahâbî, O’nun şu muhteşem incelik ve merhamet hissini naklediyor:

“Efendimiz’in huzûr-i âlîlerine çıkıp bir şey istedim. Bana birkaç deve verilmesini söyledi. Sonra şu tavsiyede bulundu:

«–Evine döndüğün zaman hâne halkına söyle, hayvanlara iyi baksınlar, yemlerini güzelce versinler! Yine onlara tırnaklarını kesmelerini emret ki hayvanları sağarken memelerini incitmesinler.»” (Ahmed, III, 484; Heysemî, V, 168, 259, VIII, 196)

Yine Efendimiz, koyun sağan bir şahsa rastlamıştı. Ona:

“–Ey filân dedi! Hayvanı sağdığında yavrusu için de süt bırak! (Hepsini çekme!)” dedi. (Heysemî, VIII, 196)

Yine bir deve ağlayarak geldi Efendimiz’in huzûruna. Efendimiz; kulağının arkasını şefkatle okşadı. Deve inlemesini kesti. Bunun üzerine -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“–Bu devenin sahibi kimdir?” dedi.

Bir delikanlı çıkageldi;

“–Deve benimdir, ey Allâh’ın Rasûlü!” dedi.

“–Bak dedi, şu hayvan hakkında Allah’tan korkmuyor musun dedi. O senin kendisini aç bıraktığını, çok yorduğunu şikâyet ediyor.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 44)

Tabi kıyamet günü, bu zulüm gören hayvanlar da diriltilecek. Bütün hayvanları Cenâb-ı Hak insanlara emânet olarak verdi. Ona zulmedenlerden hakkını almak için onlar da diriltilecek, hakkını alacaklar. Onlara “toprak olun” denilecek. Kâfirler de orada onların o hâline imrenecekler; “Keşke biz de bu hayvanlar gibi toprak olsaydık!” diyecekler. (Bkz. en-Nebe, 40) Fakat heyhat, maalesef!..

Yine SÜNNET’E İTTİBÂ DURUMU:

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashâbıyla birlikte kabristana gitti. Oradakilere selâm verdikten sonra;

“…Kardeşlerimizi görmeyi çok özledim.” buyurdu.

Ashâb-ı kirâm:

“–Biz Sen’in kardeşlerin değil miyiz yâ Rasûlâllah?” deyince, Efendimiz:

“–Sizler benim ashâbımsınız, kardeşlerimiz ise henüz (daha dünyaya) gelmedi.”

“–Onları nasıl tanıyacaksın?” deyince:

“–Nasıl siyah bir at sürüsünde alnı, ayakları beyaz olan hemen tanınır. Ben de öyle tanıyacağım.” buyurdu.

“–İşte onlar da abdestten         yüzleri nurlu, el ve ayakları parlak olarak geleceklerdir. Ben önceden gidip havuzumun başında ikram etmek için onları bekleyeceğim. Dikkat edin! Birtakım kimseler, yabancı devenin sürüden kovulup uzaklaştırıldığı gibi, benim havuzumdan da kovulacaklar onlar. Ben onlara «Buraya gelin!» diyeceğim. (Havzın kenarına gelin diyeceğim. Hâtiften bir ses, diyecekler ki:)

«–Onlar Sen’den sonra hâllerini değiştirdiler, (Sen’in Sünnet’ini takip etmeyip başka yollara saptılar.)»

Bunun üzerine ben de:

«–Uzak olsunlar, uzak olsunlar!» diyeceğim.” buyurdu. (Bkz. Müslim, Tahâret 39, Fedâil 26)

Yani Efendimiz buyuruyor ki:

“–Ümmetimin hepsi Cennetʼe gireceklerdir. Ancak imtinâ edenler müstesnâ!”

Ashâb-ı kirâm:

“–Yâ Rasûlâllah! Kimdir imtinâ edenler?”

