Mevlid Kandili Sohbeti (09 Kasım 2019)


DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

Mevlid Kandili Sohbeti (9 Kasım 2019)

Muhterem Kardeşlerimiz!

Cenâb-ı Hakk’ın bize en büyük nîmeti, ihsânı; Rasûlullah Efendimiz’e ümmet olabilmemiz. Bunun idrâkinde olabilmemiz.

Cenâb-ı Hak:

لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ

(“Yemin olsun, Allah büyük ihsanda bulundu…” [Âl-i İmrân, 164]) buyuruyor.

Cenâb-ı Hakk’ın en büyük ikramı, 124 bin küsur peygamberin içinde Rasûlullah Efendimiz’e meccânen ümmet olmamız. En büyük lûtuf!..

Efendimiz’in seviyesini bizim idrâkimize göre îzah eden birçok âyet-i kerîme var. Bu âyet-i kerîmelerden bir kısmı okundu. Meselâ, Ahzâb Sûresi’nin 21. âyetinden başlandı. Orada Cenâb-ı Hak:

“Andolsun (diyor, yemin olsun diyor), sizin için (diyor), Allâh’a ve âhirete kavuşmayı, (yani Allâh’a mülâkî olmayı, âhirete de kavuşmayı) (umanlar), Allâh’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir Allah Rasûlü, (yani üsve-i hasene).”

Yani Efendimiz, insanlıktaki bir mucize. Bütün beşeriyete kadar gelen milyonlarca, milyarlarca insana, onun her hâline Efendimiz bir numune. Fakat burada üç tane şart Cenâb-ı Hak bildiriyor. Takvâ ile yaklaşabilmek. Allâh’a yaklaşabilmek. Yani “Hayatımızın her safhasında ben Allâh’ın rızâsında mıyım?” Bunun bir idrâki içinde olabilmek. Kendimizi bir muhasebe edebilmek.

İkincisi; “âhiret gününe kavuşmayı umanlar.” Âhireti gözümüzün önünde… Zerrelerin, hayır ve şerrin hesabı verilecek. Âhireti unutmamak…

Üçüncüsü; kalp Cenâb-ı Hak’la meşgul olacak, “Allâh’ı çok çok zikredenler için, Allah Rasûlü’nde üsve-i hasene, örnek şahsiyet var.”

Bütün, gelen bütün insanlar için örnek. Bir benzeri, asr-ı saâdette, Allah Rasûlü Efendimiz’in başından geçmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın insanda bir mûcizesi.

Diğer okunan, 56. âyet Ahzâb Sûresi’nde.

“Allah ve melekleri Peygamber’e salât eder…”

Yani Cenâb-ı Hak salât ediyor, büyük bir makam veriyor. Âlemlere rahmet olarak gönderiyor. Melekler duâ ediyor.

“…Peygamber’e çok salât eder. Ey mü’minler!..”

Bizlere dönüyor âyet-i kerîme;

“…Sizler de salevât-ı şerîfe getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56)

Yani hayatımızın her safhasını bir idrâk içinde yaşamak:

“Allah Rasûlü benim yanımda olsaydı, benim namazım, ibadetim, evlât yetiştirmem vs… Allah Rasûlü bana tebessüm eder miydi?” Bu idrâkin içinde yaşayabilmek.

Ondan sonra Tevbe Sûresi’nden okundu. Burada Cenâb-ı Hak;

“…Sizin içinizden bir Peygamber…” (et-Tevbe, 128) buyuruyor. Yani tanıyorsunuz, biliyorsunuz diyor. Bir annenin-babanın merhametinden daha fazla merhametli. “…O çok raûf ve çok rahîmdir (çok şefkatli ve çok merhametlidir).” (et-Tevbe, 128) buyuruyor.

Yani bunu Cenâb-ı Hak, bu âyeti diğer peygamberler için bildirmiyor. Yani Rasûlullah Efendimiz bütün peygamberlerin, merhamette, şefkatte ümmetine, en zirve seviyede. Yani Cenâb-ı Hakk’ın “Rahmân ve Rahîm” esmâsından en büyük tecellî, Efendimiz’de.

Tabi bir mü’minde de bu “Rahmân ve Rahîm”, bu “raûf ve rahîm” tecellîsi olacak, mü’min de bir “rahmet insanı” olacak.

Ondan sonra gelen Hucurât Sûresi’nde; burada bir nezâket, incelik, zarâfet bildiriyor Cenâb-ı Hak:

“Ey îmân edenler! Allah ve Rasûl’ünün önüne geçmeyin!..” (el-Hucurât, 1)

Yani her hâlimiz o minvâl üzere olacak.

“…Allah’tan korkun (ittikā edin), şüphesiz Allah işitendir (O’nun için bir şey yok, bir duymama vs. yok) ve bilendir.” (el-Hucurât, 1)

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“…Nereye gitseniz (Cenâb-ı Hak) sizinle beraber…” (el-Hadîd, 4)

Cenâb-ı Hak zamandan-mekândan münezzeh. Her zaman, insan, hayvan, diğer yaratık, cemâdat, hepsinin Cenâb-ı Hak her an yanında.

Ondan sonra Cenâb-ı Hak mü’minlere hitap ediyor. Burada Rasûlullah Efendimiz’in seviyesini gösteriyor. Seviye, zirve seviye! Beşer idrâkinin ötesinde bir seviye!

“Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üzerine yükseltmeyin!..” (el-Hucurât, 2)

Bu, ashâb-ı kirâma indi. Yani nezâket, zarâfet, incelik vs… Rasûlullah Efendimiz’in karşısında çok bir teyakkuz hâlinde bulunabilmek.

“…Birbirinize seslendiğiniz gibi Peygamber’e yüksek sesle seslenmeyin (bir nezâketsizlikte bulunmayın). Yoksa sizin farkında olmadan amelleriniz boşa çıkıverir.” (el-Hucurât, 2)

İbadet, tâat, muâmelâtı, hepsini geç…

Ondan sonra devam eden âyette:

“Allâh’ın elçisi huzûrunda/Rasûlullah’ın huzûrunda seslerini kısanlar, (yani edebe dikkat edenler, müeddeb olanlar) şüphesiz ki Allâh’ın kalplerini takvâ ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.” (el-Hucurât, 3)

Demek ki Cenâb-ı Hak Rasûlullah Efendimiz’i idrâkimize sunuyor bizim. Efendimiz’e karşı nasıl bir içimizde muhabbet olacak? Nasıl O’nun izinden gideceğiz? Sesimizi dahî, -ashâb-ı kirâma indi- Rasûlullah Efendimiz’in yanında ses kısılacak. Bu kadar bir hassasiyete dikkat edilecek.

