Mes’ûliyet, Ferâgat, Vefâ ve Hakkāniyet

Kıssalardan Hisseler

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2024 Ay: Mayıs, Sayı: 231

TALEP İLE DEĞİL!

Ebû Musa el-Eş‘arî -radıyallâhu anh- anlatır:

“Amcamın oğullarından ikisiyle Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna girmiştim.

Onlardan biri;

«−Yâ Rasûlâllah! İdaresini Cenâb-ı Hakk’ın Sana verdiği vazifelerden birine bizi âmir tayin et!» dedi.

Öteki de benzeri bir şey söyledi.

Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

«−Vallâhi biz, tâlip olanı veya vazife hırsı bulunanı yönetici yapmıyoruz!»” (Buhârî, Ahkâm, 7; Müslim, İmâre, 15)

Mevlânâ Hazretleri de, mes’ûliyet duygusu yeterince gelişmemiş bir kişinin, lâyık olmadığı bir makama yükselmesini şöyle bir teşbih ile ifade eder:

“Aslında lâyık olmadığı yüksek bir mevkie çıkarak maddî yönden mertebesi yükselen kişi, halkın omuzuna yüklenmiş bir cenâzeye benzer.

Yani böyle kişiler, gerçekte yüksek bir mevkide değil, bilâkis herkesin bir an önce üzerinden atmak istediği bir cenâze hâlindedirler.”

Diğer taraftan;

Liyâkat sahibi olup, ümmetin mes’ûliyetini üstlenmesi gereken kişilerin, vazifeye tâlip olmalarının cevâzı hattâ lüzumu husûsunda; Hazret-i Yûsuf’un zindandan çıkınca, rüyasını tabir ettiği hükümdardan, hazine nâzırlığını talep etmesi misal verilir.

Hulefâ-yı râşidîn hazerâtı; hilâfet vazifesini, âdetâ bir mecburiyetin îfâsı ve mes’ûliyet şuuru ile kabul etmişlerdir. Bu vazifeyi yerine getirirken de, dâimâ Peygamberimiz’in hayatını örnek almış; halka adâlet, insaf ve hakkāniyet ile muâmele ederken, şahsî hayatlarında da riyâzat ölçüleri içinde yaşamışlardır.

Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-; kendisine halîfelik teklif edildiği hâlde, müstağnî kalmak istemişti. Ancak Mekke-Medine ulemâsı Ömer bin Abdülaziz’e;

“–Eğer bu vazifeyi kabul etmezsen kıyâmette bunun hesabını verirsin!” dediler. Bunun üzerine Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-;

“–O hâlde sizler de bana yardımcı olun ve beni îkaz edin!” diyerek vazifeyi kabul etti.

Maddelendirirsek;

  • İnsanda diğer nefsânî arzular gibi, baş olma, riyâset sevdası da vardır. Hattâ bu arzunun, nefis tezkiyesi yolunda en son bertaraf edilebilen ve en zor baş edilen duygu olduğu ifade edilmiştir.

Dolayısıyla;

  • Herhangi bir idarî vazifeye liyâkati olmadığı hâlde, bu nefsânî arzu ile tâlip olmak, büyük bir vebaldir.
  • Ehliyet ve liyâkat sahibi olup, Hakk’a ve halka hizmetin tahakkuku için bu vazifeleri üstlenenlerin, muazzam bir titizlik ve hassâsiyet içerisinde hareket etmeleri lâzımdır.

Makam bir iken, ona tâlip olanlar birden fazla olunca, tarih boyunca siyaset meydanında ihtilâf ve çekişmeler hiç eksik olmamıştır.

Bu sebeple;

Sâlih idareciler, üstlendikleri vazifeleri lâyıkıyla îfâ ettikleri gibi, yeri geldiğinde halkın selâmeti için fedâkârlık göstererek bu emâneti başka ehil kimselere gönül rızâsıyla tevdî etmeyi de bilmişlerdir.

Tarihimiz bu fedâkârlığı gösteren kahramanlarla doludur.

BÜYÜK FERÂGAT

Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-; babası Hazret-i Ali’nin şehîd edilmesinden sonra, hilâfet vazifesini üstlenmişti.

Ancak muhterem pederini de yıllarca meşgul eden ihtilâfın sönmeyeceği âşikâr olunca; Hasan -radıyallâhu anh- müslüman kanı dökülmemesi ve İslâm birliğinin sağlanması için hilâfetten ferâgat etti.

