Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ HAZRETLERİ

Muhterem kardeşlerimiz!

Teberrüken Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, aziz, latîf, mübarek, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-yı izâmın, hâssaten Hak dostlarının rûh-i şerîflerine bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…

Çok muhterem kardeşlerimiz!

İlk başta Yunus Sûresi’nden üç âyet okundu. Burada Cenâb-ı Hak:

“Bilesiniz ki, Allah dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.” (Yûnus, 62)

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

Demek ki burada, Cenâb-ı Hak’la dost olabilmek…

Dünyada çok şeyle dost oluyoruz, fânî şeyle. Esas olan, Cenâb-ı Hak’la dost olabilmek.

Tabi dostun dosta ikramı… Dünyada ikramı huzur, son nefeste ikramı, kabirde ikramı, ba‘sü ba‘de’l-mevt / ölümden sonra ikramı… Cenâb-ı Hak bu ikramlardan cümlemize -inşâallah- Cenâb-ı Hak nasipler ihsan eylesin.

Diğer okunan âyette de Cenâb-ı Hak, bir sevgi verecek. Demek ki dostlarına bir sevgi veriyor. Dostlarını bütün insanlar seviyor. Hattâ hattâ mahlûkat da seviyor. Yani hayvanat da seviyor. Cenâb-ı Hakk’ın bir ikramı olmuş oluyor.

Efendim, mevzumuza geldiğimiz zaman, bugün Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’ne…

İnsanlar vardır, nefs-i emmârenin esiridir, onlar yaşarken bile mâzi olmuştur. “Çalışmışlardır, boşuna!” (el-Ğâşiye, 3) Cenâb-ı Hak buyuruyor; “عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ”. Ömürlerini ziyan edenler. Niçin dünyaya geldi, kimin mülkünde yaşıyor, geliş niye, gidiş niye, farkında olmayıp nefislerinin girdabında helâk olanlar…

Diğer taraftan insanlar vardır ki asırlar önce yaşamış olmalarına rağmen, gönüllere hayat bahşeden nefesleri ve eserleriyle bugün bile dipdiridirler. Üzerlerinden ne kadar zaman geçerse geçsin onlar, aslâ mâzi olmazlar. Onlar, bütün maddî ve mânevî varlıklarını Cenâb-ı Hakk’a râm ederek, ebedî hayat sırrına nâil olan kişilerdir. İşte bunlar, “Hak dostları”dır. Cenâb-ı Hak onlara büyük müjdeler:

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

(“…Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” [Yûnus, 62])

Ben baştan bir hâtıra ile başlamak istiyorum. Talebelik devrimden, Yaman Dede’den bahsetmek istiyorum:

O zaman İmam Hatiplerde Farsça dersi vardı haftada iki saat. Yaman Dede hocamız, bize Farsça dersine gelirdi. Onu rahmetle yâd ediyorum.

Talebeyken bizim gönlümüze bu Hak dostlarını, bilhassa Mevlânâ’yı aşılayanlardan biri, hocamızdı. Abdülkadir Keçeoğlu ismi, sıfatı da Yaman Dede’ydi. Önceleri hristiyan. Fakat Mesnevî’den birkaç gelen beyitlerin kıvılcımıyla İslâm’la şerefleniyor. Bağrı yanık, Allah ve Rasûlullah âşığıydı.

Bize Farsça dersinde on dakika bir, Farsça’nın bir-iki gramerini söyler ve yazdırırdı, arkadan Mesnevî’den iki-üç beyit yazardı, hem ağlardı, hem şerh ederdi.

Biz de derdik ki; “Acaba bu, ne var ki bunda?” Tabi çocuktuk, on beş-on altı yaşında. “Ne var ki bunda derdik, ağlayacak ne var?” derdik.

Fakat o, şuuraltına demek ki yerleşmiş, hocanın ihlâsı, in’ikâs, muhabbetin in’ikâsı; sonra sonra hocanın niye ağladığını çok iyi anladık. Fakat hocayı zaten kaybetmiş olduk, Allah rahmet eylesin, mekânı Cennet olsun.

“–Hocam derdik, siz (niçin) bu kadar Mesnevî’den bahsediyorsunuz?” diye sorulduğu zaman, yani niçin diye. Derdi ki:

“–Mevlânâ benim elimden tuttu, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kapısına götürdü…”

Galata Mevlevîhânesi’ne giderdi. Bir gün Galata Mevlevîhânesi’ne giderken bir duvarın üzerine abanmış durumda duruyor hocamız. Bir arkadaşımız görüyor.

“–Sizi hemen bir hastahaneye götüreyim diyor. Rahatsızlandınız herhâlde?” diyor.

“–Yok oğlum diyor. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- benim hatırıma geldikçe ben böyle hâlden takatten kesiliyorum.” diyor.

Bağlarbaşı’nda otururdu. Bazen, İmam Hatip’teyken beraber giderdik vapurda. Vapurun tenha bir yerine çekilirdi, alt kata çekilirdi. Yeşil bir cübbe gibi paltosu vardı. Rengi böyle yanık bir bronz rengiydi. Sanki dünyaya gözü-gönlü kapalı, başka bir âleme açık. O şekilde bir tefekkür hâlinde, ikinci mevkînin bodrum katında, o şekilde giderdi. Bazen biz de karşısında otururduk, hocayı bir seyrederdik…

Bize o zaman, bu meşhur, Efendimiz’e olan mısralarını da derste yazdırmıştı o zaman. Daha basılmamıştı o zaman. Kendi hâli bu:

Ne devlettir yumup aşkınla göz, râhında can vermek

Nasîb olmaz mı Sultânım haremgâhında can vermek

Sönerken gözlerim âsân olur âhında can vermek

Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlâllah

Bunu okur ve ağlardı. Demek ki bir Mevlânâ âşığından bizlere olan bir in’ikâs, yani birbirine tutulmuş aynalar gibi…

Velhâsıl Yaman Dede, yedi yüz sene sonra gelen talebesiydi Mevlânâ Hazretleri’nin. Biz de onun çömezi durumundayız.

Rahmetli Vâlidem de çocukken Mesnevî hikâyelerini anlatırdı. Sonra da bana dedi ki:

“–Oğlum dedi, bana Mesnevî hikâyelerinden birkaç hikâye anlat da içim ferahlasın.” derdi zaman zaman.

Yahya Kemâl’e soruyorlar:

“–Osmanlı nasıl Viyana’ya kadar gitti?” diyorlar.

Diyor ki:

“–Yemek için bulgur pilavını yedi. Rûhâniyeti için Mesnevî okudu.”