Ondan sonra gelen âyette, bir cemaat geldi, odaların arkasından, câhil bir cemaatti:

“–Muhammed! Çık dışarı!” diye seslendiler. Âyet-i kerîmede… Kaba bir harekette bulundular.

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Sana odaların arkasından bağıranlar, çoğu aklı ermez kimselerdir.” (el-Hucurât, 4)

Demek ki en mühim tahsil, Rasûlullah Efendimiz’i tanıyabilmek. Eğer bir insan trilyon trilyon kitap okusa, Allah Rasûlü’nü tanımıyorsa, O’nun yaşadığı hayatı idrâk edemiyorsa, câhilin ta kendisidir, âyet-i kerîmenin ifadesi… Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın en büyük lûtfunu tanımıyor.

Cenâb-ı Hak, ilk âyet:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (el-Alak, 1)

Demek ki bir mü’min en çok Allâh’ın lûtfunu idrâk edecek, Rasûlullah Efendimiz’i yakından tanıyacak, O’nunla hemhâl olacak, o istikâmetten hayatını devam ettirecek.

Bir Rabîulevvel ayının içindeyiz. Ramazân-ı Şerîf ayı, riyâzat ayıdır, bereket ayıdır, rahmet ayıdır, Kur’ân-ı Kerîm ile hemhâl olma ayıdır. Arkadan bir bayram geliyor. Rabîulevvel ayı da muhabbetimizi artırmak, Rasûlullah Efendimiz’i yakından tanıyabilmek…

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

(“Kim Rasûl’üne itaat ederse Allâhʼa itaat etmiş olur.” [en-Nisâ, 80])

Allah Rasûlü’nün her hâline itaat etmek, tâbî olmak ki o da Allâh’a tâbî olmadır. O minval üzerine hayatımızın olabilmesi.

Bu şekilde Allâh’ın en çok sevdiği Peygamber, kul, en çok, bütün melekler dâhil; Rasûlullah Efendimiz… Demek ki Cenâb-ı Hak da Rasûlullah Efendimiz’i çok seveni Cenâb-ı Hak da seviyor.

Tabi Cenâb-ı Hakk’ı, Rasûlullah Efendimiz’i çok sevmek ne şekilde olmuş olacak? O’nun istikâmetinde hayatımızı istikâmetlendirmekle.

Velhâsıl Velâdet Kandili’ni idrâk etmek, her şeyden önce Fahr-i Kâinat Efendimiz’e ümmet olmanın sevinç, vecd ve huzurunu duyabilmektir. 124 bin küsur peygamber içinde en yüksek, en sevdiği Peygamber’e ümmet kıldı. Ve “üsve-i hasene”.

لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ

(“Yemin olsun, Allah müʼminlere bol ihsanda bulundu…” [Âl-i İmrân, 164])

“Kendilerine Allâh’ın âyetlerini okuyan, onları temizleyen «وَيُزَكِّيهِمْ» kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah mü’minlere en büyük lûtufta, en büyük ikramda bulunmuştur.” (Âl-i İmrân, 164)

Demek ki bu ikramı idrâk edebilmek.

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

“…Verdiğimiz nîmetlerin mukâbilinden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8)

Demek ki Rasûlullah Efendimiz’in bize emanet bıraktığı Kitap ve Sünnet muvâcehesinde hayatımızı tanzim edebilmek…

İnsan, eşref-i mahlûkat. Cenâb-ı Hak insana yardımcı oluyor; Cenâb-ı Hakk’a kul olacak, Cenâb-ı Hak’la dost olacak. Kâinat, ilâhî bir dershâne. Yani zerreden küreye bu cihanda her şey, ilâhî azamet ve kudret akışları olarak bu dünya, bu cihan, insana hazırlandı. İlâhî bir laboratuvar mahiyetinde.

Hattâ Ziya Paşa’nın güzel bir mısraı vardır:

Bin ders-i maârif okunur her varakında,

Yâ Rab, ne güzel mektep olur mekteb-i âlem…

Yani; “Bu kâinat kitabının her bir yaprağında mârifet ilminin, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilme ilminin, Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilmenin, Rabbini idrâk etmenin, binlerce dersi okunur. Yâ Rab! Şu kâinat mektebi, tefekkür deryasına dalarak ibret almak için ne güzel bir mekteptir.”

Ve bu mektebin güzel bir talebesi olabilmek, kâinatın…

Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı her şeyin idrâkinde derinleşebilmek. Meselâ Cenâb-ı Hak âyette buyuruyor:

وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِى الْخَلْقِ اَفَلَا يَعْقِلُونَ

(“Kime uzun ömür verirsek Biz onun gelişmesini tersine çeviririz. Hiç düşünmüyorlar mı?” [Yâsîn, 68])

Biz ömür verdiğimize baştan gençlik veririz, sonra yaşlılık veririz ömür verdiğimize.

اَفَلَا يَعْقِلُونَ

İnsan akıl erdirmez mi?

Daima âyet-i kerîme, bu şekilde ifade. Kâinata baktığımız zaman bu âyet-i kerîmenin tezâhürünü görürüz.

Bir ilkbahara baktığımız zaman, bir gençlik devresi sanki. Suların coştuğu, meyvelerin en güzel şekilde verdiği, çiçeklerin açtığı, mevsimin havanın en güzel bir latîf hâle gelmesi. İnsan bu sırada kendini düşünecek. Kendi resmini görecek bu ilkbahar içinde eğer gençse. Ben diyecek, bakacak karıncaya bakacak, hiç durmuyor, çalışıyor. Arıya bakacak, hiç durmuyor, kovanları dolduruyor, takdim edecek. Kâinattaki şu manzaraya bakacak, ilkbahara; kendini mes’ul görecek; demek ki ben de bu enerjimi Allah yolunda kullanacağım…

Yaşlandı, güçten-kuvvetten kesildi; bir sonbaharın içinde kendi resmini görecek. Nasıl yapraklar bir gazel hâline geliyor?.. Fırtınalar; lodostu, poyrazdı, karayeldi, esiyor… Devamlı bir, kabristanın önünden geçse, çok arkadaşları orada, daha evvel gitmiş durumda, selviler ona el sallıyor.

Velhâsıl zerreden küreye bütün mahlûkat “el-Bârî, el-Musavvir” sıfatı. Cenâb-ı Hak bu kâinatı ilâhî bir laboratuvar, Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir ihsânı, büyük bir ikramı. Sayabildiğimiz kadar saysak, yine ifade edemeyiz.

Kur’ân-ı Kerîm ilâhî bir lûtuf.

