Mes’ûliyet Sahiplerine Hakkı Tavsiye Etmek (Kur’ânî Tâlimatlar 41)

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2022 Ay: Mayıs, Sayı: 207

İDARECİLİĞİN MES’ÛLİYETİ

Halîfe Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-, zamanındaki sâlih insanlardan nasihat isterdi. Ziyâd bin Ebî Ziyâd -rahmetullâhi aleyh-’ten nasihat isteyince, Ziyâd ona şu suâli sordu:

–Gayet düşman duygulara sahip biriyle mahkemelik olan bir kişi hakkında ne düşünürsün? Onun hâli nicedir?

–Kötü bir hâldedir.

–Ya iki düşmanca hasmı varsa?

–Daha beter bir hâldedir.

–Üç hasım ise?

–Bu kişi hayattan bıkar.

–Vallâhi ey mü’minlerin emîri, ümmet-i Muhammed’in her bir ferdi (yarın) senden dâvâcı olacaktır. (Buna göre mes’ûliyetini düşün ve titizlikle muâmele et!)

Bu îkazlar üzerine Ömer bin Abdülaziz, gözyaşlarına boğuldu. (Heyet, Nasâihü’l-Enbiyâ ve’l-Ulemâ li’s-Selâtîni ve’l-Ümerâ Abra’t-Târîh, s. 268-269)

Hakikaten anne-babaların bile evlâtlarından, evlâtların anne-babalarından kaçacağı o günde, herkes dâvâcı olacak birini arayacak ve en çok da dünyada mes’ûliyeti altında bulunduğu idareci, patron, âmir ve benzeri kişileri suçlayacaktır.

Bu dünyada herkes kendi mes’ûliyet sahasında bir idarecidir. Hadîs-i şerifte buyurulduğu üzere, her fert sorumluluğu altında bulunanlardan mes’ûldür:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden mes’ûlsünüz.

Erkek, ailesinin çobanıdır ve sürüsünden mes’ûldür.

Kadın, kocasının evinin çobanıdır ve o da kendi sürüsünden mes’ûldür.” (Buhârî, Vesâyâ, 9; Müslim, İmâre, 20)

Bilhassa günümüzde anne-babaların, çocuklarına karşı uhrevî ve mânevî vazifeleri çok mühimdir.

Bir anne-baba; evlâdına, İslâm şahsiyet ve karakterini mîras bırakma gayreti içinde olmalıdır. Bunu temin için; çocuklarını mutlaka;

  • Kur’ân kurslarına yahut
  • İmam-hatip ortaokulu ve liselerindeki Kur’ân-ı Kerim tahsiline ağırlık veren projelere göndermeleri lâzımdır.

Anne-babaların, evlâtları için; kurs ve imam-hatip yanında, sağlam hocaları ve güzel arkadaş çevresini de seçmeleri de mühimdir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Ey İbn-i Ömer! Dînine iyi sarıl, dînine iyi sarıl!

Zira o, senin hem etin, hem kanındır. Dînini kimden öğrendiğine iyi dikkat et! Dînî ilimleri ve hükümleri, istikamet ehli âlimlerden al, istikametten sapanlardan alma!” (Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, s. 121)

EMR-İ Bİ’L-MÂRUF

Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker; yani iyilikleri emredip, kötülüklerden sakındırmak bütün mü’minlerin vazifesidir. Birbirine hakkı, sabrı ve merhameti tavsiye etmek, ebedî hüsrandan kurtuluşun vesileleri arasındadır.

Herkesin nasihate, istişâreye, hak ve hakikatleri tekrar tekrar dinlemeye ihtiyacı vardır.

Sahâbî Saîd İbn-i Âmir -radıyallâhu anh-, halîfe Hazret-i Ömer’e şu nasihatlerde bulundu:

“Ey Ömer!

  • Halkın işlerini yaparken Allah’tan kork!
  • Allâh’ın emirlerini yerine getirirken insanlardan korkma!
  • Kendin ve ailen için ne istiyorsan, ehl-i İslâm için de onu iste!
  • Uzak-yakın işlerini üzerine aldığın müslümanlarla alâkadar ol!
  • İşlerinde usûl ve istikametten ayrılmazsan; Allah Teâlâ, emrettiği işlerde sana yardımcı olur, karşına çıkan zorluklarda sana yeter.
  • Aynı mevzuda iki farklı hüküm verme ki, karışıklık (çifte standart) meydana gelmesin ve haktan uzak düşmeyesin.
  • Sözlerin ve tatbikatın birbirine muhalif olmasın. Sözün en hayırlısı, fiilin doğruladığıdır.
  • Hakkı elde edinceye kadar zorluklara göğüs ger. Allâh’ın emirlerini yerine getirirken hiçbir kınayıcının kınamasından korkma!” (Heyet, Nasâih, s. 140)

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da, vâlisine yazdığı emirnâmede şu nasihatlerde bulunur:

“İnsanlara, canavarın sürüye bakması gibi bakma! Onlara karşı kalbinde sevgi, merhamet ve iyilik duyguları besle!