Yani Mesnevî, halkın mânevî dokusuna girmiş oluyordu. Câmilerde de üç kitap okutulurdu ve “şerîf” sıfatı verilirdi. Buhârî-i Şerîf, Mesnevî-i Şerîf ve Şifâ-i Şerîf.

İşte o Hak dostlarının sadaka-i câriyeleri devam ediyor. Rahmetli Selçuk Hoca’yla sınıf arkadaşıydık biz. O derdi ki:

“–Yahu derdi, bak derdi, Eyüb Sultan’a ne kadar derdi, Hâlid bin Zeyd -radıyallâhu anh-’a ne kadar misafir gidiyor, ziyaretçi gidiyor, Aziz Mahmud Hüdâyî’ye, Yahya Efendi’ye ne kadar gidiyor ziyaretçi; bize ne kadar geliyor? Acaba biz mi diriyiz, onlar mı diri?..”

Velhâsıl bu Hak dostları, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i, O’nun güzîde ashâbını göremeyenler için tâbî olunacak mümtaz ve örnek şahsiyetler…

İşte bu Hak dostlarının kabirleri, mü’minlerin sînelerinde devam ediyor. Nitekim Hazret-i Mevlânâ bir rubâîsinde:

“Ölümümüzden sonra mezarımızı yeryüzünde aramayın. Bizim mezarımız, âriflerin gönüllerindedir.”

İşte yedi asır sonra hâlâ onun Mesnevî’sinden biz de müstefîd oluyoruz, çok insan da müstefîd oluyor. Gayr-i müslimler de müstefîd oluyor. O da bir câlib-i dikkat bir hâdise. Bazen Mevlânâ Müzesi’ne yabancılar da geliyor. Soruyor:

“–Bunlar kim?” diye.

“–Bunlar da Mevlevî.” diyorlar.

“–Bunlar(ın dîni) ne?”

“–Hristiyan.” diyorlar.

Nasıl hristiyan Mevlevî oluyor? Demek ki onlara bile bir in’ikâs geliyor.

Yine on sene evvel tahminen, Fransa’ya gitmiştim. Orada dediler, Grenoble Üniversitesi’nde bir kadıncağız -resim hocası herhâlde- bir sûfî arıyor. Birtakım soruları var.

“–Gelsin dedim, buyursun.” dedim.

Kadıncağız geldi, orta yaşlı bir hanımdı. Dedi ki:

“–Ben dedi, sûfî olmak istiyorum.” dedi.

“–Siz müslüman mısınız?” dedim.

“–Yok, değilim dedi. Fakat sûfî olmak istiyorum.” dedi.

“–Neden sûfî olmak istiyorsun?” dedim.

“–Kuzey Afrika’ya gitmiştim ben dedi, (Cezâyir mi, Fas mı, Tunus mu oradan bir yere) bir çiçek bahçesinde geziyordum dedi, bir an çiçekler benimle konuşur gibi oldu dedi. İçime öyle bir şevk, öyle bir ferahlık geldi ki, fakat o bir andı, ben kaybettiğim o ânın peşindeyim. Ondan daha büyük bir lezzet olmadı bana dünyada şimdiye kadar.” dedi.

Dedim ki:

“–Sana bir tecellî bu, Cenâb-ı Hakk’ın bir ihtarı yahut ikramı. Sen bir yere davet ediliyorsun. Mevlânâ’nın dedim, feyz aldığı yer Kur’ân-ı Kerîm’dir, Peygamber Efendimiz’dir.” dedim.

Kadın dedi ki o zaman:

“–Peki İslâm nedir o zaman dedi, onu anlatın bana.” dedi.

Biraz anlattım. Kadın durdu durdu:

“–Peki şimdi ben ne söyleyeceğim?” dedi.

“–Lâ ilâhe illâllah Muhammedü’r-Rasûlullah diyeceksin.” dedim.

Velhâsıl ondan sonra görüşemedik bir daha. Bir sefer İstanbul’a geldi-gitti. Sordum onun yakın, getirenlere:

“–Îmanda sabit mi?” dedim.

“–Sâbit dedi. Evinde dedi, annesi hristiyan, fakat domuz eti kendisi yemiyor dedi, dikkat ediyor dedi bazı şeylere…”

Velhâsıl yani bir Hak dostu, tâ uzaklardaki, kendisinden asırlar sonra gelen insanlara mektup gönderiyor.

Ebû Abdullâh Sâlimî vardır. O zât diyor ki:

“–Hak dostlarını siz ne şekilde ayırt edersiniz?” diyor.

“–Siz söyleyin, buyrun.” denilince şu cevâbı veriyor:

“–Lisanlarındaki halâvetle, (yani lisanlardaki halâvet, sözlerindeki tatlılıkla),

2- Ahlâklarındaki letâfetle, (güzel bir ahlâk),

–Muâmelâtındaki, muâmelelerindeki zarâfetle,

–Hâl ve istikâmetlerindeki takvâ ile (ilâhî kameranın altında olduğunun idrâki içinde),

–Gönül âlemlerindeki sehâvet, cömertlikle,

–Yüzlerindeki beşâretle (yani tebessüm ve müjdeleyici bir hâliyle),

–Özürleri kabul edişlerindeki cömertlikle,

–Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkatlerindeki coşkunlukla…”

Bunlarla, onların hâli belli olur.” diyor bu zât.

Yani nasıl fânî bedenleri asırlardır toprak altında olmasına rağmen; Hak dostları feyz, rûhâniyet ve gönül eserleriyle günümüze kadar gelmişlerdir, bugünden sonra da nasipli gönülleri irşâd ederek diri kalmaya devam edeceklerdir.

İşte gönülleri irşad ve ihyâ vazifesine, Cenâb-ı Hak tarafından çağları aşan bir teselsül bereketi ihsân edilen müstesnâ Hak dostlarından biri de; Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’dir.

O, evliyâullâh’ın derûnundaki hikmetlerin tercümanı ve sözcüsü mevkiindedir.

O, bir îman münâdîsidir, gönül tabîbidir.

Bir şefkat ve merhamet âbidesidir. Gönüllere inşirah veren bir feyz ve rûhâniyet râyihasıdır.

O’nun gönül nidâsı ve derûnî sadâsı, kıyâmete kadar gelecek insanoğlunun kalbî marazlarının/hastalıklarının değişmez devâsıdır.

O, Hak âşıklarının aslâ eskimeyecek, tesiri dâimâ sürecek bir vuslat davetçisidir. Bu ise, özünün ve sözünün, Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde olmasından kaynaklanmaktadır.

Kendisi der ki:

من بندهء  قرآنم اكر جان دارم

مـن خــاك ره  محـمد  مخـتـارم

“Bu can bu tende oldukça, Hazret-i Kur’ân’ın kölesiyim; Hazret-i Muhammed Muhtâr’ın mübâ­rek yolunun toprağıyım.”