اَلرَّحْمٰنُ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ

(“Rahmân Kurʼânʼı öğretti. İnsanı yarattı. Ona açıklamayı öğretti.” [er-Rahmân, 1-4])

“Rahman Kur’ân’ı öğretti.” (er-Rahmân, 1-2)

Cenâb-ı Hak demek ki Kur’ân’ı öğretmesi, Cenâb-ı Hakk’ın bütün merhamet tecellîsinin neticesinde. “Rahman öğretti” buyuruyor. Cenâb-ı Hak diğer esmâsını, diğer bir ismini bildirmiyor. Demek ki burada Cenâb-ı Hakk’ın merhameti, Kur’ân’a olan bir îtinâ göstermemiz.

خَلَقَ الْاِنْسَانَ

“İnsanı yarattı.” (er-Rahmân, 3)

Kur’ân’la yaşayacak. Kur’ân ile saâdet bulacak. Kur’ân’la huzur bulacak.

عَلَّمَهُ الْبَيَانَ

(“Ona açıklamayı öğretti.” [er-Rahmân, 4])

Sırlar, hikmetler, insana Cenâb-ı Hak lûtfediyor. Yani kâinatın ders kitabı Kur’ân-ı Kerîm. Son nefese kadar ders kitabımız, saâdet rehberimiz, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına gönderdiği, Hâlık’ın mahlûkuna gönderdiği bir mektup.

Bir arkadaşımız mektup gönderse, açıp bakarız. Oğlumuz askerdeyken mektup gönderse daha îtinâlı açıp bakarız. Demek ki bu, Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği bize bir mektup. Bunu nasıl okuyacağız?

Bunu okumak için de okuma-yazma bilmek lâzım. Okuma-yazma bilmek için de kalp lâzım. Ancak kalp okur, kalp derinliğine girer. Herkes aynı rahle başında oturur, kalbin derinliğine göre Kur’ân-ı Kerîm’den ona hisseler gelir.

Mevlânâ bunu ne güzel îzah ediyor, Kur’ân-ı Kerîm’e bağlılığı:

مَنْ بَنْدَهِ قُرْآنَمْ اَكَرْ جَانْ دَارَمْ

مَنْ خَاكِ رَهِ مُحَمَّدْ مُخْتَارَمْ

“Bu can bu tende oldukça (nasıl Kur’ân’la bir hemhâl olmuş) ben Kur’ân’ın, Kur’ân-ı Kerîm’in kuluyum-kölesiyim. Muhammed Mustafa Muhtâr’ın mübârek, nurlu yolunda ayağının toprağıyım.” buyuruyor.

Üçüncüsü; Peygamberimiz, peygamberler en büyük rahmet. Efendimiz Kur’ân-ı Kerîm ve kâinatın muallimi. Gönüller sultânı, ilâhî rehber. Her kademede insan için yegâne örnek şahsiyet, üsve-i hasene.

Diğer peygamberler belli bir kavme gönderildi, yalnız Rasûlullah Efendimiz, insanlık için kıyamete kadar bir hidâyet kandili.

Velhâsıl Kur’ân-ı Kerîm kelâmda ilâhî bir mucize.

Kâinat, fiilde bir mucize, maddî varlıkta bir mucize.

Rasûlullah Efendimiz insanlıkta bir mucize.

Yine Efendimiz’in hayatına bir baktığımız zaman; Cenâb-ı Hak o bütün varlıklara, bütün insanlara üsve-i hasene/örnek şahsiyet olarak lûtfetti, ikram etti. Bundan dolayı ki Efendimiz’i, O’nu insan topluluğu içinde acziyet bakımından en altta bulunan yetimlik ve öksüzlükle başlatarak, hayatın bütün kademelerinden geçirip, kudret ve salâhiyet bakımından en üst noktaya, yani peygamberlik ve devlet reisliğine kadar yükseltmiştir.

Onun için hiç kimse diyemez ki “Benim başımda bir hâdise var, bu hâdisenin bir benzeri asr-ı saâdette geçmedi, Allah Rasûlü bunun devasını vermedi…” diyemez.

Yani beşer kademelerinin herhangi bir noktasında bulunanlar, O’ndan kendileri için en mükemmel fiilî davranışı örnek alıp kendi istîdatları nisbetinde gerçekleştirmeye meylederler.

Okunan âyette, 21. âyette Cenâb-ı Hak:

“Andolsun Rasûlullah’ta sizin için, Allah ve âhirete kavuşmayı umanlar için, Allâh’ı çok çok zikredenler için güzel bir örnek vardır.” (el-Ahzâb, 21) buyuruyor.

Birinci grup… Üç kategoride zirveleşmek lazım.

Birincisi; “Allâh’a kavuşmayı umanlar.” Yani dâimâ kul, Allah rızâsında istikâmetlenecek. Her hâlini, kendi kendini sorgulayacak; “Ben, Allah rızâsında mıyım?..” Her hâlini Allah rızâsıyla bir tâdâd edecek.

İkincisi; “Âhiret gününe kavuşmayı umanlar.”

Her an âhiret endişesi içinde bulunanlar. Üzerimize;

اِقْرَاْ كِتَابَكَ

“Kitabını oku, bugün (hesap sorucu olarak) nefsin kâfîdir.” (el-İsrâ, 14) denilecek. En küçük amellerimiz -hayır ve şer- hepsi akacak orada. İnsan şaşıracak o ekranları seyrettiği zaman. Hiçbir şey -küçük büyük- hiçbir şey unutulmamış diyecek.

Cenâb-ı Hak unutulmayacak, âhiret unutulmayacak.

“Cenâb-ı Hakk’ı bol bol zikredenler.”

Dilimiz, kalbimiz Cenâb-ı Hak’la beraber olacak. Yani niçin dünyaya geldiğini, kimin mülkünde olduğunu,  bu hayatın geliş-gidiş hikmetinde derinleşen ve takvâ hayatı yaşayanlar için, Rasûlullah Efendimiz’de üsve-i hasene/örnek şahsiyet var.

Demek ki en büyük tahsil de bu. Bu dünyaya bu tahsile geldik biz.

Peki o zaman “takvâ” nedir? 258 yerde “takvâ” geçiyor Kur’ân-ı Kerîm’de. Takvâ; Allah’tan uzaklaştıran her şeyden kalbi korumak, nefsânî arzuları köreltmek, rûhânî istîdatları inkişâf ettirmek.

“…Nereye gitseniz, (Allah) sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4)

Kul bunun idrâki içinde olacak.