“–Kim bana âsî olursa o Cennetʼe giremez.” buyurdu. (Bkz. Buhârî, İtisam, 2)

Demek ki bu kadar îtinâ etmemiz lâzım Sünnet-i Seniyyeʼye. Ve Oʼnu gönlümüzden düşürmemek lâzım.

Yine Hucurat Sûresiʼnde:

“Ey îmân edenler! Allah ve Rasûlʼünün önüne geçmeyin. Allahʼtan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” (el-Hucurât, 1)

Her hâlimizi Rasûlullah Efendimizʼle mîzân etmemiz lâzım.

Bir kişi kurbanını namazdan evvel kesti. Efendimiz:

“‒Yok dedi, baştan kes!” buyurdu. (Bkz. İbn-i Mâce, Edâhî, 12/3151-3154; Ebû Dâvûd, Dahâyâ, 5)

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“…Allah Sana Kitabʼı, hikmeti indirmiş ve Sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allâhʼın Sana olan lûtfu (pek büyük, ihsânı) pek yücedir.” (en-Nisâ, 113) buyuruyor.

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Allâhʼın izniyle bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak (gönderdik).” (el-Ahzâb, 46) buyuruyor.

Yani Peygamber Efendimizʼe muhabbeti gönlümüzün, bir müstesnâ lûtfudur Cenâb-ı Hakkʼın. Gönlünü Oʼnun muhabbetiyle dolduran kula ne mutlu!..

Yine bu da çok mühim bir âyet-i kerîme, Enfâl 33. âyet:

“Sen onların içindeyken Allah onlara azâb edecek değildir. Ve onlar mağfiret dilerlerken de onlara azâb edici değildir.”

Mekkeʼde azap inmedi. Çünkü Rasûlullah Efendimiz Mekkeʼdeydi. Fakat işârî olarak bir mânâ da veriyorlar:

“Senin gönlünde Allah Rasûlü varsa, her amelini Allah Rasûlüʼnün hâliyle tâdâd ediyorsan, demek ki buradan da sana bir hisse gelir.”

İkincisi:

“Onlar mağfiret dilerken azap, Allah onlara azap edici değildir.”

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyuruyor:

“İki eman vardı, biri gitti (yani Rasûlullah Efendimiz ukbâya gitti) diğeri kaldı. Kalan; istiğfardır.”

Yine bu, kısaca Hucurat Sûresi 2. âyeti:

“Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamberʼin sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinizi çağırdığınız gibi (çağırmayın) Peygamberʼe yüksek sesle bağırmayın. Yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa çıkıverir.”

Bu da çok şiddetli; “amelleriniz boşa çıkıverir!”

Demek ki ne kadar bir Efendimizʼe îtinâ göstereceğiz! Nasıl Efendimiz ümmetini çok seviyordu; bir ananın-babanın sevgisinin daha ötesinde seviyordu. Biz de en yakınımızın sevgisinden, Efendimizʼin sevgisini daha çok seveceğiz, gönül olarak bağlanacağız.

Yine bir vâkıa var:

Ebû Câfer Mansur halifeydi. İmam Mâlik de Ravzaʼnın imamıydı.

Ebû Câfer geldi, birkaç soru sordu İmâm Mâlikʼe. İmam Mâlik cevap verirken, Ebû Câfer herhâlde pek hoşuna gitmedi ki sesini yükseltmeye başladı. Orada dedi ki İmam Mâlik:

“‒Ey Halife dedi, burada sesini kıs dedi. Senden çok faziletli insanlar üzerine Allâhʼın ihtarı indi!” dedi.

İşte o, sevgimizi, gönlümüzü o muhabbetle doldurabilmek.

“Allah Rasûlüʼnün huzûrunda seslerini kısanlar, (bunlara) kalpleri takvâ ile imtihan edildiği kimselerdir…” (Bkz. el-Hucurât, 3) buyuruyor.