Çünkü istisnâsız bütün insanlar, ya dinde kardeşin yahut yaratılışta eşindir.

İnsanlar hata edebilir, başlarına iş gelebilir. Düşenin elinden tut, kendin için Allâh’ın affını istiyorsan sen de insanları affet, onları hoş gör ve bağışla!

  • Affından dolayı asla pişmanlık duyma!
  • Verdiğin cezadan dolayı da sevinme!”

ÎKAZ MEVKİİNDE OLANLARIN MES’ÛLİYETİ

İdarecilere nasihat vazifesinin ihmâli; hem bir farz-ı kifâyenin edâ edilmemesi sebebiyle toplumu günahkâr hâle getirir, hem de konuşma mevkiinde olan fertleri husûsen mes’ûl kılar. Ebû Ali ed-Dekkâk Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“Hakkı söyleme mevkiinde olup da susan, dilsiz şeytan gibidir.” (Kuşeyrî, Risâle, I, 245)

Bir idareci için, kendisine hakkı ve hayrı tavsiye eden hayırhâh kişilerin bulunması, aynı zamanda bir lutf-i ilâhîdir. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Allah Teâlâ bir idareci hakkında hayır dilediği zaman; ona unuttuğunu hatırlatan, hatırladığını yapmaya yardım eden doğru sözlü bir yardımcı verir.

Şayet Allah Teâlâ o idareci için hayır dilemezse; ona unuttuğunu hatırlatmayan, hatırladığını yapmaya yardım etmeyen kötü bir yardımcı verir.” (Ebû Dâvûd, İmâre, 4)

Medeniyetimizde, İslâmî bir tahsille yetişen idareciler de bu şuura sahip oldular. Zaten her icraatlarını şeyhülislâm fetvâsıyla yapmak mecburiyetinde olan bu idareciler; kendilerine yöneltilen samimî îkazlara da ekseriyâ hak verip, hakkın karşısında boyun büktüler.

Güzel bir misaldir:

SENİN ÂHİRETİN İÇİN

Yavuz Sultan Selim; yapılan hata ve gafilâne hareketlere tahammülü olmayan, celâlli bir padişahtı. Ancak bu celâli de, cemâli gibi ilâhî ölçüler dairesi içinde şekillenmişti. Bir seferinde ihmallerinden dolayı hazinede meydana gelen hırsızlık sebebiyle, yaklaşık kırk kişinin öldürülmelerini emretmişti. Bunu öğrenen Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi; karar icrâ edilmeden engel olabilmek için, destur bile almadan alelacele Yavuz’un yanına vardı. Hâdisenin aslını bir de Sultan’dan dinlemek istedi. Yavuz;

“–Efendi Hazretleri! Duyduklarınız doğrudur, ancak sizin devlet işlerine karışmaya hakkınız yoktur!..” şeklinde sert bir cevap verdi.

Bunun üzerine Zenbilli Ali Efendi, aynı celâl hâliyle;

“–Sultanım! Ben size şer‘î hükümleri bildirmeye geldim. Zira bizim vazifemiz sizin âhiretinizi korumaktır!..” diyerek verilmesi gereken kararın doğrusunu îzâh etti.

Bu sözleriyle Zenbilli Ali Efendi, kendi âhiret selâmeti için de zarûrî olan îkaz ve irşad vazifesini îfâ etmiş oluyordu. Zira bunu yapmadığı takdirde kendisinin de vebâl altında kalacağının idrâki içindeydi.

Koca orduları dize getiren Yavuz Sultan Selim Han ise, hak ve hakikat karşısında boynunu büktü ve Zenbilli Ali Efendi’nin dediklerini gerçekleştirdi.

Yavuz’u kararından döndüren, âhiret korkusu oldu. Zira mazlumların duâsı Hak kapısından döndürülmez.

DUÂMA İHTİYACIN YOK!