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

Cenâb-ı Hakk’ın “Rahmân ve Rahîm” esmâsı 99 yerde geçiyor. Okunan âyette Efendimiz’in “raûf ve rahîm” olduğu bildiriliyor. Bu vesîleyle Cenâb-ı Hak kulunu dostluğa davet ediyor. Dostluğu da, Rahmân, bir “rahmet insanı” olmasını arzu ediyor.

Rahmet insanı, huzurunu kalb-i selîmde bulacak, kalb-i münîbde bulacak, itminâna ermiş bir hâlde olacak, Cenâb-ı Hak’la beraberlik olacak, Cenâb-ı Hak’la huzur bulacak.

رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً (“…Sen Rabbinden râzı, O da senden râzı.” [el-Fecr, 28])

Cenâb-ı Hak’tan râzı olacak.

Niçin, nedendir bu?.. Kaderin sırrını bilmiyoruz. Allah’tan râzı olacak. İşte bu kullar için;

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“…Onlar üzülmeyeceklerdir, korkmayacaklardır.” (Yûnus, 62) buyruluyor.

Çünkü başımızdan çok hâdiseler geçecek. Ölüm; rûhun bedenden çıkışı. Efendimiz kabir hayatını dünyevî intibâlarla bildiriyor. Fakat girmeden bilemeyiz nasıl. Nelerle karşılaşacağız? Hesabımız… İlk hesap orada başlayacak. Ne gibi manzaralar seyredeceğiz?..

Hazırlık, burada olacak. Hazırlık, yine âhiret hazırlığı, yine dünyada. Orada yani kabirde, âhirette kazanıp kaybetmek yok; hepsi dünyada son nefese kadar…

Cenâb-ı Hak buyuruyor, Bakara 143:

“Biz sizleri vasat ümmet (yani hayırhah bir ümmet olarak, istîdatlı bir ümmet) olarak yarattık (hayra istîdatlı), siz yeryüzünde (Allâh’ın) şâhitlerisiniz. (Allâh’ın dînini temsil edersiniz.) Peygamber de (kıyamet günü) size şahit olsun…” buyuruyor.

Demek ki bir rahmet insanı olabilmek. Şartları nedir?

Kibir, enâniyet, dedikodu, iftira, yalan, israf, cimrilik ve emsâli bütün hasletler, rahmet insanında son bulacak. Bu kötü vasıflardan, bir gıybet mi ediliyor, oradan ateşten kaçar gibi kaçacak. Yanlış mekânlardan, ateşten kaçar gibi kaçacak. Bunların yerine rahmet insanında ne olacak; cömertlik olacak. Allah sana ne verdi, niçin verdi? Cömert olacaksın.

Demek ki sana bunu kendisine yaklaşmaya bir malzeme olarak verdi.

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

(“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda sarf etmedikçe, iyiliğe/birrʼe eremezsiniz…” [Âl-i İmrân, 92])

Sevdiklerinizden vermedikçe Allâh’a yaklaşamazsınız buyruluyor.

Demek ki Cenâb-ı Hak malınla, canınla seni test ediyor. Cömertlik olacak, merhamet olacak, şefkat, hizmet, tevazu, nezâket, sabır, edep, hayâ, vakar ve fazîletlerle kalp müzeyyen hâle gelecek. Böyle bir rahmet insanı… Kendini daima nefsânî, çirkin manzaralar seyretmekten daima muhafaza edecek ki oradan bir in’ikâs gelmesin. Ebedî saâdeti yakıp kül eden bir ateş gibi görecek onları.

Seyrettiği Rahmânî manzaralar; ilâhî azamet tecellîleri, kendisini derin bir tefekküre sevk edecek. Zira bilir ki tefekkür, bir îman alâmetidir. Cenâb-ı Hak:

اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ (“…Hiç düşünmez misiniz?” [el-En‘âm, 50])

اَفَلَا تَعْقِلُونَ (“…Akletmez misiniz?” [el-Bakara, 44; Âl-i İmrân, 65; el-A‘râf, 169…])

اُولُوا الْاَلْبَابِ  (“…(Ancak) akıl sahipleri (düşünüp ibret alırlar).” [Âl-i İmrân, 7]) buyuruyor.

Hattâ bir, evliyâullahtan bir misal… Hassas bir yürek, menfî hâdiselerde suçu daima kendine izâfe eder: “Bende ne hâl vardı ki bu hâl oldu?..”

Fudayl bin Iyaz Hazretleri buyuruyor ki:

“Allâh’a itaatsizlik ettiğimi, merkebimin ve hizmet eden hizmetkârımın huyundan anlıyorum. Benim huyum değiştiği zaman, benim niyetim değiştiği zaman, onların da huyu değişiyor.” buyuruyor.

Yani daima insan kendini bir mîzân edecek, daima kendine izâfe edecek.

Yine bir; “Rahmet insanı nasıl olacak?”

Çoraklaşmış gönüllere bir yağmur misali rahmet olabilmenin derdinde olacak. Yani yürek âlemi bir dergâh olacak. Bütün mü’minlerin kendine zimmetli olduğunun idrâkiyle yaşayacak. Gönlü bütün insanların neşesi veyahut da hüznü, ıztırâbıyla dolu olacak. Değişen şartlarda; fakirlikten zenginlik, zenginlikten fakirlik, yahut hastalıktan sıhhat, sıhhatten hastalık, muvâzeneyi kaybetmeyecek. Daimâ hamd ve şükür hâlinde olacak. Havf ve recâ arasında olacak.

يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ

(“…Âhiretten korkan…” [ez-Zümer, 9])

Ölümü hiçbir zaman unutmayacak. Hiç kimseyi de istihkār etmeyecek.

وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ

En büyük günahlardan biri de ibâdullâh’ı istihkār etmek. Bir mü’min kulunun bir zaafını görüp yahut zihnî bir melekesinde zayıflık görüp onu bir alay etmek, küçük görmek; bunu da Cenâb-ı Hak şiddetle men ediyor. Âyette buyuruyor:

وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ

“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen kimsenin vay hâline!” (el-Hümeze, 1) buyuruyor Cenâb-ı Hak.

Velhâsıl bir rahmet insanı, gittiği her yere âdeta bir bahar meltemi götürecek. Muhabbet götürecek. Bulunduğu yere huzur veren bir kişilik, bir şahsiyet, bir karakter olacak.

Güneş gibi en kuytu köşeleri dahî aydınlatacak. Oralara -zarar bir tarafa- fayda ve huzur verecek.