Fakat bir kabile geldi:

“‒Muhammed, çık dediler, görüşeceğiz Senʼinle!” dediler nezâketsiz bir şekilde. Cenâb-ı Hak onlara da âyette; “Onlar câhillerdir.” buyuruyor. (Bkz. el-Hucurât, 4)

Demek ki ilim, Rasûlullah Efendimizʼi tanımaktır.

Cenâb-ı Hak da:

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ

(“…Allah’tan korkun, Allah size öğretir…” [el-Bakara, 282]) buyuruyor.

“…Eğer siz takvâ sahibi olursanız, Allah size (hidâyeti gösteriyor, doğru yolu gösteriyor) öğretiyor…” (el-Bakara, 282)

Yine bir, Efendimizʼin TEVÂZUU:

Efendimizʼe benzemek…

“–Yâ Rasûlâllah! Bana İslâm’ı telkin buyurunuz!” dedi. Sükûnet içinde telkin etti:

“–Sâkin ol kardeşim dedi. Ben bir kral değilim dedi. Hükümdar da değilim. (Annesini kastederek) Kureyş’te, güneşte kurutulmuş et yiyen senin eski komşunun ben yetimiyim!..” buyurdu. (Bkz. İbn-i Mâce, Et‘ime, 30; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Evsat, II, 64)

Demek ki Efendimizʼin tevâzuu.

Yine bir tenezzühe çıkıldı. Sahâbî de biri koyunu kesiyordu, öbürü yüzüyordu. Efendimiz;

“–Ben de odun toplayayım.” dedi.

“–Yok yâ Rasûlâllah! Bizim gücümüz yeter dedi, Siz dedi, istirahat buyurun.”

Efendimiz:

“‒Yok dedi. Sizin, benim işimi de yapabileceğinizi biliyorum dedi. Fakat ben, size göre imtiyazlı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam dedi. Çünkü Allah Teâlâ; kulunun, arkadaşları arasında imtiyazlı durumda olmasını sevmez.” buyurdu. (Bkz. Kastallânî, el-Mevâhibü’l-Ledünniyye, Mısır 1281, I, 385)

Yine Efendimiz, taş taşıdı Ravzaʼda. Birisi geldi;

“–Yâ Rasûlâllah! Biz taşırız dedi, Siz yorulmayın.” dedi.

“‒Yok dedi, Ben sizden daha çok Allâh’ın rahmetine muhtacım.” buyurdu. (Bkz. İbn-i Hişâm, I, 496)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sözleri Kur’ân’dı. Kurʼânʼla konuşurdu. Kurʼânʼla başlardı sohbete. Çok zikreder, hutbelerini kısa tutardı. Ferdî olarak kıldığı namazlarını uzun kılardı.

Baştan Efendimiz şöyle bir dönerdi, cemaate bakardı; hasta var mı, çocuk var mı, yolcu var mı, yorgun var mı? Ona göre kısa okurdu. Fakat kendisi…

Âişe Vâlidemiz bildiriyor; ayakları şişinceye kadar teheccüd kılardı.

Yani ümmetine ne kadar düşünceli, kendisi de ne kadar Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşmak için bir gayretin içinde…

Yine KANAAT ve bir İSTİĞNÂ hâliydi:

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- ziyarete geldi. Efendimizʼi bir hasırın üstünde gördü. Hasırın da lifleri üzerine çıkmıştı. Ağlamaya başladı.

“–Ömer, niye ağlıyorsun?” dedi.

“–Yâ Rasûlâllah! Kayserler, Kisrâlar dedi, saraylarında debdebe içinde. Siz ise «رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ» (âlemlere rahmet)siniz. Bir hasırın üzerinde ve liflerin izi Sen’in üzerine çıkmış.” (Bkz. Ahmed, II, 298; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, X, 162)

“–Ömer dedi, biz dedi, sıcak günde dedi, bir ağacın altında dinlenen bir ukbâ yolcusuyuz.” dedi. Mümkün mertebe az bir yükle ukbâya gideyim.” buyurdu. (Bkz. Tirmizî, Zühd, 44/2377; İbn-i Mâce, Zühd, 3; Ahmed, I, 301)

Yine Efendimiz AĞNİYÂ-İ ŞÂKİRÎNE MİSALDİ:

Peygamberlerden Süleyman -aleyhisselâm-. Fakat Efendimiz ondan daha öteye idi. Beşte bir ganimetler gelirdi. Efendimiz onları dağıtmadan huzur bulamazdı.