Herhâlde bu (beytiyle), asırlar sonra gelecek kişilere cevap veriyor:

“Eğer bir kimse benim sözlerimden başka (benim istikâmetimin dışında) en ufak bir söz bile nakledecek olursa, o kişiden de bîzârım, onun sözünden de!..” buyuruyor.

Yine hadîs-i şerîfte buyruluyor:

“Kur’ân’ın her an ortaya çıkan bediî (yani önceden keşfedilmemiş nice sır ve hikmet dolu) mânâları tükenmez.” buyuruyor Efendimiz. (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 14)

Mevlânâ da diyor ki:

“Kur’ân-ı Kerîm’in zâhirini bir okka mürekkeple yazmak mümkündür. İhtivâ ettiği bütün sırları ifâde etmeye ise sâhilsiz deryalar mürekkep, yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem olsaydı yine de kifâyet etmezdi.” Sır ve hikmet tarafını… Tabi kendisi muhakkak âşinâ olduğu için…

İmâm Gazâlî buyuruyor ki:

“İlm-i nâfî için (faydalı ilim) kalp tasfiyesi, nefis tezkiyesinin lüzumlu” olduğunu bildirir ve dinlemeyi şart koşar. Yani malzeme muhabbet olacak, onun tezâhürü de âdâb olacak, edeplenme. İlk başta Cenâb-ı Hakk’a edep.

Mesnevî şârihleri de, Kur’ân-ı Kerîm “اِقْرَاْ” “Oku!” olarak başlıyor; Mesnevî de “بِشْنَوْ” “Dinle!” olarak başlıyor. “Dinle!” sözünün, “اِقْرَاْ” “Oku!”nun tefsiri olduğunu söyleyerek;

“Kelâm-ı ilâhîyi dinle! İlâhî esrârı dinle! Kâinatta ve kendinde meknuz olan hakîkatleri dinle!” şeklinde anlaşılmasını isterler.

Diğer bir ifâdeyle Mesnevî, Kur’ân-ı Kerîm’in hikmet ve esrârından gönül ehline sunulan şebnemlerdir.

Hazret-i Mevlânâ’nın bir misâli var. Bu, mârifetullah, yani Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilme. Bunu bir hikâyesinde “derya” olarak ifade eder. Dünyayı da bir kâse içinde su olduğunu bildirir. Vuslat yolcularına der ki:

“Sen, son­suz deryayı (yani vuslatın ihtişamından bir tecellî) gö­rün­ce, kâ­se­de­ki su­yu­nu, ya­ni fâ­nî varlığını, son­suz­luk deryasına kat! Su, hiç deryadan ka­çar mı?

“Kâsedeki su, derya suyuna karışınca, orada kendi varlığından kurtulur, deryanın bir zerresi hâline gelir.”

“Böyle olunca, o kâsedeki suyun vasfı, sıfatı yok olur da, zâtı ka­lır. Artık bundan sonra o ne eskir, ne kirlenir, ne kokar, ne pörsür.”

Yani fenâya ererek bekā sırrından bir hisse alır.

Yani Sakarya Nehri Karadeniz’e dökülünce, artık Sakaryalığı kalmaz onun, Sakarya’nın sıfatları bitmiştir, artık o, Karadeniz’de kaybolmuştur. İşte Hak dostları da kendilerine âit fânî renk, âhenk, sıfat, nakış ve akışlardan sıyrılıp Hak’ta fânî olmanın bir gayreti içindelerdir.

Gâye ve Mesnevî’deki telkin:

İnsan, Cenâb-ı Hak’ta fânî olmalı ve O’nun boyası ile boyanmalıdır. Zira Cenâb-ı Hak kullarının benlikten kurtularak (صِبْغَةُ اللّٰهِ) yani Allâh’ın boyası ile boyanmasını arzu etmektedir. Hakk’a vuslat; renklerin bolluğunda bulunmakla değil, yani dünyevî rütbeler, bu rütbelerin içinde kaybolmakla değil, fânî câzibelerden vazgeçerek renksizliğe ermekle mümkündür diyor. Asıl hüner, bütün renkleri içinde bulunduran mutlak nûra râm olarak onun içinde bir eriyebilmektir. Fenâ…

Yani insan dünyevî menfaatlerden, makam, mevki, servet ve şöhretin ihtiraslarından kalben vazgeçerek Allâh’ın boyasıyla boyandığında (صِبْغَةُ اللّٰهِ) Cenâb-ı Hak ona bilmediğini öğretir.

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ

(“…Siz takva sahibi olursanız, Allah size öğretir…” [el-Bakara, 282])

Kul, mârifetullah deryasına dalar. Nitekim diyor, göklerdeki bulutların, deryâdaki suların kendi renkleri yoktur. Onları renkten renge koyan, semâdaki Güneş’tir. Yeter ki su, berraklığını kaybetmesin ve bulanmasın.

Mevlânâ Hazretleri (1207 – 1273), gönül mahsûlü eserlerinde insan realitesini işlemiş olduğundan, -insan hakikati / insan realitesi, insanın iç dünyası- üzerinden asırlar geçse bile, mevzuu, muhtevası ve üslûbu itibâriyle tazeliğini hiç kaybetmiyor. Çağlar öncesinden esen bir bahar meltemi gibi, gönül bahçelerine cennet râyihaları yaymaya devam ediyor.

Tasavvufta terfi-i derecâtın en başında, enâniyeti bertaraf etme geliyor. En zoru da bu. Nefsin büyük bir imtihanı. Bu, Hakk’a vuslat yolculuğunda geçilecek ilk ve en mühim merhale budur.

Nitekim bu merhaleyi aşarak tevazu ve hiçliğe erebilmek için Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri Bursa’da Kâdı’l-Kudât olduğundan, Bursa sokaklarında sırmalı kaftanıyla ciğer sattırıldı. Tamamen dünyevî rütbelerden sıyrıldı.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, ilimde “Şemsü’ş-Şümûs”, yani “Güneşlerin Güneşi” iken Abdullah Dehlevî Hazretleri tarafından kendisine dergâhın tuvaletlerinin temizliği verildi. Altı ay sonra da büyük bir merasimle Abdullah Dehlevî Hazretleri;

“–Bin dedi, senin atının arkasında yürüyeceğim artık ben.” dedi.

Yûnus; “İlim, kendini bilmektir.” buyuruyor.