Efendimiz buyuruyor, bir mü’min nasıl olacak, rahmet insanı, hadîs-i şerîf, Ahmed ibni Hanbel naklediyor:

“Mü’min bal arısına benzer. Temiz olanı yer (yani helâl yer), temiz olan şeyleri ortaya koyar (yani Hakk’ın rızasına uygun olan işleri yapar, sâlihlerle-sâdıklarla beraber olur) konduğu yeri ne kırar ne de bozar.” (Ahmed bin Hanbel, II, 199)

İşte arının misali. 45 günlük bir hayatında temiz yerlerden alıyor. Kirli bir yerden, bir teressübattan almıyor. O mekânları, şeyleri dolduruyor, ambalaj yapıyor, takdim ediyor. İşte Rasûlullah Efendimiz; “bir mü’min diyor, bal arısı gibi olacak” buyuruyor.

Velhâsıl dünyada bir “arz-ı endam” değil, yani riyâ, gösteriş, tekebbür, makam-mevkî için bulunmayacak, “arz-ı hâl” üzerinde, yani Cenâb-ı Hakk’a karşı yokluk, hiçlik ve bir mahviyet içinde bir abd-i âciz olarak bulunacak.

Muhabbetin merkezine Cenâb-ı Hakk’ı yerleştirecek. Daima etrafına rahmet tevzî edecek. Bütün mahlûkâtı kendisine zimmetli olarak addedecek.

Gelmeyene gidecek. Küsmek diye bir şey yok. “Sen aranı düzelt buyuruyor. Eğer mü’minlerseniz diyor, aranızı düzeltin.” buyuruyor. (Bkz. el-Enfâl, 1)

Vermeyene verecek, deryâ gönüllü olacak.

Velhâsıl bir mü’min, rahmet taşıracak.

خَيْرُ النَّاسِ اَنْفَعُهُمْ لِلنَّاسِ

“İnsanların en hayırlısı insanlara en hayırlı olandır.” buyruluyor. (Beyhakî, Şuab, VI, 117; İbn-i Hacer, Metâlib, I, 264)

Rabîulevvel ayının ihyâsı, Peygamber Efendimiz’e olan yakınlığımızın bir göstergesidir.

İmam Kastalânî var, bu, Buhârî şârihidir. İbn-i Abbas rivâyet ediyor. Babası Abbas -radıyallâhu anh- Ebû Leheb’i rüyasında görüyor, kardeşi. Biri Efendimiz’in dostu, biri Efendimiz’in düşmanı.

“–Ebû Leheb!” diyor, Tebbet Yedâ Sûresi’nin indiği kişi.

“–Hâlin ne?” diyor.

“–Cehennem’deyim diyor, acıklı bir azâbın içindeyim, yalnız pazartesi günleri azâbım hafifliyor. Zira câriyem Süveybe «Bugün bir yeğenin dünyaya geldi» dedi. Ben de sırf akrabalık asabiyetiyle «Müjde!» dedim, ona bir müjde verdim, «Serbestsin!» dedim.”

Kıraat ve hadis âlimi İbnü’l-Cezerî (1429 vefatı) o buyuruyor:

“Bir Allah ve Rasûlullah düşmanı Ebû Leheb, sırf akrabalık asabiyetiyle sevindiği için azâbının hafifletilmesi mükâfatına nâil olursa, bir mü’min Rabîulevvel ayında Efendimiz’e olan muhabbeti sebebiyle,  ümmet-i Muhammed olmanın sevinciyle sadakalar verir, sohbetler eder, Kur’ân-ı Kerîm ve kasîdeler okursa, kim bilir nasıl bir ecre nâil olur?!.”

Öyleyse mü’minler, Allah Rasûlü’nün doğduğu bu ayda bol bol mânevî sohbetler yapıp feyz tâzelemeli, mübârek ayın rûhâniyetinden istifâde etmek için Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi aşkına gönüllerini ve sofrasını açarak ümmete ziyafet vermeli; fakir, garip, yetim, çâresizlere her türlü iyiliği yaparak mahzun gönülleri şâd etmeli, onları sadakalarla sevindirmeli, Kur’ân okumalı ve bilmeyenlere Kur’ân-ı Kerîm öğretmeli…

Rasûlullah Efendimiz en büyük lûtuf. Rasûlullah Efendimiz’in mürebbîsi Cenâb-ı Hak. Cenâb-ı Hak O’nu terbiye etti. O, hiçbir beşerden ders almadı. Bugünkü psikoloji, pedagoji, sosyal-antropoloji… insana hitap eden, insan rûhunu tahlil eden ne kadar ilim varsa, onların hepsinin Efendimiz zirvesinde. Değişik fıtrat ve karakterlere sahip kimseler, Efendimiz’in rahle-i tedrîsinde en güzel bir şekilde terbiye edildiğini görüyoruz. En büyük muallim!..

Velhâsıl bize düşen, O’nu her şeyden üstün tutup emsalsiz bir aşk ve muhabbetle sevmek, O’na îmânın kemâlindendir. En büyük lûtuf!..

Muhabbet, fedakârlık ister. Fedakârlık, dostluğun îcâbıdır. Demek ki ibadette, muâmelâtta, muâşerette, kardeşlikte, her şeyde tekâmül etmek zarûrî.

Efendimiz’i yine Cenâb-ı Hak Ahzâb Sûresi’nin 6. âyetinde:

“Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha önce gelir…”

Yani kendinden daha çok merhametli Efendimiz.

“Ben, buyuruyor, kabrimde diyor, İsrâfil Sûr’u üfürünceye kadar «ümmetî, ümmetî» diyeceğim.” buyuruyor. (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XIV, 414)

“Güzel amelleriniz bana gelir, ben sevinirim memnun olurum buyuruyor. Menfî amelleriniz gelir, üzülürüm.” buyuruyor. (Heysemî, IX, 24)

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- dedi ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Şimdi Sen’i canımdan çok seviyorum!”

«–İşte Ömer dedi, şimdi dedi, îmânın kemâli buldu.»” (Bkz. Buhârî, Eyman, 3)

İşte ashâb-ı kirâm O’nu canından çok sevdi, O’nun en ufak arzusuna, samimiyetle “Canım, malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” dedi. Onun için kralların huzuruna girip Allah Rasûlü’nün mektubunu götürdü. Cellâtların huzûrunda o mektubu okudu.

Efendimiz nereyi emretti; Çin’e gitti, Semerkand’a gitti, yorulmadı-üşenmedi, ağır gelmedi. Afrika’ya girdi, Kayrevan’a girdi. Ömer bin Abdülaziz zamanında İspanya’ya çıkıldı.

Yani demek ki hakîkî bir îman; can ve malın Allah yolunda feda edilmesi…

“Canlarıyla, mallarıyla Cennet’i satın aldılar.” buyruluyor. (Bkz. et-Tevbe, 111)

Demek ki bu dünya bir pazar. Bu pazarda canlar ve mallar satışa çıkarılıyor.