Yine FUKARÂ-İ SÂBİRÎNE BİR MİSALDİ:

Âişe Vâlidemiz naklediyor:

“Medîne’ye geldiği günden vefât ettiği güne kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Zühd, 20)

Bir gün Fâtıma Vâlidemiz ekmek yapıp getiriyor.

“‒Bak diyor, babanın üç gündür ağzına koyacağı ilk lokmadır bu diyor, kızım.” diyor. (İbn-i Sa’d, I, 400; Heysemî, X, 312)

Bir kişi geliyor:

“‒Yâ Rasûlâllah diyor, bana zenginlik ver.” diyor.

Onun için Cenâb-ı Hakʼtan hayırlısı istenecek. Kârunʼa verdi, Kârun ne oldu?

Efendimiz ona şunu dedi:

“‒Benim hâlim sana misal değil mi?” dedi.

Demek ki hep Efendimizʼi, zenginsek de fakirsek de Efendimizʼin hâlini misal alacağız.

“Şükrünü edâ edebileceğin az bir mal, şükrünü edâ edemeyeceğin çok maldan hayırlıdır.” buyurdu. (Bkz. Taberî, Câmiul-Beyân, XIV, 370)

Vefât ederken bile beş-altı dinar kaldı.

“‒Âişe, ne yaptın dedi.

“‒Unuttum yâ Rasûlâllah.”

“‒Yok dedi, hemen dağıt.” dedi.

“‒Allâhʼın Peygamberi Muhammed, bunları fakirlere dağıtmadan yanında bulunduğu hâlde Rabbine kavuşmayı uygun görecek değildir.” buyurduktan sonra, onların hepsini Ensar fakirlerinden beş ev halkına infak ettiler.

“–İşte dedi, şimdi (Efendimiz) rahatladım (huzur buldum)…” dedi. (Bkz. Ahmed, VI, 104; İbn-i Sa’d, II, 237-238)

Yine bir gün Ebû Zer ile beraber geliyorlardı.

“‒Ebû Zer dedi, Uhud Dağı benim için altın ve gümüş olsa hepsini Allah yolunda harcarım; öldüğüm gün onlardan bir kırat bile kalmasını istemem.” buyurdu.

Tabi bu, Efendimizʼin cömertliğini gösteren bir zirve bu.

Ebû Zer dedi ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Kırat mı yoksa kantar mı bırakmazdın?” dedi.

“–Ebû Zer dedi, ben aza indiriyorum, sen çoğa kaçırıyorsun. Ben âhireti istiyorum, sen ise dünyayı! Bir kırat bırakmazdım, bir kırat, bir kırat!” diyerek sözünü üç defa tekrarladı. (Heysemî, X, 239)

Efendimizʼe yakınlığın yolu nedir? TAKVÂ:

Muaz bin Cebel… Efendimiz Yemenʼe vâli gönderirken, vâli olarak ve tebliğ edici:

“‒Muaz dedi, Yemenʼe dedi gideceksin, orada tebliğ edeceksin dedi. Sonra sen Medîneʼye döneceksin dedi. O zaman ben umulur ki, tahmin ederim, kabrim şurada olacak, benim kabrimi ziyaret edersin.” dedi.

Muaz ağlamaya başladı.

“–(Ağlama Muaz, ağlama dedi.) İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun, Allâh’a karşı takvâ sahibi olan müʼminlerdir.” (Ahmed, V, 235; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IX, 22)

Aradan ne kadar mesafe geçerse geçsin, takvâ sahibi olan müʼminlerdir.