Yûnus Emre Hazretleri, dergâha alınmadan evvel, dergâhın eşiğinde bir ihtilâç yaşatıldı, imtihandan geçirildi. Herkesin ayak bastığı eşiğe başı koyduruldu. Bu imtihanda gösterdiği muvaffakıyetten ve enaniyeti bertaraf ettikten sonra, dergâhın şeyhi Taptuk Emre Hazretleri, onu eşikten kaldırdı ve dergâha kabul etti.

Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri mahlûkâtın ve insanın geçeceği yolları temizledi. Dertli hayvanatın, muzdarip hayvanın dert ortağı oldu. Hayvanatın dilinden anlar hâle geldi. “Beni yaratan, onu yaratan aynı Allah, o şekilde, o bana zimmetlidir…” En büyük dereceyi de burada aldım buyuruyor.

Sami Hazretleri -kuddise sirruhû- Dâru’l-Fünûn’u bitirir, kendisine bir derviş yaklaşır. Seyfi Baba olduğunu söylerler. Bu derviş der ki:

“–Oğlum der, bak sen güzel bir nâsıye der, temiz bir sûret der, temiz bir sîret(e sahipsin) der. Sen bir tahsil yaptın ama bu tahsil kâfî değil der. Ben sana bir adres vereceğim der. O adrese git, orada sana ayrı bir tahsil yaptıracaklar.

O tahsil nasıl yapılır ben onu bilmem. Fakat onun, o tahsilin ilk dersi incitmemektir. Yani âdap ve edeptir. İncitmemek. Nezâkettir, zarafettir, duygu derinliğidir, rikkat-i kalptir. Seni buradan başlatacaklar. Seni son dersine kadar getirecekler, o da incinmemektir. Yani kalbinin derya hâline gelmesi. Nasıl bir necaset bir damla bir deryaya düşse, kaybolur gider o. O necâseti bulmak mümkün değildir o deryada. İncinmemek. Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazandırırlar. Affın kemâline erdirirler. Cenâb-ı Hak zira:

«…Allâh’ın sizi affetmesini istemez misiniz?..» (en-Nûr, 22)

Bu tecellîlere sen mazhar olursun.” der. Ona bir adres verir, o adrese gönderir.

“Fakat bu dersten bu derse nasıl seni geçirecekler, onu ben bilemem.” der.

İşte gerçek tahsil. İlim, kendini bilmektir.

Velhâsıl seyr u sülûkte önce “ben” demek bertaraf edilecek. Kul, nefsine enâniyet veren bütün fânî alâkalardan kurtulacak. Ben demeyecek, “Yâ Rabbi Sen!” diyecek. “Sen’in lûtfun!” diyecek.

İşte tasavvufta her şey, bu “hiçlik” hâlinin idrakiyle başlamış oluyor…

Şems-i Tebrizî, büyük ve meşhur bir âlim olan Mevlânâ Celâleddîn Hazretleri’ne sır ve hikmetler âleminden bir kıvılcım attı. Mevlânâ, o kıvılcımın cezbesine kapılarak Şems’e râm olmak istedi.

Şems ona en başta benliğinden vazgeçmesi için ısrar etti. O olmadan olmaz dedi. Dîvân-ı Kebîr’de Mevlânâ Şems’le olan hâdisesini şöyle anlatır:

“Şems Mevlânâ’ya der ki:

«–Âlimsin, başsın, rehbersin; saltanat sahibisin!..» dedi.”

(Yani sende ilmin getirdiği her şey var dedi. “Ben” var dedi.)

“Mevlânâ da dedi ki:

«–Sana râm olduktan sonra, artık zâhirî âlemin bir âlimi de, başı da değilim, rehberi de değilim…”

(Onlar artık arkada kaldı, geride kaldı!)

“Senin yaktığın meş’alenin aydınlığında, akıl ötesi bir âlemde, fakir ve garip bir seyyahım artık!..”

(Artık aczimin ve hiçliğimin idrâkiyle, hakikat yolunun rehberi değil bu yolun türâbıyım, abd-i âciziyim dedi.)

“Şems tekrar dedi ki ona:

«–Sende hâlâ akıl hesapları var! Bu sebeple henüz mânevî âlemin mahremi değilsin!..» dedi.”

(Yani bu hikmet ve esrârı idrak edecek durumda değilsin demek istedi.)

“Mevlânâ da dedi ki cevaben:

«–Bundan sonra aklî hesaplarım geride kaldı. Himmetinle artık bu mârifetullah âleminin mahremiyim ben!..”

(Sır ve hikmetlerin kapısını teslîmiyetle çalmaktayım.)

“Şems yine:

«–Sende dünya hesabı var dedi. Cihâna yayılmış şöhretin var dedi. Onları unutmuş değilsin dedi. Dolayısıyla bu sırlar âleminin dışındasın!.. Bu âlemi aydınlatan akıldan ziyade, bu yolun rehberi aşktır. Önünü göremiyorsun daha!» dedi.”

“Bundan sonra, Mevlânâ Şems’e dedi ki:

«–Bundan sonra himmetinle baştanbaşa ben ateş kesildim. Her yanımı aşk, vecd ve istiğrak kapladı!..”

(Bu aşk ateşiyle, senin vesilenle yolumun ufukları açılıyor.)

“Şems bu sefer dedi ki:

«–Sen bir cemaatin meş’alesisin (önde gelenisin)! Senin yerin zirvelerde, yükseklerde!..» dedi.”

“Mevlânâ ise:

«–Bundan sonra artık meş’alem söndü. Gözümde dünyevî makam ve mevkînin, aynı ateş böceklerinin yanıp sönen pırıltılarından bir farkı kalmadı!.. Artık ilâhî meş’alelerin aydınlığında yürüyorum!» cevâbını verdi.”

(Yani mal-mülk vs. rütbe vs. dersiâmlık, hepsi bitti dedi.)

“Şems:

«–Sen (nefsini) öldürmüş değilsin (dedi, daha kırıntılar var sende dedi.) Sen zâhirî diriliğini muhafaza ediyorsun dedi. Bu kapıdan öteye böyle geçilmez dedi. Fânî varlığını, bütün ihtişam ve debdebeyi terk etmen gerekir.» dedi.”

“Mevlânâ cevaben:

«–O eskidendi, artık bitti artık o dedi. Seni tanıdıktan sonra insanların bildiği mânâda diri değilim artık ben dedi. Başka bir dirilikle buluşarak başka bir âleme geçtim dedi.”

(Aşkta fânî olmaya başladım dedi.)

“Şems ona dedi ki:

«–Hâlâ nefsânî istinadların var! Makamın, mansıbın bâkī! Bunlardan kurtul!» dedi.”

“Mevlânâ da:

«–Bundan böyle Sen’in beni çekip götürdüğün ledünnî âlemin sır ve hikmetlerini aramaktayım. Evvelki varlığıma âit her şeyi terk ettim; onları aştım!..» dedi.”