Sevmenin bir misâli Efendimiz’i:

Bir Recî Vak’ası var. Orada ashâb-ı kiramdan Hubeyb esir esildi. Şehid edilmeden evvel çocukların eline mızraklar verildi.

“–Bu denildi, Bedir’de sizin babanızla harp etti, babanıza kılıç salladı. Alın intikamınızı!” denildi.

O sırada Ebû Süfyan geldi. Ebû Süfyan, Hubeyb’e dedi ki:

“–Hubeyb!” dedi. (Anlamak istedi kalbî durumunu kıvamını.) “Hayatının kurtulmasına karşı senin yerinde Peygamber’inin olmasını ister miydin?”

Bir taviz alacak…

Hubeyb, Ebû Süfyan’a acıyarak, zavallı diye baktı. Yani esir, şehîd edilecek, Ebû Süfyan oranın reisi Mekke’nin, ona acıyarak baktı, yani “sen bir zavallısın” gibi.

Dedi ki Hubeyb:

“–Benim çoluk-çocuğumun arasında olup Peygamber’imin burada olmasını istemek şöyle dursun, benim ölümden kurtulmama karşılık O’nun şu an bulunduğu yerde ayağına diken batmasına ben râzı olmam. O’nun ayağına diken batmasındansa ben canımı feda ederim.” dedi.

Ebû Süfyan şaşırdı kaldı:

“–Hayret doğrusu! Ben, dünyada Muhammed’in ashâbının O’nu sevdiği kadar, birinin diğer kimseyi sevdiğini görmedim.” dedi. (Vâkıdî, I, 360; İbn-i Sa’d, II, 56)

İşte Velâdet Kandili, Efendimiz’e muhabbetimizi sorgulamalı, ittibâmızı artırmalı ve gayret etmemiz îcâb etmiş oluyor.

Bunların misâli çok. Yani Cenâb-ı Hak hep îkaz:

يَوْمَ لاَ يَنْفَعُ مَالٌ وَلاَ بَنُونَ

(“O gün, ne mal fayda verir ne de evlât.” [eş-Şuarâ, 88])

İşte evlâtlar, mallar, hepsi dünyada kalacak. Ya evvel gidecek, yahut da sonra gidecek.

İnsan, sevdiğini unutmaz. Her fırsatta onu yâd eder. Onun için “çok çok salât edin” Cenâb-ı Hak buyuruyor.

Bir kimse, çok büyük bir iyiliğini gördüğü kimseyi ömür boyu kalbinde taşır. En büyük iyilik gördüğümüz de Rasûlullah Efendimiz’dir bizim. Cenâb-ı Hak O’nu bize vâsıta kılmış oluyor. Bunu ashâb-ı kirâmda görüyoruz.

Meselâ Ebû Bekir Efendimiz halîfe iken hastalandı.

“–Âişe bugün ne gündür günlerden?” dedi.

“–Baba, pazartesi.”

“–Aman Âişe dedi, ne olursun beni hemen dedi, Allah Rasûlü’nün yanına gidip hemen gömün, beni O’na mülâkî edin.” buyurdu. (Bkz. Ahmed, I, 8)

Yine Seyyid Ahmed Yesevî Hazretleri 63 yaşına girdiği zaman bir mahzen gibi yerde irşâdına devam etti. “Allah Rasûlü 63 yaşında vefat etti, benim dünyada görecek bir şeyim yok artık.” dedi.

Zeyd -radıyallâhu anh-… Oğlu gitti:

“–Baba dedi, Rasûlullah Efendimiz intikâl etti dedi âhirete.”

Elini kaldırdı:

“–Yâ Rabbi, al bu gözleri dedi, artık bu göz O’nu gördükten sonra başka bir şey görmesin.” dedi. (Bkz. Kurtubî, el-Câmî, Beyrut 1985, V, 271)

Velhâsıl işte Rasûlullah Efendimiz’i yakından tanıyabilmek. Yakından tanımak için kalbî hayat zarûrî, muhabbet zarûrî.

Efendimiz buyuruyor:

“İnsin ve cinnin isyankârları hâricinde, bütün mahlûkat benim Allâh’ın Rasûlü olduğumu bilir.” (Ahmed, III, 310)

Cemâdat biliyordu:

“Uhud bizi sever, biz Uhud’u severiz.” dedi. (Buhârî, Cihâd, 71)

Hattâ Uhud’a çıktılar. Ebû Bekir Efendimiz, Ömer Efendimiz, Osman -radıyallâhu anh-. Uhud şöyle bir sallandı.

“Uhud sakin ol dedi. «Üskün» dedi. Üzerinde bir sıddîk, iki şehid var.” dedi. Ebû Bekir Efendimiz’in vefatından sonra Ömer ve Osman -radıyallâhu anh- şehid olacaklarını anladılar. (Bkz. Buhârî, Ashâbü’n-Nebî, 6; Tirmizî, Menâkıb, 18/3703)

Yine Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyuruyor:

“Ben diyor Rasûlullah ile birlikte Mekke’de idim. Beraberce Mekke yerlerini dolaştığımız zaman dağların, ağaçların:

«–es-Selâmu aleyke yâ Rasûlâllah!» dediklerini duyardım.” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 6/3626)

Nebâtat tanıyordu:

Hurma ağacı.

İşte Mevlânâ diyor ki:

“Bak diyor, bir hurma kütüğü diyor, hüzünlendi diyor. Bir hurma kütüğü ağladı.”

Efendimiz, bir hurma kütüğü üzerinde sohbet ederdi. Cemaat artınca minber yapıldı. Yerini değiştirince hurma ağacından sesler geldi. Büyük bir kalabalıktı, hadîs-i mütevâtir, yani bir kişi, üç kişi, on kişi değildi. Dolu bir cemaatti. Hattâ cemaat, bir kısmı diyor ki -hayvanla, çiftlikle meşgul olan-:

“Sanki bir deve yavrusunun diyor, ağlaması gibiydi.” diyor.

Diğeri diyor:

“Yok diyor, çocuğun ağlaması gibiydi.” diyor.

Rasûlullah Efendimiz indi, o kütüğü sıvazladı, ondan sonra gömüldü oraya.

Mevlânâ:

“Bak diyor, hurma kütüğü diyor, sen insansın o kütük diyor. O Allah Rasûlü’nü tanıdı diyor, O’nun firâkından ağladı.” diyor.

Yine Efendimiz’in Kasvâ diye bir devesi vardı. Bu, Şifâ-i Şerîf’te bildiriliyor Kādı Iyaz’ın. Rasûlullah Efendimiz vefat ettikten sonra bu, kendini çöllere vurdu, orada yemedi içmedi orada kendi kendine öldü gitti.