Veysel Karanî Hazretleri, Efendimizʼi hiç görmedi. Birkaç sefer geldi, geriye döndü, hikmet-i ilâhî… Fakat Efendimiz bir gün dedi ki, Yemen tarafına döndü:

“Ben dedi Yemenʼden gelen nefes-i Rahmânîʼyi duyuyorum.” buyurdu. (Bkz. Taberânî, Kebîr, VII, 52/6358)

Allah bu nefes-i Rahmânîʼden bizlere de nasîb eylesin -inşâallah-.

Efendimiz DOYURMADAN KENDİSİ DOYMAZDI:

Hendekʼte Câbir geldi:

“‒Yâ Rasûlâllah, siz dedi, evimize/hânemize buyurmaz mısınız?” dedi.

“‒Câbir, evinde ne var?” dedi.

“‒Bir keçi yavrusu dedi, biraz da arpa var.” dedi.

“‒İyi dedi sen hazırla, geliyorum.” dedi ve sahâbeye:

“‒Haydi dedi, Câbirʼi ziyarete gideceğiz.” dedi.

Hemen Câbir ürktü; o kadar kişiye bir oğlak, az bir şey arpa ne kadar yeter?

“‒Hanım dedi, böyle böyle oldu!” dedi.

Hanım, firâsetli bir hanım:

“‒Câbir, sen evde ne olduğunu anlattın mı?” dedi.

“‒Söyledim.” dedi.

“‒Sen o zaman karışma dedi. Allah Rasûlü senden daha iyi bilir dedi. Ben ekmek yapayım dedi, sen çağır getir.” dedi. Keçiyi de kesti, keçi yavrusunu, onu da tencereye koydu.

Efendimiz -rivâyete göre- üç yüz kişi, öyle bir açlık vardı ki böyle dar dar giriyorlardı eve. Efendimiz “acele etmeyin” dedi. O kapağı açtırıyordu, arpa ekmeğini suyuna batırıyordu, etten de biraz koyup veriyordu.

Câbir diyor ki, ne et suyu bitiyordu, ne ekmek bitiyordu, ne de koyduğu bitiyordu. Tamamen bitti hepsi; dedi ki:

“‒Câbir dedi, geri kalanı ailene götür dedi. Câbir dedi, ailenden sonrakini dedi, açlık etrafı kavurdu, etrafa dağıt.” dedi. (Bkz. Buhârî, Megâzî, 29; Vâkıdî, II, 452)

Bereket ve rahmet…

Yani Efendimizʼin izinden gidebilmek, daima rahmet ve bereket…

Efendimiz ailesine bir koyun kesmişti.

“‒Bunu dağıt Âişe.” dedi. Dağıttı. Akşam gelince:

“‒Ne yaptın Âişe?” dedi.

“‒Yâ Rasûlâllah! Hepsini dağıttık, bir kürek kemiğini bize bıraktık.” dedi.

“‒Ha, Âişe, demek ki bir kürek kemiği hâriç, demek ki hepsi bizim oldu.” dedi. (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 33)

Yani dağıttığın her şey senindir. Yaptığın hayır-hasenat senindir. Gönlüne aldığın fakir, garip, kimsesiz senindir. Hep onlar vâsıtasıyla âhireti kazanacak, Allah rızâsını kazanacaksın.

Cerir bin Abdullah anlatıyor:

“Bir gün erken vakitlerde Rasûlullâhʼın huzûrunda idik. O sırada Mudar Kabîlesi’nden bir grup geldi. Basit bir aba vardı üzerlerinde. Onu da delerek başlarından geçirmişlerdi. Neredeyse çıplak vaziyetteydi.

Onları bu derece fakir ve garip görünce Efendimizʼin rengi değişiverdi. (Nasıl bir inʼikâs, nasıl bir vicdan!..)

“‒Bilâl ezan oku!” dedi.

Bilâl -radıyallâhu anh- ezan okudu. Cemaat toplandı. Efendimiz iki rekât bir namaz kıldırdı. (Hep Cenâb-ı Hakkʼa ilticâ ile olacak.)