Böylece Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bir mûcizesi de tahakkuk etmiş oldu.

Zira Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“(Benden sonra) nübüvvet hilâfeti otuz senedir…”
(Ebû Dâvûd, Sünnet, 8; Ahmed, V, 50, 220, 221) buyurmuşlardı. Dört halîfenin hilâfet müddetlerine, Hazret-i Hasan’ın altı aylık hilâfeti dâhil edildiğinde bu süre tamam olmaktadır.

Ebû Bekre -radıyallâhu anh- da, Allah Rasûlü’nün bu durumu mûcizevî bir şekilde önceden haber verdiğini bildirerek şöyle der:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i minberde gördüm, yanında Hazret-i Hasan vardı. Bazen halka yöneliyor, bazen Hasan’a yöneliyor ve;

«Allah, şu torunumla iki muazzam müslüman orduyu sulha kavuşturacaktır.» buyuruyordu.” (Buhârî, Menâkıb, 25; Fedâilü’l-Ashâb, 22)

Bu fedâkârlık ve ferâgat ahlâkının bir başka güzel nümûnesi İdrîs-i Bitlisî’dir.

Yavuz Sultan Selim Han; bugün Orta Doğu tabir edilen coğrafyada sürekli kardeş kanı dökülmesine sebebiyet veren siyâsî karışıklığa son vermek ve müslüman memleketler arasındaki ikilik ve çekişmeleri bitirmek üzere evvelâ Şah İsmail üzerine sefere çıkmıştı. Güzergâhı üzerindeki aşîretlerin reisi olan İdrîs-i Bitlisî, Yavuz’un ulvî gayesini firâsetiyle idrâk etti ve kendi beyliğinden vazgeçerek Osmanlı’ya gönüllü bir şekilde tâbî oldu. Bir başka ifadeyle; İslâm birliğine ve ehl-i sünnetin ittifâkına râm oldu, Yavuz’un emri altında çalışmayı âşiret reisliğine tercih etti.

Yavuz Sultan Selim Han; ona, dilediğine beylik vermek üzere fermanlar tevdî ettiği hâlde, o bunların hiçbirini kullanmamıştır.

Bir başka nümûne Kuzey Afrika’dan:

AKDENİZ’İ OSMANLI GÖLÜ YAPAN SIR

Barbaros Hayreddin Paşa…

O da, başta Cezayir olmak üzere Kuzey Afrika’nın âdetâ taçsız sultanı durumundaydı. Fakat gönül hedefi sultan olmak değil, İslâm’a daha iyi hizmet etmek olduğundan, emri altındaki toprakları İslâm birliği uğruna Osmanlı’ya bağışladı ve Şimâl-i Afrika hükümdarlığı yerine Osmanlı Kaptan-ı Deryâlığı’nı tercih etti.

Böylece Akdeniz bir Osmanlı gölü hâline geldi. Avrupa korsanları ve müstemlekeci devletleri, üç asır boyunca İslâm beldeleri üzerindeki emellerine ulaşamadılar.

Mü’minleri kardeş îlân eden, onların uhuvvet ve tesânüdünden hoşnut olan Cenâb-ı Hak; böyle tevâzu ve fedâkârlıklara, büyük muvaffakiyetlerle mukabelede bulundu. Büyük bir fütûhat ve nusret tecellî etti.

Babası Osman Gazi’nin vefâtından sonra; Orhan Gazi’ye hitâben;

“–Kardeşim! Atamızın duâsı ve himmeti seninledir. O hayatta iken ordunun kumandasını sana vermişti. Dolayısıyla beylik sana aittir.” diyen Alâaddin Bey yine bu fedâkârlık fazîletinin nümûnelerindendir.

İslâm orduları kumandanıyken, Hazret-i Ömer’in tensibiyle vazifeden alınan ve yeni kumandan Ebû Ubeyde bin Cerrah Hazretleri’nin emri altında bir nefer olarak vazifeye devam eden Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh- yine bu fazîletin muhteşem bir örneğidir.

Ebû Ubeyde Hazretleri de, Zâtüsselâsil seferinde, böyle bir fedâkârlığı hiç çekinmeden sergilemiştir.