“Şems:

«–Kolun var dedi, kanadın var dedi. Ben sana kolun kanadın varken kol ve kanat veremem!..» dedi.”

“Mevlânâ da dedi ki:

«–Bundan sonra Sen’in kolun kanadın olmak için, kolumu ve kanadımı kırdım artık…» dedi.”

Şems, bu ikrar karşısında vazifesinin bittiğine kanaat getirerek ilâhî tecellîler ile dolu ebediyet ufuklarında süzülmesi ve hakikat güneşinde bir pervâne gibi yanması için ona bir çift kanat taktı. Ayağına bağlı olan nefsânî prangalarını da çözdü…

Mevlânâ, rûhunda gizli bir mânevî okyanustu. Bunu keşfeden, Şems-i Tebrizî oldu. Sanki Şems, bir petrol okyanusunu tutuşturmak için beklenen bir kıvılcım idi. Nitekim bu denizi ateşlediğinde öyle bir mânevî bir infilâk ile karşılaştı ki, kendisi de/Şems de, Mevlânâ da bu ateşin içinde ikisi de yandı kaldı. Ve “yandım” demeye başladı Mevlânâ. Mevlânâ’nın bütün eserleri bu gönül yangının bir nişânesidir.

Bu yanış ve kavruluşun ölümden sonra da devam edeceğini bildiriyor:

“Vefâtımdan sonra kabrimi aç diyor. Aç, içimin ateşi sebebi ile kefenimden nasıl duman yükseldiğini gör!” diyor.

Zaten kendisi hep bunu, Mevlânâ der, “Şeb-i Arûs” der. Yani artık bu fânî bedeninden sıyrılıp Hüsn-i Mutlak’a kavuşması…

Mevlânâ Hazretleri, Mesnevî’sini Hüsameddin vesîlesiyle kaleme almış ve “Ben diyor, Hüsâmeddin’in idrakine söyledim diyor. Hattâ Hüsâmeddin’e;

“Zehî (ne güzel) mânâ, zehî sûret.” diyor. Hoşuna gidiyor. O, onunla şey yapıyor. Gittiği zaman susuyor, o geldiği zaman tekrar devam ediyor. Fakat kim bilir, Şems-i Tebrizî’yi kaybetti zaten, nasıl bir gönül mahsûlü, eğer o olsaydı, nasıl bir, çok daha ötelere gidecekti diyorlar Mesnevî şerhlerinde…

Nitekim Mevlânâ Hazretleri ilâhî aşk ile kavrulan bir gönlün arayışı içinde kaldı devamlı. Bu “kâmil insan” hasretiyle alâkalı şöyle bir misal verdi. O insanı arayışı, kâmil insan… Dâimâ Şems’i aradı. Diyor ki hikâyesinde -yani mücerredi müşahhas hâle getiriyor-:

“Bir gece vaktiydi. Evimden çıktım. Kırlarda geziyordum. Bir adamcağızın elinde fenerle dolaştığını gördüm:

«–Bu gece karanlığında ne arıyorsun?» dedim fenerle.

«–İnsan arıyorum.» dedi.

Ona dedim ki:

«–Boş yere yorulma dedim. Ben yurdumu terk ettim, yine onu bulamadım aradığımı. Git evine, yat rahatına bak. Nafile arıyorsun, onu hiçbir yerde bulamayacaksın!» dedim.

Adamcağız bana acı acı baktı:

«–Bulamayacağımı ben de biliyorum. Ama, yine de aramaktan zevk alıyorum! Beni yalnız bırak. Hiç yoksa onun hasreti bile bana zevk veriyor.»”

Onun hasretinde bile, arayışında bile lezzet buluyorum dedi…

Tabi Mevlânâ, Şems’i kaybettikten sonra büyük bir hicran yaşar. Derdini anlayacak, gönlündeki sır ve hikmetleri paylaşacak bir insan arar. “İnsân-ı kâmil”i temsil eden ney’i mecâzen konuşturarak der ki:

“Ben ki her meclisin ağlayanı, sâlihlerin de fâsıkların da arkadaşıyım. Herkes kendi zannınca bana dost olur, sohbetimden bir şeyler öğrenmek ister. Gerçi feryâdım, sırrımı ifşâ ediyor, lâkin birçok gönülde bunu sezecek nur yok!”

Yine, Hazret-i Mevlânâ meşrebinde olan Ferîdüddîn Attâr -kuddise sirruh- da, tıpkı onun gibi kendisini anlayacak, sırlarını taşıyabilecek bir dost bulamamanın sıkıntısı içindedir. Şu sözleri de sanki hem kendisinin hem de Mevlânâ’nın hâlinin tercümanıdır. Der ki:

“Ben bir kuş idim ki, âlem-i râzdan (sırlar âleminden) uçtum. Tâ ki aşağıdan yukarı bir av alıp götüreyim (yani sırrımdan anlayan bir dost bulayım). Lâkin mahrem-i râz (sırrıma mahrem olacak) kimseyi bulamadım. Geldiğim kapıdan çıktım ve gittim.”

Nitekim yine, İmam Hatip’te hocamız, mütefekkir Nurettin Topçu, on­da­ki de­rû­nî hâl­le­ri lâyıkıyla id­râ­k edebilme hususunda insanların ekserisinin ac­ziyet için­de ol­du­ğu­nu ifâ­de kabî­linden şöy­le der Mevlânâ için:

“Biz, Mevlânâ Celâleddîn’in vecdinin feryatlarını dinledik. Daldı­ğı huzur denizinin derinliklerini görmemize imkân yok. Denizin tâ dibinden sıyrılıp, suyun yüzüne ne vurdu ise onu görüyoruz. Biz Hazret-i Mevlânâ’nın aşkını değil, sadece aşkının dile gelen feryatlarını elde ettik. Peltek dilimizle anlatmaya çalıştığımız, bütün bundan ibâret. Huzur denizine yalnız o daldı. Bize, vecdinin fırtınasından çıkan sesler kaldı. Heyhât; biz onu Mevlânâ zannediyoruz!”

Mevlânâ, kendi hayatını hülâsa ederken, zâ­hi­rî ilim­le­rin zir­ve­sin­deki hâ­li­ni “ham­dım”; mârifetullah tecellîlerine nâil olup kâinattaki sırlara, esrâra ayân olunca “piş­tim”; zâ­tî mu­hab­bet, yani Cenâb-ı Hak’ta fâ­nî oluş hâ­li­ni de “yan­dım” di­ye ifâ­de eder.