“–Herkes ne varsa getirsin, infak edelim.” dedi.

Kimi bir torbaya doldurdu, öyle getirdi. Kimi de evinde bir avuç hurma var, bir avuç hurmayı getirdi.

Efendimiz görünce ashâb-ı kirâmın bu gayretini, Efendimizʼin o sararan benzi tebessüm etti, pembeleşti…” (Bkz. Müslim, Zekât, 69)

Demek ki, Rasûlullah Efendimiz buyuruyor ki, “sizin ameliniz bize gelir, arz olur.” buyuruyor. (Bkz. Heysemî, IX, 24)

Yani Efendimizʼi ferahlatmak, huzur bulmak. Demek ki müʼminlerin yaptığı sadakadan, hayır-hasenattan Rasûlullah Efendimizʼi haber ediyor Cenâb-ı Hak, Efendimizʼi sevindiriyor o şekilde; “Bak Senʼin ümmetin böyle!” diye…

Mekkeʼde müslümanlar çok ağır bir zulüm görüyorlardı. Dediler ki kendi aralarında:

“‒Biz dediler, bu kadar Allâhʼa kul olmaya gayret ediyoruz. Müşrikler ise rahat rahat, sere serpe dolaşıyorlar.” dedi.

Âyet indi, Âl-i İmrân Sûresiʼnde:

“Onların (sere serpe) dolaşmaları sizi imrendirmesin. O azıcık bir rahatlıktır. Onların varacakları yer Cehennemʼdir.” (Bkz. Âl-i İmrân, 196-197) Âyet-i kerîme indi.

O sırada Efendimiz, bu âyet-i kerîme indikten sonra parmağını suyun içine soktu, kaldırıp şöyle gösterdi:

“Âhirete göre dünya, sizden birinizin parmağını denize daldırmanıza benzer. O kişi parmağının ne kadar bir su ile döndüğüne baksın.” (Bkz. Müslim, Cennet 55)

İşte dünya budur. Âhiret ise sonsuz deryadır.

Yine Efendimiz TEFEKKÜR-İ MEVT hususunda:

“Ölümü çok çok hatırlayın. Çünkü ölümü hatırlamak, (insanı) günahlardan arındırır, dünyaya karşı zâhid kılar. Eğer zenginken ölümü düşünürseniz, zenginliğin âfetlerinden korur. (En zor şey zenginliktir. Çünkü zenginlik sabır ister. Riyâzat hâlinde yaşayacak, infak edecek.) Fakirken tefekkür ederseniz, hayatınızdan memnun olursunuz.” (Sü­yû­tî, Câ­miu’s-Sa­ğîr, I, 47)

Tabi Efendimizʼi anlatmakla bitiremeyiz biz. Oʼnun nezâketi, zarâfeti, inceliği…

Bir tükürük görüyor, rengi sararıyor. Sahâbî kapatıyor, ondan sonra geçiyor. Yine buna benzer bir sürü vâkıa…

Yine buraya gelelim:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Bu hadîs-i şerîf şöyle vukû buldu.

Sevban vardı. Bu bir köleydi. Efendimiz’in huzûruna gelir, sohbetini dinler, hâlden hâle geçerdi. Bir gün geldi, çok müteessirdi, mağmumdu, gamlıydı, hüzünlüydü.

“–Sevban, nedir kederin dedi, gamın nedir?” dedi.

“–Yâ Rasûlâllah dedi, sohbetinde bulunuyorum, hâlde hâle geçiyorum. Çok güzel bir lezzet hâli yaşıyorum. Eve gidiyorum, hasret kalıyorum. Düşünüyorum; ya Siz benden evvel intikâl edeceksiniz, ya ben sizden evvel intikâl edeceğim. Bu ayrılığa ben nasıl dayanacağım?

Siz orada peygamberlerin zirvesinde olacaksınız. Ben ise nerede savrulacağımı bilmiyorum orada. Bunu düşündükçe hâlden hâle geçiyorum.”