  • Makam ve mevki hırsı,
  • Kendini ve dâvâsını haklı görme duygusu,
  • Çevresindekilerin alkış, tahrik ve ısrarları gibi nice menfî unsur karşısında ferâgat ve fedâkârlık fazîletini sergileyebilmek hakikaten çok zor bir haslettir.

Buna en mühim engel de;

ENÂNİYET MUSÎBETİ

İnsanın en büyük problemi enâniyettir. Benlik veya enâniyet, bir nevî şirktir / ortaklıktır.

Hâlbuki;

İslâm akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur. Çünkü takdir Cenâb-ı Hakk’ındır. Gücü ve muvaffakiyeti veren de Cenâb-ı Hak’tır. Kula düşen, O’na teslim olmaktır.

Enâniyet, nice gafili cehennem yolcusu eylemiştir.

Meselâ;

Medine’deki yahudi kabîlelerinin reisleri ve hahamları; ellerindeki kitaplarda haber verilen âhirzaman peygamberinin alâmetlerini gördükleri hâlde, mevkilerini kaybetme endişesiyle müslüman olmadılar. O’na düşmanlık edip hüsrâna uğradılar.

Mekke müşriklerinden Velid bin Muğîre de peygamberliğin, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e verilmesini hazmedemediği için, enâniyete mağlûp olarak küfrün ve hasedin karanlığında kaldı.

Kezâ zamanın Bizans kralı Herakliyus; İslâm davetinin tesiri altında kaldığı ve Peygamberimiz hakkında sorduğu suallere aldığı cevaplar karşısında, risâlet-i Ahmediyye’yi vicdânen kabul ettiği hâlde, enâniyet ve taht korkusu yüzünden, îmandan, dolayısıyla ebedî saâdetten mahrum kaldı.

İnsanın enâniyet ve benlik uçurumlarından kurtulabilmesi için, hiçliğe erişmesi lâzımdır.

Kadîm medeniyetimizin mâneviyat ocakları olan dergâhların duvarlarında dâimâ bir «Hîç» levhası olurdu.

İnsan, bu levhayı görüp hiçliğini idrâk edecek.

Azamet-i ilâhiyyeyi tefekkür edip hiçliğini anlayacak.

İlk nâzil olan âyet;

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ي خَلَقَ

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) tâlimâtıdır. İnsan, vukuâtı ve hâdisâtı gönül gözüyle okuyacak. Allâh’ın nimetlerini tefekkür edecek.

“–Aman yâ Rabbî!” diyecek. Hâdiselerin seyrinden ders alacak.

Böylece;

Nefsinin şöhret, şehvet ve servet gibi menfî arzularını dizginlemeyi öğrenecek.

İlâhî takdir karşısında rızâ ve teslîmiyet gösterecek.

Eğer takdîr-i ilâhî ile makam veya servete nâil olursa, onu da Allah yolunda en güzel şekilde değerlendirecek.

Bu mânâda;

En mühim vazifemiz, keyfiyetli ve ideal insan yetiştirmektir.

En çok ihtimam göstermemiz gereken gayret;

  • Hiçlik şuuruna eren,
  • Mes’ûliyet ve kul hakkı şuuruna sahip,
  • Nefsini ayakları altına alıp, rûhunu baş tâcı eden,
  • Zillete düşmeden mütevâzı,
  • Gurura kapılmadan vakur ve heybetli,
  • Kāliyle ve hâliyle İslâm’ı temsil edebilen şahsiyetler yetiştirmektir.

BİR ODA DOLUSU

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, hilâfeti zamanında bir gün dostlarıyla oturuyordu. Onlara Allah’tan bazı talep ve temennîlerde bulunmalarını istedi. Böylece onların ufkunu görmeyi arzu etti.

Onlar;

“–Şu oda dolusu altınımız olsa da infâk etsek!” tarzında maddî temennîlerde bulundular.

Bunun üzerine Ömer -radıyallâhu anh-;

“–Ben ise, içinde bulunduğumuz şu hânenin Ebû Ubeyde bin Cerrah, Muaz bin Cebel ve Huzeyfetü’l-Yemânî gibi (müstesnâ, seçkin, keyfiyetli, ideal ve yetişmiş) kimseler ile dolu olmasını ve bunları Allâh’a itaat yolunda, yani tebliğ ve ıslah hizmetlerinde istihdâm etmeyi temennî ederim…” dedi. (Buhârî, Târîhu’s-Sağîr, I, 54)

Maalesef;

Ferâgat fazîletini sergileyemeyen ve dost görünen düşmanların tuzağına düşen şahısların sebebiyet verdiği hâdiseler, tarihimizin en sıkıntılı devirleri olmuştur.