Mevlânâ âşığı, Pâkistan’ın teorisyeni Muhammed İkbal de, o da Mevlânâ gibi mücerredi müşahhas hâle getiren fıkralar nakleder. Bir fıkrasında güveyle, yani kağıt kemiren hayvanla pervaneyi konuşturur. Pervane; ışığın etrafında dönen kelebek.

Güve der ki:

“–Sana ne mutlu pervane der. Sen hep ışık içindesin der. Ben ise der, artık bu feylesofların der, Fârâbî’nin der, Yunan feylesoflarının kitaplarını kemire kemire artık hep karanlıkta kaldım der. Sen ne iyisin der. Bak hep ışıkta dönüyorsun.” der.

Pervane de der ki:

“–Güve! Sen o zaman benim kanatlarıma bak der. Bak der, ben bu ışık etrafında kanatlarımı yaktım.” der.

Yine bu yananlardan, gönül âlemi “yandım” diyenlerden, Fuzûlî var tarihte. Yani sıbga, yani Allâh’ın boyasıyla boyananlardan. İçindeki yangına bakar Fuzûlî, gözünden damlayan damlalara acır. Der ki:

Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlâre su

Kim bu denlû dûtuşan odlâre kılmaz çâre su

“Ey gözüm der, boş yere damlalarını damlatma der. Damlalarını ziyan etme! Çünkü senin damlaların der, gözümden gelen bu damlalar der, bu aşkı söndüremez der. Bu yangını söndüremez der.

Yine bir gül bahçesine bakar, hemen Allah Rasûlü’nü hatırlar gül bahçesinde. Güllerin şâhı Allah Rasûlü’dür.

Suya virsün bağbân gülzârı zahmet çekmesün

Bir gül açılmaz yüzün-tek virse bin gülzâre su.

“Bin tane gülü diyor, sulasan diyor, bin tane güle emek versen, sen böyle bir gül elde edemezsin ey bahçıvan diyor. Boş yere uğraşma diyor.”

Hep o Gül’ü arıyor, Güllerin Şâhı’nı arıyor.

Yine suya bakar, suyun o çarpa çarpa gidişine bakar o akarsuyun;

“Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl,

Başını daştan daşa urup gezer âvâre su.” der.

Sanki o suyun akışı, Rasûlullah Efendimiz’in ayağına gitmek için bir telâşe… Onun gönlüne o aksediyor. Yani herkes kendi gönlündekini görür, kendi gönlündekini seyreder:

Ebû Bekir Efendimiz, kendi gönlündekini seyretti, Efendimiz’e hayran durumundaydı, yanında bile hasretti.

Ebû Cehil, Ebû Leheb de kendi kalplerindeki o katranı görüyorlardı.

Yani, velhâsıl kalp görür, göz ancak bir gözlük vazifesi görür.

Yine, Es’ad Erbilî Hazretleri de içine düştüğü aşk yangını içinde yana yana, her şey bir ateş kesilir. İçindeki bu ateş in’ikâs eder:

Tecellâ-yı cemâlinden Habîbim nevbahar ateş.

Gül ateş, bülbül ateş, sümbül ateş, hâk ü hâr ateş.

Devam eder… Her yere bir, gönlündeki o ateş, her tarafa in’ikâs eder. Kendisi de o ateşin içinde kalır. Kalsam ateş der, kaçsam ateş der vs…

Bunlar hep yangınlar, mânevî yangınlar…

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“…Onlar korkmayacaklardır, onlar üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62)

Abbâsî halifesi Hârun Reşid’in câriyesi; bakar, büyük bir kalabalık toplanmış bir yerde.

“–Hayrola, kim geliyor?” der.

Derler ki:

“–Abdullah bin Mübarek geliyor Horasan’dan.”

Şehir boşalır. Câriye der ki:

“–Gerçek sultanlık, bizim Hârun’un sultanlığı değil. Hârun’un sultanlığı jandarmayla devam ediyor, polisle devam ediyor; gerçek sultanlık buymuş.” der.

Velhâsıl bu yüzden insanlık dâimâ Abdülkâdir Geylânî, Bahâüddîn Nakşibend, Yunus Emre, Hüdâyî, Mevlânâ ve emsâli Hak dostlarının muhabbet kucağını özlerler. Zira o zâtlar, o ârif zâtlar, “bir tamirhaneye âletin bozuğu götürülür” hükmünce mücrimlere, kanadı kırık bir kuş gibi şefkat ve merhametle nazar ederler. Onları gönül dergâhlarına alarak ihyâ ederler, bütün dünya nîmetlerinden daha kıymetli bir saâdete vesîle olurlar.

Ebû Saîd bin Ebu’l-Hayr’a âit olduğuna işaret edilen bir dörtlük vardır. Bunu Mevlânâ’ya da izafe ederler. Orada o:

بَازآ بَازآ هَرْ آنْچِه هَسْتِی بَازآ

گَرْ کَافِرُ و گَبْرُ و بُتْ پَرَسْتِی بَازآ

اِینْ دَرْگَهِ مَا دَرْگَهِ نَوْمِیدِی نِیسْتْ

صَدْ بَارْ اَگَرْ تَوْبَه شِکَسْتِی بَازآ

Bu, mücrimlere, kalbi kırıklara, yalnızlara, kimsesizlere, hidâyet bekleyenlere:

“بَازآ بَازآ” gel der, dön de gel der. Ne olursan yine gel der. (Ben senin o şeyine bakmıyorum der.) Kâfir, mecûsî, putperest olsan da gel! Zira bizim dergâhımız olan İslâm, bir ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kere tevbeni bozsan, yine gel!..”

Öyle bir gönlü öyle bir âlem ki, kendisi diyor ki:

“Şems diyor bana bir tek şey öğretti. (Fakat o bir şeyin içinde her şey, onun içinde.)

Eğer bir üşüyen varsa Celâleddîn, sen ısınma hakkına sahip değilsin dedi. Ben de dedim ki, düşündüm; evet dünyada üşüyen var, ben artık ısınamıyorum!..”

Demek ki nereden nereye gidiyor? Yani bir gönül âlemi nerelere kadar gidiyor. “Bir tek üşüyen varsa ısınma hakkına sahip değilsin dedi. Ben de artık ısınamıyorum.” diyor.

Bir gün dergâhta, Hakk’ı bulmak için bir sarhoş geliyor, giriyor. Mevlânâ’ya da bir-iki sefer semâ ederken çarpıyor. Birkaç mürid:

“–Hemen bunu atalım dışarı.” diyor.

“–Yâhu diyor (Mevlânâ Hazretleri), o içmiş siz sarhoş olmuşsunuz diyor. O diyor buraya tamir olmaya geldi.”