Devrin vâlisi, Muhammed bin Vâsi -rahmetullâhi aleyh-’ten duâ istemişti. Hazret, şöyle cevap verdi:

“–Kapında mazlumlar, senin onlara zulmettiğini söyleyip dururken benim duâmı ne yapacaksın? Onların duâları benim duâmdan önce dergâh-ı ilâhîye yükselir. Haksızlık yapma, benim duâma muhtaç olmazsın.” (Heyet, Nasâih, s. 263)

Elbette;

Nasihatin muvaffakiyeti için şu hususlara riâyet etmek gerekir:

  • Öğüt veren kişi, nasihatlerinde samimî ve ihlâslı olmalıdır. Yani Allâh’ın emrini yerine getirmek ve nasihat ettiği kişinin eksiğini gidermekten başka bir niyeti olmamalıdır. Meselâ; öğüt verenin, bu konuşmayla şöhret kazanma arzusu veya tenkit ettiği kişiyi rezil etmek gibi bir garezi varsa, Cenâb-ı Hak, böyle bir nasihati kabul buyurmaz.
  • Hitapta yumuşak ve mülâyim olmalıdır. Yumuşaklık, nasihatin kabulüne vesile olur. Sert hitaplar ise, muhatabın büyüklenmesine yol açar. Cenâb-ı Hakk’ın «kavl-i leyyin» ile emrettiğini unutmamalıdır.

Bunun istisnâsı; nasihat edecek kişinin, o mecliste yumuşaklığın fayda vermeyeceği mülâhazasında olduğu durumlardır. Bu hususta, nasihat edecek kişi; fayda ve zarar muhasebesi yaparak, firâsetiyle karar vermelidir.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-; bu firâsetin yolunu, şöyle tarif buyurur:

“Şiddet göstermeksizin kuvvetli, zayıflık belirtmeksizin yumuşak ol.”

  • Nasihati açıktan yapmadan önce gizlice yapmalıdır. Ferdî ve husûsî şekilde verilen öğüt; daha kolay kabul görür, ihlâsa daha uygundur, muhatabın ayıbını setretmek bakımından da daha güzeldir. İmâm-ı Şâfiî, bir şiirinde; «insanların ortasında yapılan nasihatin, bir nevi kınama olduğunu, kimsenin onu dinlemek istemeyeceğini» belirtir.

Bunun da istisnâsı şudur: Eğer sakındırılacak kötülüğü, o kişi alenî yapıyor ve ilân ediyorsa, ona gizlice nasihat edildiği hâlde umursamıyorsa, o takdirde, umûmî vasıtalarla da nehy-i ani’l-münkerde bulunmak mâkul ve gerekli hâle gelir.

Hakkın hatırı, şahsın hatırından âlîdir. Rasûlullah Efendimiz ve selef-i sâlihîn de zaman zaman karşılaştıkları hataları umûmî şekilde düzeltmişlerdir. Burada nasihatçinin; iyi niyeti, cesareti, ümmeti dalâletten / sapmalardan muhafaza etme azmi mühimdir.

  • Nasihatte bulunacak kişinin, o hususta derin bir ilmi olmalı ve dile getirdiği hususları kesin bir şekilde bilmelidir.

Kulaktan duyma söylentilerle, fâsık kimselerin getirdiği haberlerle hareket etmek, nasihat olmaz, fitneye sebebiyet verir.

  • Nasihat için en münasip zaman ve mekânı gözetmek lâzımdır.
  • Karşılaştığı eziyetlere sabretmeli ve haktan dönmemelidir. Rabbânî âlimler; hak ve hakikati söyledikten sonra, türlü baskılara, tehditlere ve hattâ işkencelere mâruz kalsalar da, istikametten ayrılmamışlardır. (Heyet, Nasâih, s. 17-22)

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe, devrin halîfesi Ebû Câfer’in Bağdat kadılığı teklifini reddettiği için işkencelere mâruz kalmıştır. Ebû Hanîfe Hazretleri’nin bu teklifi reddetmesinin sebebi, halîfenin yapacağı zulüm ve haksızlıklara, İmâm’ın ilmî otoritesini âlet etmek istemesiydi.

Ahmed bin Hanbel -rahmetullâhi aleyh- de «Kur’ân mahlûktur!» diyen ve bütün âlimlere zorla bunu söyletmeye çalışan Mûtezile’ye karşı çıkmış ve bu uğurda işkencelere tahammül etmiştir.

Bu misallerde görüldüğü gibi Rabbânî âlimlerin en büyük hassâsiyeti dîni muhafaza olmuştur. Çünkü Hıristiyanlık gibi geçmiş dinler; idarecilerin baskıları istikametinde şekillenen konsillerde alınan kararlarla, tahrif üstüne tahriflere uğramıştır.