Bunlar hep bir sevgi tezahürleri…

Velhâsıl Efendimiz’in izinden gidebilme, O’nunla hemhâl olma, amellerimizi O’na göre istikâmetlendirme. En büyük Rabîulevvel ayının idrâki bu şekilde. Hayatımızın her safhasına bu Rabîulevvel ayını intikâl ettirme.

Efendimiz’den birkaç misalle sohbetimizi tamamlayalım.

Efendimiz din kardeşlerinden birini üç gün görmezse sorardı. Uzaktaysa, seyahatteyse ona duâ ederdi. Eğer evindeyse hasta ise ziyaret ederdi. (Bkz. Heysemî, II, 295)

Efendimiz’le beraber olabilmek…

Yine ümmetine sık sık sorardı. Çünkü her hâlimizde… En kötü israf zaman israfı.

“Bugün bir yetim başı okşadınız mı?

Bugün bir aç doyurdunuz mu?

Bugün bir hasta ziyaretinde bulundunuz mu?

Bugün bir cenaze teşyiinde bulundunuz mu?” (Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12)

Bunu sık sık sorardı.

Efendimiz’in bir hakkı tevzî etmesi. Bazı zaman kendisine izâfe ederdi. Bakî Kabristanı’ndan döndü. Ashâb-ı kirâmı topladı, kendine izâfe ederek:

“Nihâyet ashâbım ben de sizin gibi bir insanım dedi. Aranızdan bazı kimselerin hakları geçebilir.” dedi. Üstündeki örtüyü attı geriye:

“Kimin sırtına vurmuşsam işte sırtım gelsin vursun dedi. Kimin malını bilmeden almışsam işte gelsin alsın…” buyurdu. (Ahmed, III, 400)

Efendimiz niye böyle bir misal verirdi? Adâlet kulun önce kendinden başlamasıyla başlar.

Yine Efendimiz’in, yine bize örnek, hep hizmetteydi. Meselâ mescidi yaparken kendisi de taşıdı, tuğla taşıdı, kerpiç taşıdı.

“–Biz taşırız.” denilince;

“–Yok dedi, ben de Allâh’ın rahmetine muhtacım.” dedi. (Bkz. Semhûdî, Vefâü’l-Vefâ, Beyrut 1997, I, 333)

Daima önderdi.

Bir sefere giderken en önde giderdi. Orduya cesaret verirdi. Seferden en arkadan gelir; kim yardıma muhtaç, kim teselliye muhtaç, onu terkisine alırdı, onu tesellî ederdi.

Hep bunlar, beraber olmanın Efendimiz’in şeyi.

Yine Efendimiz’de vefâ…

Bir kadın mescidin kumlarını temizler, yıkardı. O zaman tabi halı filân yok. Efendimiz onu göremedi. Göremeyince;

“–Nerede bu hanım?” dedi.

“–Efendim, vefât etti.” dediler. “Gömdük.” dediler.

“–Niye bana haber vermediniz?” dedi. “Kabrini gösterin.”

Kabrine gitti, duâ etti. “Etrafındakiler de bu duâdan huzur buldu.” dedi. (Bkz. Buhârî, Cenâiz, 67)

Yine Efendimiz’de vefâ…

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- anlatıyor:

Bir keresinde Rasûlullâh’ı ziyaret maksadıyla yaşlı bir kadın geldi, iyice yaşlı bir kadın geldi. Rasûlullah Efendimiz bu kadına çok alâka gösterdi. Kim olduğunu merak ettim. Dedi ki:

“–Bu, Hatice hayattayken bize gelip giderdi.”

Sonra buyurdu:

“–Vefâkârlık îmandandır.” (Hâkim, I, 62/40. Ayrıca bkz. Buhârî, Edeb, 23)

Yine:

اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُم

“…En ekreminiz, (keremliniz) en çok takvâ sahibi olanınızdır…” (el-Hucurât, 13)

Bu âyet-i kerîmenin sebeb-i nüzûlü şudur:

Bir köle satılıyordu. Zaten Efendimiz hep köleleri âzâd ettiriyordu. Köle satılıyordu, harp esiri. Köle müslüman olmuştu. Güçlü-kuvvetli, babayiğit bir köleydi. Köle, kendisini satın alana dedi ki:

“–İki şartım var dedi. Kabul ederseniz her türlü hizmetinizi görürüm.” dedi.

“–Nedir?” dedi alacak kimse.

“–Ezan okunduğu zaman beni bırakacaksın, namaza gideceğim. Namazı, Allah Rasûlü’nün arkasında kılacağım.”

Efendimiz her girişte mescide -cezb ve incizab kanunu- gözü daima gönlü o köleyi arardı. Bir gün göremedi:

“–Efendi! Nerede kölen dedi. İş mi verdin?” dedi.

“–Yok yâ Rasûlâllah, hasta.” dedi. “Gelemedi.” dedi.

Ekâbire döndü; o zaman köle istihkār edilirdi:

“–Hepimiz köleyi ziyarete gideceğiz.” dedi.

Hep sınıf farkını kaldırmaktı Efendimiz’in şeyi. Yine bir müddet sonra yine köleyi göremedi.

“–Nerede Efendi?” dedi.

“–Yâ Rasûlâllah, sekerât hâlinde, ölüm hâlinde.” dedi.

“–Haydi hepimiz köleye gideceğiz dedi. Ziyaret edeceğiz dedi. Şifa dileyeceğiz.” dedi.

Efendimiz’in huzûrunda köle vefat etti. Efendimiz onu gömülene kadar başında durdu ve gömüldü.

Mekkeliler dediler ki:

“Biz on üç sene Allah Rasûlü’ne büyük îtinâ gösterdik. Canımızı-malımızı feda hâline getirdik. Fakat Efendimiz bu köleye daha çok îtinâ etti bizden.”

Medîneliler dediler ki:

“Biz malımızı-canımızı seferber ettik, bezlettik; Efendimiz bu köleye bizden daha çok îtibar gösterdi.”

Bunun üzerine:

اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُم

“…En keremliniz, en çok takvâ sahibinizdir…” (el-Hucurât, 13)

Demek ki burada takvâyı nerede görüyoruz: İki şeyde görüyoruz; bir, namazda görüyoruz, ikincisi Allah Rasûlü ile beraberlikte görüyoruz.

Demek ki ne kadar bir beraberliğimiz var Allah Rasûlü ile? Ne kadar amellerimiz, muâmelâtımız, hukukumuz Efendimiz’e benziyor?

Yine, nasıl bir terbiye ederdi?