Demek ki bir insana bakış tarzı… Bir mücrimi, yaralı bir kuş gibi kabul etme, onu tedavi etme…

Yine Ilgın Kaplıcaları’na gidecek. Hemen hamamcı telâş ediyor, cüzzamlıları çıkartmaya çalışıyor. Hemen cüzzamlıların içine giriyor Mevlânâ. Ağlamaya başlıyor cüzzamlılar.

Gerçek hümanizm nerede?.. Bilhassa bugün dünyanın hasretini çektiği hakikî insan sevgisi! Hiç böyle bir merhametin bir şeyi var mı?..

Yine bu Mevlânâ… Buhârî’de bir hadîs-i şerîf var. Câbir şöyle anlatıyor:

“Allah Rasûlü’nün kapısına gittim diyor. Kapıyı çaldım diyor.

«–Kim o?» buyurdular diyor. Cevâben:

«–Ben!» dedim diyor.

Allah Rasûlü, «ben» lafzını kullanmama razı olmadı.” (Buhârî, İsti’zân, 17)

Çünkü, “ben”de kibir ve azamet var diyor Câbir…

Hazret-i Mevlânâ bu kıssayı şöyle anlatıyor:

“Kalbi yanık âşık, yârin kapısını tıklattı. Ancak «Kimsin?» suâline «Benim!» deyince, yâr:

«–Git! Senin için içeri girme zamanı değil! (Daha sen hamsın dedi.) Böyle mânevî nîmetler sahasında (“ben” diyen) ham ruhlara yer yoktur!..» dedi.”

(Mücerredi müşahhas hâle getiriyor.)

“O zavallı kapıdan döndü. Ve bir sene seferde bulunup yârin firak ve iştiyak kıvılcımı ile tutuştu, yandı. O yanık âşık, içini toparlayarak, yandırarak, pişerek geri döndü. Tekrar yârin hânesine gitti.”

“Dudağından nezâketsiz bir söz çıkmasın diye binbir endişe, korku ve edep ile kapının halkasını hafifçe vurdu.”

“Yâri:

«–Kapıda olan kimdir?» diye seslenince;

«–Ey gönlümü almış olan!.. Kapıdaki de sensin!..» dedi.”

(Fenâ fi’r-Rasûl…)

“Yâri de:

«–Madem ki şimdi sen benim gibisin; ey benden ibâret olan!.. İçeri gir!.. Bir ev içine iki “ben” bu eve sığmazdı.» dedi.”

“Ardından ekledi:

«–Ey nefsini bir yılda yenip alt eden kişi! Gel, içeriye gel! Sen artık bahçedeki dikenler gibi gülün zıddı değilsin! Sen şimdi güllere şâh olansın! Görünüşteki ikiliği bırakıp artık ben olansın!» dedi.”

Yine Mevlânâ devam ediyor:

“Her kim, Hak kapısında «ben» ve «biz» diyecek olursa, o kimse «لَا» (yani red) vâdisinde dönüp dolaşıyor demektir. Öyle olanlar, dost kapısına alınmaz.”

Düşünmelidir ki, iğne deliğine bir ucu çatallı iplik giremez. Bir ipliğin bütün elyafı birleşmeli ve onu büküp tek bir iplik hâline getirmeli, ipliği deliğinden geçirip o zaman vazife görebilirsin. Fakat çatallı bir ipliği, iğnenin deliğinden geçiremezsin.

Yine;

“Put kırmak kolaydır. (Diyor. Bir baltayla toz duman edersin diyor.) Fakat nefsin putunu kırmak kolay değildir. Kolay sanma, nefsin putunu kırmak kolay sanma, bu cehalettir.” diyor.

(Zira o hileleri ile bir tilki misali kendini gizler, kıracağın nefsin putunu göremezsin sen! İbadette çıkar, her şeyde ortaya çıkar…)

“Ey kardeş! Sen Allâh’ın emrine ve azîz Peygamberin sünnetine uy da, nefs Ebû Cehl’inden ve nefsânî isteklerden kurtul…”

Yine bu mânevî hayata bir özlemini anlatır bir dervişin. Tabi burada derya misalini verir, su misalini. Derya, “mârifetullah”tır. Bir duvardan bahseder. Bu duvar da “nefs duvarı”dır. Nefs duvarı aşılacak ki bu (deryaya) yaklaşılacak. Orada şöyle bir mücerredi müşahhas hâle getirir:

Susamış bir kimse, mârifetullah’tan nasip almak isteyen bir kimse, duvarın üzerine çıkar, kerpiçleri söküp atmaya başlar. Ve su ile de konuşur. Burada su, mârifetullah’tır.

Su ona der ki:

“–Ey derviş der, böyle tuğlaları atmaktaki telâşın nedir?”

Susuzluktan yanan derviş ise şöyle cevap verir:

“–Ey su! Bu atıştan bana iki fayda vardır. Onun için bu işten, yani tuğla atmaktan vazgeçmem.”

Birinci fayda: Su sesini dinlemektir ki o, susamışlara mûsikî nağmeleri gibi hoş gelir.”

(Yani maneviyattan gelen sırlar ve hikmetlerin sesi…)

Yine diyor, derviş, devam ediyor, suya, deryaya:

“Yine o su sesi, ölü için tekrar diriliş imkânı veren İsrâfil’in sûru gibidir o sudan bana gelen.”

“Yine o ses, bahar mevsiminde Nisan ayının bereketli yağmurları gibidir. Bağlar, bahçeler, o semânın gözyaşlarıyla hasret giderir ve hayat bulur ve nakışlanır.”

“Yine o ses, yoklukta kıvranan muhtaç ve garibe zekât infâk etmeye bir dâvet sesidir.”

“Yine o ses, Yemen’den Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelen nefes-i Rahmânî gibidir.”

“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Veysel Karanî için: «Ben Yemen’den gelen nefes-i Rahmânî’yi duyuyorum.» buyurmuştur.”

“Yine o ses, huzûr-i ilâhîden mücrimlere gelen Allah Rasûlü’nün şefaat râyihasıdır.”

“Yine o ses, zayıflamış Yâkûb’un rûhuna gelen güzel, latîf Yûsuf’un kokusudur.”

“Yine o ses, Medîne-i Münevvere’deki Kubbe-i Hadrâ’nın minârelerinden âşıklara akseden bâd-ı sabâ gibidir.”

“Yine o ses, perişan, bîtâb ve bîkes Mecnûn’a gelen Leylâ’nın huzur meltemidir.”

“Yine o ses, muzdaribe ve yetime gönülden açılan sıcak bir kucaktır.”

İkinci fayda da şudur diyor: Koparmış olduğum her tuğla ile duvar alçalıyor. Ben de o nisbetle ey su, sana biraz daha yaklaşmış oluyorum diyor.”