İslâmiyet’in bu âkıbete uğratılmaması için; Rabbânî âlimler, Rasûlullah Efendimiz’in şu hadîs-i şerîfini -her ne pahasına olursa olsun- tatbik etme azmi içinde oldular:

“Cihâdın en fazîletlisi zâlim sultanın karşısında hakkı söylemektir.” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 17; Tirmizî, Fiten, 13)

Allah’tan başka kimseden korkmayan âlimlerin hak ve hakikati müdafaasının nice misallerinden biri şudur:

EY ADAM!

Basra Vâlisi Nadr bin Amr’ın bulunduğu bir mecliste, Hasan-ı Basrî Hazretleri halka kısa bir sohbet vermişti.

Vâli, Hazret’in halkı zühd ve takvâ istikametinde irşâdından hoşlanmamıştı. Kendisi de hitâb ederek takvâdan uzak, dünyaya meylettirici şu sözleri söyledi:

“Ey Ebû Saîd! Allah Teâlâ; dünyayı, dünyada bulunan her şeyi, onun servetlerini, süslerini ve güzelliklerini ancak kulları için yaratmıştır. Nitekim şöyle buyurmuştur:

«Yiyin, için, israf etmeyin, O isrâf edenleri sevmez.» (el-A‘râf, 31);

«Allah’ın kulları için çıkardığı ziynetleri ve temiz rızıkları kim karam kılabilir?» (el-A‘râf, 32)”

Hasan-ı Basrî -rahmetullâhi aleyh-, vâli sözlerini bitirince onun dizini tutup silkeledi ve şu îkazlarda bulundu:

“–Ey adam! Nefsin için Allah’tan sakın! Haktan sapma! Bu ileri sürdüğün kuruntulardan, hayallerden sakın!

Hiçbir kimse; dünya ve âhiret hayırlarından herhangi bir hayra, kuruntularıyla, hayalleriyle nâil olmamıştır.

Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz’i, Zâtı için seçti ve risâlet vazifesiyle gönderdi. Bize de O’nun emrine uymamızı, O’nun yolundan gitmemizi emretti.

(Bu vazifede) ne başardıysak, Allâh’ın lutfu ve rahmetiyledir. Ne kusur ettiysek, bağışlanma dileriz. Çare kapısı, böyle düşünmektir. Hayaller ve kuruntularda ise hayır yoktur. Hayalperestlerde de hayır yoktur.”

Vâli Nadr bu sözlere şöyle cevap vermeye çalıştı:

“–Vallâhi, içinde bulunduğumuz hâl üzere, (dindarlık ve takvâdan uzak da olsak) biz Rabbimiz’i seviyoruz.”

Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle dedi:

“–Peygamberimiz zamanında da bir topluluk bu sözü söylediler. Dediler ki:

«–Ey Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-! Vallâhi biz Rabbimiz’i seviyoruz!»

Bu sözleri üzerine Cenâb-ı Hak, şu âyet-i kerîmeyi inzal buyurdu:

«De ki:

‘Eğer Allâh’ı seviyorsanız, bana ittibâ edin ki, Allah da sizi sevsin ve sizi bağışlasın…’» (Âl-i İmrân, 31)

Böylece Allah Teâlâ, Peygamberimiz’in sünnetine ittibâ etmeyi, Zâtına muhabbetin alâmeti kıldı. Sünnete muhalif davrananların ise muhabbetini reddetti.” (Heyet, Nasâih, s. 240-241)

Hasan-ı Basrî Hazretleri böylece, dinde bid‘at şeklindeki yaşayışların önünü almaktaydı.

SENİ KİM KURTARIR?

Yine Hasan-ı Basrî Hazretleri’ne, Irak Vâlisi Ömer bin Hübeyre şöyle sordu:

“–Emîrü’l-Mü’minîn Yezid bin Abdülmelik bana bazı tâlimatlar gönderiyor ki, onların yerine getirilmesi helâk sebebidir.

  • Ona itaat etsem Allâh’a isyân etmiş olacağım.
  • Ona isyân etsem, Allâh’a itaat etmiş olacağım.

Ona tâbî olmakta benim için bir çıkış yolu görüyor musun?”

Hasan-ı Basrî Hazretleri cesur bir şekilde şu nasihatlerde bulundu:

“–Ey Ömer! Yakında Cenâb-ı Hakk’ın meleklerinden, Allâh’ın emrinden asla çıkmayan, sert ve katı bir melek gelip seni şu geniş kasrından çıkarıp daracık kabrine sokacak!

Ey Ömer! Allah’tan ittikā edersen, O seni Yezid bin Abdülmelik’ten kurtarır. Fakat Yezid seni Allah’tan kurtaramaz!