O zaman biraz Efendimiz sükût etti.

“–اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ Sevban, dedi. “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Edeb, 96)

Ashâb-ı kirâm da buyuruyor ki:

“Bizi en çok sevindiren hadîs-i şerîf (yüzbinlerce hadîs-i şeriften) budur.” (Bkz. Müslim, Birr, 163)

Hayatımızın her ânını Allah Rasûlü ile mîzân etmeye gayret ettik. Öyle bir hâl oldu ki daima her birimiz, Allah Rasûlü’nden bir emir gelsin ki onu îfâ edelim, Allah Rasûlü’nün kalbinde bir yerimiz olsun… Daima;

“Yâ Rasûlâllah! Canım, malım fedâ olsun, emret!” dediler. Hattâ;

“–Bu mektubu kim götürecek şu krala?” deyince, hepsi ayağa kalktı. Yani nasıl götüreceğim, çölleri nasıl aşacağım, kelle uçuran cellâtların karşısında nasıl okuyacağım, demedi. Yeter ki Rasûlullah Efendimiz’in gönlünde onun bir izi olsun.

Cenâb-ı Hak hayatımızı -inşâallah- ihsan ve irfan hâlinde geçirmeyi nasîb eylesin. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’le beraber olmayı âhirette nasîb eylesin.

İhsan nedir o zaman?

Allah dostlarından biri, bir âmâya sofra hazırladı. Fakat sofra da çok mükellefti. Muhteşem bir sofra âmâya. Oradaki kişilerden biri dedi ki:

“–Efendi dedi, bu âmâdır, bu kadar muhteşem bir sofra hazırladınız dedi. Fakat bu görmüyor ki onu.” dedi.

O sâlih kimse dedi ki:

“–O dedi, âmânın Hâlık’ı görmüyor mu dedi. Âmânın Rabbi görmüyor mu?” dedi.

İşte ihsan duygusu!..

Yine sütçünün kızı…

“–Su koy!” dedi.

“–Anne dedi, halife ne dedi, duymadın mı?” dedi.

“–Nereden görecek halife, kızım dedi, koy!” dedi.

“–Peki dedi, halife görmüyor diye Allah görmüyor mu?” dedi. Ki Ömer bin Abdülaziz’in ninesi oldu. “Allah görmüyor mu?..”

Yine İbn-i Ömer -radıyallâhu anh- Abdullah. Bir tenezzühe gidilmişti. Orada bir çoban, sürüsüyle gidiyordu.

“–Çoban, gel dedi, beraber yiyelim dedi. Çoban:

“–Oruçluyum.” dedi.

Onun derûnunu anlamak için:

“–Çoban dedi, buradan bize bir koyun satsana!” dedi.

“–Benim değil ki dedi, satayım.” dedi.

“–Yâhu sahibi nereden bilecek dedi. (Anlamak için takvâsını.) Satsan, nereden bilecek dedi. Kayboldu dersin, geçer gider dedi. Burada hem kebap yapar, hem de sana iftarlık buradan bırakız.” dedi.

İbn-i Ömer diyor ki:

Çoban diyor, başını diyor, semâya kaldırdı diyor. Yüzünün damarları çıktı diyor.

“–Peki Allah görmüyor mu?” dedi.

Cenâb-ı Hak cümlemize -inşâallah- bu ihsan duygusundan, irfan duygusundan hisseler nasîb eylesin.

Velâdet kandilini, hayatımızın bütün muhtevâsında yaşamayı ve yaşatmayı, telkin etmeyi, Cenâb-ı Hak nasîb eylesin.

Cenâb-ı Hak ümmet-i Muhammed’i bu mevcut hastalıktan selâmete erdirsin -inşâallah-.

Biz de -inşâallah- Cenâb-ı Hakk’a çok ilticâ edelim, bu iptilâ da -inşâallah- milletimizin üzerinden geçer gider -inşâallah-.

Duâmızın kabulü niyazıyla; Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..