Bir gün Ebû Zer, gafleten, kölesine -artık müslüman mıydı, değil mi bilmiyorum, herhâlde müslüman- kölesine sert davrandığına şahit oldu. Çok üzüldü.

“–Yâ Ebâ Zer dedi, sende hâlâ câhiliye âdeti mi var dedi. Sen câhiliye âdeti üzere misin dedi. Ebû Zer dedi, Allâh’ın yarattığına zarar verme dedi. Meşrebine uymuyorsa onu âzâd et. Fazla yük yükleme, yüklediysen ona yardım et.” buyurdu. (Buhârî, Îmân, 22; Müslim, Eymân, 38; Ebû Dâvûd, Edeb, 123-124)

Nerede var, hangi sistemde var bu?

Yine Bedir’den dönüşte yetmiş tane esir alındı. O esirler 150 km yol giderken Medîne’ye kadar, zaman zaman ashâb-ı kirâm develerden indi, köleleri develere bindirdi. Efendimiz; “Yediğinizden yedireceksiniz, içtiğinizden içireceksiniz.”

Bugün dünyaya bakalım, modern dünyaya; bir de dönüp asr-ı saâdete bakalım, insanlık nerede?

Yine, savaşta bile rahmetti:

Bir gün evvel Bedir’de müşrikler geldi, Efendimiz’in orada kuyu vardı, su istediler daha harp başlamadan. Ashâbı vermek istemedi, Efendimiz, “Yok dedi, su verin!” dedi. Daima merhamet. (Bkz. İbn-i Hişâm, II, 261)

Yine bir yuvaya baktığımız zaman;

Dünyadaki en mesut yuva, Rasûlullah Efendimiz’in yuvasıydı. Tevekkül, teslîmiyet vardı. İstiğnâ vardı, infak ve cömertlik vardı.

Hazret-i Ömer girdi, ağladı:

“–Yâ Rasûlâllah! Kayserler, Kisrâlar dedi, sarayda debdebeler içinde, siz bir kuru hasır içindesiniz ve sırtınıza da o hasırın izi çıkmış.” dedi.

“–Ömer dedi, niçin ağlıyorsun Ömer dedi, ağlama dedi. Kayserler, Kisrâlar dünya nîmetleri içinde yüzüyor dedi. Yüzsünler dedi. Fakat bizim için dedi, ben dedi bir ağacın altında gölgelenen bir yolcu gibiyim buyurdu. Dünyanın onların, âhiretin bizim olmasını istemez misin?” buyurdu. (Bkz. Ahmed, II, 298; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebir, X, 162)

O yuvada ne vardı? Bencillik yoktu, fedakârlık vardı. Cimrilik yoktu cömertlik vardı. İsraf yoktu, kanaat vardı.

Kardeşler, burada yine “seherler” de çok mühim. Bir âyet var Şuarâ Sûresi’nde:

“O ki gece namazına kalktığın zaman Sen’i görüyor (teheccüd namazına) secde edenler arasında dolaşmanı da.” (eş-Şuarâ, 218-219)

Bu âyet indiği zaman, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu âyetin nüzûlü üzerine ashâbın evlerini dolaştı. Evlerinde bu seher vakti, tilâvet, zikir ve tesbihat seslerinin arı kovanları gibi uğuldar bir hâlde buldu, huzur içinde döndü.

Efendimiz buyuruyor ki,

“Benim diyor, kabrimde sizin hâliniz gelir.” diyor. (Heysemî, IX, 24)

Onun için -inşâallah- teheccüdlerde -inşâallah- çok Cenâb-ı Hakk’a ilticâ edelim -inşâallah- Cenâb-ı Hak rahmetiyle tecellî eder -inşâallah-.

Efendim yine ben aynı şeye geleceğim; bu Rabîulevvel ayını Cenâb-ı Hak idrâk ettirsin. Muhabbetimizin artması için Cenâb-ı Hakk’a duâ edelim çok. Rasûlullah Efendimiz’i yakından tanımamız için duâ edelim. Bize en büyük nîmet olduğunun idrâki içinde bulunalım.

Çünkü üzerimizde daha çok uzun yolculuklar var. Son nefes var, kabir var, âhiret var, hep ayrı ayrı dünya, ayrı ayrı manzaralar… Yani ölümle bir dünyadan bir dünyaya doğacağız. Kabirle bir dünyadan diğer bir dünyaya doğacağız. Âhirette de ayrı bir dünya, iki şeyden biri. Geriye dönüş yok. Onun için daima âhiret, gözümüzün önünde bulunacak.

Fâtır Sûresi 37. âyette Cenâb-ı Hak şunu bildiriyor, bir manzara bildiriyor:

Cehennemdekiler:

“–Yâ Rabbi! Bizi buradan çıkar diyorlar. Bizi çıkar, biz diyorlar, pişman olduk diyorlar. Biz tevbe edeceğiz diyorlar, güzel ameller işleyeceğiz.” diyorlar.

Cenâb-ı Hak onlara iki şey soruyor. Birincisi:

“–Size dünyada bir ömür vermedik mi?”

Her şey fânîliğin âşikâr bir manzarası…

İkincisi:

“–Bir peygamber gelmedi mi?”

“–Evet yâ Rabbi! Dünyada düşünecek kadar ömür de verdin, bir peygamber de geldi. Fakat biz gaflete daldık.”

Cenâb-ı Hak o zaman:

“–Azâbı tadın.” buyuruyor. (Bkz. Fâtır, 37)

Onun için kardeşler! Her ânımız çok kıymetli. Ölüm ne zaman gelecek, Cenâb-ı Hak bildirmiyor. Her an teyakkuz hâlinde olabilmemiz zarûrî. İnşâallah öyle bir Efendimiz’e gönlümüz muhabbetle dolsun, O’nun izinden gidelim.

فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ

(“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..” [Hûd, 112]) âyet-i kerîmesi üzerimizde tecellî olsun. Son nefes de -inşâallah- bir bayram sabahı olur.

Kıyamet de;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Dünyada kimi seviyorsak, onunla beraber olacağız.

İnşâallah Rasûlullah Efendimiz’i çok çok Allah bize sevdirsin. Bol amel-i sâlihlerle ömrümüzü müzeyyen eylesin. İnşâallah orada da Rasûlullah Efendimiz’in civârında bulunmayı cümlemize nasîb eylesin.

Ayımız mübârek olsun. Cenâb-ı Hak -inşâallah- hayırlı, bereketli ömürler nasîb eylesin. Dînimizi, vatanımızı, milletimizi, bütün İslâm dünyasını, şerirlerin şerlerinden muhafaza buyursun.

Duâmızın kabûlü niyâzıyla; Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..