  • Bizans’ın elinde Osmanlı’ya karşı kullanılan şehzadeler,
  • Rodos şövalyelerine aldanıp, Papa’nın esiri olan Cem Sultan gāilesi,
  • Endülüs’ün elden gitmesine sebebiyet veren, mü’min kardeşine karşı düşmanla ittifak kurma hastalığı bunlara birkaç misaldir.

Başta zikrettiğimiz fazîlet tablolarının tam zıddına, kendi küçük ikbal ve ihtirasları için, Osmanlı gibi güçlü bir devletin parçalanıp yıkılmasına sebebiyet veren muhterisler, müteâkip bir asır boyunca, kendilerini kandıran mihrakların va‘dettiği hedeflere asla nâil olamamış, dâimâ düşman işgal ve tehditleri, iktisâdî, siyâsî ve askerî buhranlar ile huzur ve selâmetten mahrum kalmışlardır.

İşin sırrı;

Enâniyetten kurtuluş ve Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e vefâdır:

RASÛLULLÂH’A VEFÂ

Yavuz Sultan Selim Han; zikrettiğimiz üzere, birlik ve beraberliği tehdit eden kişi, kardeşi de olsa onu bertaraf etmek mecburiyetinde olduğunun şuurundaydı.

Maalesef çevresinin de teşvikiyle kardeşi Şehzade Korkut, ona karşı çıktı. Korkut’un vefâtıyla neticelenen bir mücadele yaşandı.

Yavuz, meşhur celâlli yapısına rağmen, aynı zamanda çok hassas ve ince ruhlu bir insandı. Devletin bekāsı için bertaraf etmeye mecbur kaldığı kardeşi Korkut’un tabutunun altına girdi ve;

“–Ey kardeşim! Ne sen böyle yapsa idin, ne de ben böyle yapmak mecburiyetinde kalsaydım!..” diyerek gözyaşı döktü.

Ardından Şehzade Korkut’un adamları, Yavuz’un huzûruna getirildi. Yavuz, Şehzade Korkut’un Piyâle adındaki sâdık adamına;

“–Seni, büyük bir fazîlet olan sadâkatin sebebiyle, affediyorum! Bu sadâkatinin mükâfâtı olarak da seni istediğin makama tayin edeyim. İstersen vezirim ol!” teklifinde bulundu.

Bu sâdık şahsiyet, teklife teşekkür etti ve sadâkatini bir kere daha ispatlayan şu mukabelede bulundu:

“–Sultanım, bundan sonra benim vazifem Şehzade Korkut’un türbedârı olmaktır!..”

Dostuna ve liderine vefâ dahî böyle güzel bir haslet iken, Peygamber’e vefânın ne kadar yüce bir kıymet olduğunu idrâk etmek îcâb eder.

Bu vefâyı en mükemmel şekilde ashâb-ı kiram hazerâtı sergilemiştir.

Vefânın en güzel nümûnesi asr-ı saâdettir.

İslâm davetçileri; Çin’e, Semerkant’a ve Afrika’ya koşarken Hazret-i Peygamber’e eşsiz bir vefâ duygusu ile gittiler. Sînelerinde Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e sadâkat ve vefâyı taşıdılar. Allâh’ın yeryüzünde şâhidi olmak iştiyâkıyla o seferlere katıldılar. Bizlere nümûne oldular.

Bize de düşen vazife, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e vefâkâr olmamızdır.

Bilhassa bugün;

Kıyâmet alâmetlerini bildiren fiten hadislerinin zuhûr ettiği bir zamandayız.

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“İşte böylece sizi vasat (mûtedil, hayırhah) bir ümmet yaptık ki, bütün insanlar üzerine şâhitler olasınız, Rasûl (Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-) de sizin üzerinize şâhit olsun…” (el-Bakara, 143)

  • Biz ne kadar İslâm’ı tebliğ edebiliyoruz?
  • Cenâb-ı Hakk’ın tâlimatlarını ne kadar yaşıyor ve yaşatabiliyoruz?
  • İslâm ahlâkının ve fazîletler medeniyetinin nümûneleri olabiliyor muyuz?
  • Ne kadar enâniyeti bertaraf edebilen bir nesil yetiştirebiliyoruz?