Mesnevî’de yine:

“Ey şuurlu kimse! Yüksek bir duvardaki tuğlaların azalmasından şüphesiz duvar alçalır.”

“Duvarın alçalması, suya yakınlık hâsıl eder. O tuğlaların duvarından ayrılması, vuslat dermânı olur.”

“Allâh’a secde etmek, o yapışık tuğlaları koparmakla olur ki, kurbiyyeti (Allâh’a yakınlığı) mûcib olur. Kur’ân-ı Kerîm’de:

«Secde et ve yaklaş!» buyruluyor.”

Velhâsıl böyle gidiyor Mevlânâ bu hikâyesinde. Diyor ki en sonunda:

“Suyun sesine her kim daha ziyâde âşık ise (mâneviyâta, rûhâniyete) ona hicap ve mânî olan varlık duvarından daha büyük parçalar koparır (enâniyetten, benlikten, dünyevî heveslerden).”

“O kimse suyun sesine mest olur. Suyun çıkardığı sesten başka ses de işitmez.”

(Artık gözünde bütün dünyevî şeyler biter, yok olur.)

“Ne mutlu o kimseye ki, günlerini ganimet bilir de, borcunu bir an evvel edâ etmeye gayret gösterir.”

İşte, Hâfız-ı Şîrâzî diyor:

“İnsan birkaç damla kan, binbir türlü endişe.”

Ruh, bu endişeden kurtulacak, bir vuslat…

Fânîliği ifade eder. Yani fânîliğe aldanma. Bu âlemde her şey fânîliğe mahkûmdur. Bekā sıfatı yalnız Cenâb-ı Hakk’ın zâtına mahsustur.

Mevlânâ, kabir taşlarındaki “Hüvel-Bâkî” ifadesinin azametini, Allah’tan gayrı bütün varlıkların fânîliğe mahkûm olduğunu, şu misallerle ne güzel îzah eder:

“Ey ilkbahar güzelliğine karşı dudak ısıran, hayran olan kimse! Bir de sonbaharın sararmış hâline ve soğukluğuna bak!”

“Şafak vaktinde güzel güneşin doğuşunu görünce, gurûb zamanı, onun ölümü demek olan batışını da hatırla!”

“Güzel bir çocuk; bakarsın, güzelliği ile halkın sevgilisi olmuştur. Bir müddet sonra, ihtiyar bir bunak hâline gelir ve halka rezil olur!”

“Eğer gümüş tenli güzeller seni avladıysa, ihtiyarlıktan sonra bir de pamuk tarlasına dönen o bedene bak!”

“Ey yağlı-ballı yemekler ve nefis gıdalar görüp imrenen! Kalk tuvalete git de, onların âkıbetini orada seyret!”

“Bütün bunca şeylerin ilk ve letâfetli hâllerine bak! Sonra da onların nasıl pörsüdüklerini, ne hâllere girmiş olduklarını gör!”

“Ey sâlik; aynadaki son nakşa bak! Bir güzelin ihtiyarlığındaki çirkinliğini ve bir binânın harâbe hâline geleceğini düşün de aynadaki yalanlara aldanma!..”

Yine diğer bir hikâyesinde bir varlık, iç dünyanın temizlenmesi… Bir emîrin nasıl bir kişiyi… Ağzına yılan girer, onun farkında değildir. Emir ondan yılanı çıkarmak için, baştan; “ağzına yılan girdi, midende yılan var” dese, ürkecek, korkacak, kaçacak. Fakat öyle bir terbiye sistemi bildirir ki, tasavvuftaki terbiye, o emir o kişiyi kırbaçlamaya başlar. Kırbaçlanan kişi kaçar. Kaçtıkça kaçar. Yorulur:

“–Sende hiç insaf yok mu?” der. “Bana yaptığın bu zülüm nedir?” der.

“–Evet der, şu çürümüş elmaları da ye çabuk der. Yiyeceksin!” diye bir taraftan da kamçı vurur “yiyeceksin” diye.

“–Yâhu insaf der, ben senin kadar zâlim bir insan görmedim.” der.

Çürük elmaları yedirir:

“–Tekrar koşacaksın!” der. Tekrar kırbaçlamaya başlar. Ondan sonra, en nihâyet kusar. O kara yılan da içinden çıkar. Ondan sonra adam midesinden çıkan yılanın korkunçluğu karşısında dehşete kapılır. Derhal o sâlih emîrin önünde yerlere kapanır:

“–Hakîkaten sen, Cebrâîl’in rahmeti gibi gelmişsin! Meğer benim velî-nîmetimmişsin! Seni gördüğüm zaman, ne mübârek bir zamanmış! Eğer sen olmasaydın ben çoktan hazin bir şekilde ölmüş gitmiştim.”

(Yani nefsime uymuştum, helâk olmuştum.)

“Cehâlet ve gafletim, sana karşı ne kadar saçma-sapan sözler söyletti bana. Onlardan dolayı (beni) affet! (Söylediklerimi) gafletime ver!»”

Emîr der ki:

«–Eğer ben o vakit, senin iç âleminde olanları bir parça söyleseydim, ödün kopardı senin. Korku seni helâk ederdi. Sen içindeki o canavarı bilseydin, ne elma yemeye kuvvetin kalırdı, ne yol yürümeye, ne de kusarak o kara yılanı çıkarmaya gücün olurdu…

Ben senden işittiğim uygunsuz sözlere sabrediyor, içimden de sürekli; «Yâ Rabbî! Yılanın çıkmasını kolaylaştır! Bu bîçâreyi halâs et!» diye duâ ediyordum senin için. Sen bana acı şeyler de söylesen, benim gönlümdeki merhamet, seni o hâlde bırakmaya râzı olmadı. Çünkü benim hilkatim mâye-i merhametle yoğrulmuştur.»”

İşte Hak dostlarının merhametle bir bakış tarzını burada ifade buyuruyor…

Rabbimiz, bu Hak dostlarının gönül âleminden hisseler nasîb eylesin cümlemize. Duyuşlar nasîb eylesin -inşâallah-.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyuruyor ki:

“Sâlih ve sâdık insanlarla beraber olun. Onlarla oturup kalkın. Onların karakter ve şahsiyeti sizlere sirâyet etsin. İnsanlar hayattayken sizleri özlesinler, vefât ettiğinizde de sizlere hasret duysunlar.”

Bir Yaman Dede’ye hasret duyuyoruz…

Ne mutlu şu gök kubbede hoş bir sadâ bırakarıp âhirete intikâl edebilenlere!.. Allah cümlemize bir nasip ihsan eylesin bu hâllerden…

Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..