Ey Ömer! Yezid’e itaat ederken Allâh’ın sana gazap nazarıyla bir kere bakıp da mağfiret kapısını yüzüne kapatmasından kork!” (Heyet, Nasâih, s. 235-236)

Bu nasihatler üzerine, vâli, halîfenin emirlerine körü körüne itaat etmekten vazgeçip gerekli adımları attı.

EDEBÂLÎ SİLSİLESİ

İdarecilerin, mânevî irşâda olan ihtiyacını çok iyi idrâk eden Osmanlı Devleti’nin tarihinde; Ertuğrul Gazi, Osman Gazi, Orhan Gazi silsilesinin yanında, bir de Şeyh Edebâlî, Emîr Sultan, Hacı Bayrâm-ı Velî, Akşemseddin, Aziz Mahmud Hüdâyî silsilesini görmekteyiz.

Cihâna hükmeden bu sultanlar, kendilerine hak ve hakikati söyleyen sâlih insanların sohbetlerini dinlediler.

Sâlih insanlar da; adâlet, hak ve hakikatten, takvâ ve istikametten yana oldular:

Molla Fenârî, cemaate devam husûsunda Yıldırım Bâyezîd’i îkaz ve irşâd etti.

İstanbul Kadısı Hızır Bey; bir Rum mimarın açtığı dâvâda, Fatih Sultan Mehmed’in aleyhine hüküm verdi.

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, Sultan III. Murad’a yazdığı bir mektupta şöyle nasihat etmiştir:

“–Deden Kanunî Sultan Süleyman nasıl Istırancalar’dan su getirip İstanbul halkını suya kavuşturdu ise, sen de Bolu ormanlarından odun getirip bu kış İstanbul halkının fakirlerine tevzî et!”

Yine şu tavsiyelerde bulunur:

“–Sultanım!

Şerîat gemisine binip takvâ yelkenlerini açarak hakikat denizinde Hakk’a muhabbet rüzgârıyla îtidal ve istikamet üzere yol al! Zâhirin ve bâtının şartlarını, yani şerîat ahkâmı ile tarîkat ve hakikat esaslarını tam olarak yerine getir! Adâlet dedikleri, işte budur!..”

Osmanlı, idarecilerin nasihate olan ihtiyacını resmî bir usûle dahî bağlamıştı:

Sultana; “Padişahım çok yaşa!” diye duâlar edilir, fakat aynı zamanda gurura kapılmaması için de her cuma selâmlığında askerler tarafından kendisine;

“Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!” diye nidâ edilirdi.

Padişahların ardında bir şûrâ vardı. Altı padişah; idarecilik vasfını kaybettikleri için, bu şûrâ tarafından azledildi. Meselâ IV. Mehmed, ava düşkünlüğü sebebiyle devrinin ulemâsı ve fuzalâsı tarafından îkāz edildi. Bayrâmî şeyhi Himmetzâde Abdullah Efendi, bizzat padişahın bulunduğu camide bu husûsu hatırlattı. Ancak padişah dinlemedi. Sonunda cephelerde muvaffakiyetsizlikler ve kayıplar yaşanınca, isyan eden halk ve askerin karşısında padişah azledildi.

İRŞÂDIN MES’ÛLLERİ

Bu sahada; mes’ûliyet sahibi idarecilerin civarında, ilim adamı sıfatıyla bulunup da onlara sadece övgü, tabasbus ve müdâhenede bulunanlar ise vazifelerini sû-i istîmâl etmiş olurlar.

Nitekim Kanunî Sultan Süleyman; ihtişamının zirvesinde olduğu hâlde, Devlet-i Aliyye’nin istikbâli hakkında endişe eder ve Yahya Efendi’ye;

“–Osmanoğulları’nın âkıbeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlâle uğrar mı?” şeklinde mektup gönderir.

Hazret’in cevabı kısacıktır:

“–Nemelâzım Sultanım!”

Sultan bu cevabın zâhirine mânâ veremeyerek, bizzat yanına gider ve tekrar sorar. Yahya Efendi de bunun üzerine maksadını îzâh eder:

“–Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şâyî olsa, işitenler de; «nemelâzım» deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa, fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin feryâdı ve âhı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür.

Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Âsâyişe itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hâle gelir…”

Cenâb-ı Hak; her türlü vazifemizde mes’ûl olduklarımıza hak ve hayırla muâmele edebilmemizi nasîb eylesin. Huzûruna kul hakkı ve borcundan helâlleşip temizlenerek varabilenlerden kılsın.

Âmîn!..