Bu hâli kendimizde muhasebe etmek durumundayız.

Hazret-i Âişe Vâlidemiz’in, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dünya hayatındaki son sabahından aktardığı sahneyi hatırlayalım:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i en çok sevindiren ve ömrünün en güzel tebessümüyle O’nu mesut eden husus, arkasında bir sahâbe-i kiram nesli görmesiydi.

  • Biz evlâtlarımızı ve nesillerimizi yetiştirmekte, Efendimiz’i memnun ve râzı edebilecek bir gayret ve fedâkârlık gösterebildik mi?

Bilhassa şu âhirzamanda:

ZULÜM ÇARKI

Bugün dünyayı, bilhassa İslâm âlemini had safhada bir zulüm ve vahşet kavurmakta.

Bunu yapanlar; zulümlerine, bâtıl olan dînî bir gayeyi perde yapıyorlar:

  • Yahudiler katliâm yaptıkları topraklar hakkında;

“–Burası, Tevrat’ta bize va‘dedilen topraktır. Burası hakkımızdır!” diyorlar. Tahrif ettikleri kitaptan, çocuk ve kadınları dahî katletme, bîçâreleri evsiz yurtsuz bırakma emri uyduruyorlar. Allâh’a iftira ediyorlar.

  • Protestan hıristiyanlar da;

“–Yahudilerin Filistin’e hâkimiyeti vesilesiyle Mesih gelecek!” uydurmasına kapılarak bu hunharca cinâyetleri ve gaddarca zulümleri destekliyorlar.

Hâlbuki;

Hak din, merhamet ve şefkat tevzî eder. Gerçek bir îmânı tadan gönülde, zulüm ve vicdansızlık asla yer bulamaz.

Dünyanın bu vaziyeti bile, İslâm’ın yegâne hak din olduğunu ve bütün insanlığın biricik çaresi ve umudu olduğunu ispatlamaktadır.

Tarih boyu enâniyeti yenip hiçliğe erişen ve bir mes’ûliyet şuuruyla idareyi üstlenen müslüman hükümdarlar, dünyaya eşsiz bir adâlet ve insaf nümûnesi oldular:

HAKKĀNİYET SADECE İSLÂM’DA!..

Bugün Gazze’de, Myanmar’da, Doğu Türkistan’da, Yemen’de, Suriye’de, Libya’da; müslümanlara, savaş mağdurlarına, sivil halka, hangi ideoloji ve coğrafyadan gelirse gelsin bütün zâlimlerin, ne kadar ağır zulümleri revâ gördüğüne şâhidiz.

Onlar, koca Akdeniz’i bile bir mültecî mezarlığına döndürdüler.

Onların saldırganlığında;

Bebekler kurşunlanıyor. Hastahâneler yıkılıyor. Kadın, yaşlı ve hasta denmeden katlediliyor. Ruhsuz demir medeniyeti, vicdanları kuruttu. Hümanizmin nasıl bir maval olduğu, şu altı ay içerisinde iyice anlaşıldı.

Hâlbuki;

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dünyaya hukuku öğretti. İnsanlığı tâlim etti. Rahmet ve merhameti telkin etti.

  • İslâm’da harp; ancak engelleri kaldırmak için bir zarûret hâline geldiğinde başvurulan, ekseriyâ tedâfüî / savunma maksatlı bir son çaredir.
  • Harbin bir hukuku vardır. Kadına, çocuğa, yaşlıya, din adamına ve harple alâkası olmayan hiç kimseye asla dokunulmaz.
  • Fetih ve zaferlerden sonra gayr-i müslimler vatanlarından çıkarılmamış; cüz’î bir cizye vergisi ödeyerek, topraklarında, inanç hürriyeti içinde yaşamaları sağlanmıştır. Müslümanlara zimmetli oldukları için, «zimmî» adı verilen bu topluluklar; vedîatullah / Allâh’ın emâneti olarak kabul edilmiştir. Bunun müstesnâ bir misâli şu hâdisedir:

DUYGULANDIRAN ÂLİCENAPLIK

Plevne, Rus muhasarası altında kalmıştı. Gazi Osman Paşa, üç ay boyunca mukavemet etti. Fakat beklenen yardımlar gelmeyince, huruç harekâtıyla muhasarayı yarma kararı alındı.

Bunun üzerine Osman Paşa, hıristiyan halkın temsilcilerini çağırdı. Çünkü onları korumak maksadıyla, onlardan cizye almaktaydı. Kaleden çıkılması meselesini açarak;

“–Ben, sizi muhafaza etmek için sizlerden cizye (vergi) aldım. Fakat sizi bugün muhafaza etme gücüm kalmadı. Bu cizyeleri size iade ediyorum.” dedi.

Bu hakkāniyet ve âlicenaplık karşısında hıristiyan halkın temsilcileri duygulanarak;

“–Bizi bırakıp nereye gidiyorsunuz? Biz de sizinle geleceğiz.” demiş, hakikaten huruç harekâtına binlerce Bulgar katılmıştır.

Bu hâdise, bir müslümanın hak ve hukuku bütün cihâna nasıl tevzî ettiğini gösteren muhteşem misallerden biridir.

  • Peygamberimiz esirlere muâmelede muhteşem bir rahmet üslûbu sergilemiştir.

Bedir ashâbı, Medine’ye dönerken sayıca mahdut olan bineklere esirlerle münâvebeli binmişlerdi.

Mus‘ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-’ın birâderi Ebû Azîz şu ibretli hâdiseyi anlatmıştır:

“Bedir Savaşı’nda ben de esir düşmüş, ensardan bir topluluğa teslim edilmiştim. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«–Esirlere güzel muâmelede bulunun!» buyurmuştu. O’nun bu emrini yerine getirmek için yanlarında bulunduğum ensar cemaati, sabah-akşam hisselerine düşen ekmeği bana verir, kendileri hurma ile yetinirlerdi. Ben ise hayâ eder, ekmeği onlardan birine verirdim, o da hiç dokunmadan tekrar bana iade ederdi.” (Heysemî, VI, 86; İbn-i Hişâm, II, 288)

Bedir esirlerinin pek çoğu, bu güzel muâmelelerin tesiriyle müslüman olmuşlardı.

  • İslâm, câhiliyye toplumundaki kast sistemini; yani beyazı, siyâhîden, hür ve soyluları, köle ve hattâ âzadlıdan üstün gören çirkin anlayışı kaldırdı.

Peygamber müezzini Bilâl -radıyallâhu anh- siyâhî idi. Ebû Zer -radıyallâhu anh- ona bir kızgınlık ânında;

“–Ey kara kadının oğlu!” diye hitâb etti. Çünkü câhiliyye devrinde böyle tahkir edici ifadeler çok yaygındı. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ona çok kızdı;

“–Sen, kendisinde câhiliyye huyu bulunan bir kimsesin!” diyerek onu tevbe ve helâlleşmeye teşvik etti. (Buhârî, Îmân, 22, Itk, 15; Müslim, Eymân, 40)

O da Hazret-i Bilâl’in ayağının altına başını koyarak helâllik istedi ve gönlünü aldı.

  • İslâmiyet, toplumda var olan kölelik müessesesini büyük ölçüde ıslah etti. Köleliği tamamen kaldırmak, savaşlarda mağlûp orduların tamamen imhâ edilmesi zarûretiyle neticeleneceği için, köleliğin kaldırılmasını zamana yaydı.

İNSAF ÖLÇÜLERİ

Birincisi: Köleliğe giriş kapısını daralttı.

İkincisi: Kölelikten çıkış yani hürriyet kapısını genişletti.

Üçüncüsü: Köleliğin şartlarını da büyük ölçüde iyileştirdi.

Evvelâ üçüncüsünden başlayalım:

Kur’ân-ı Kerim, kölelerin hayata kazandırılması ile alâkalı şöyle buyuruyor:

“Aranızdaki bekârları, köleleriniz ve câriyelerinizden sâlih / müsait olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lutfu ile onları zenginleştirir. Allah (lutfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir.” (en-Nûr, 32)

Peygamberimiz’in şu tâlimâtı, İslâm’ın insana bakış tarzını aksettiren ne güzel bir misaldir:

“Onlar sizin hizmetçileriniz ve aynı zamanda kardeşlerinizdir. Allah onları sizin himâyenize vermiştir.

Kimin himâyesinde bir kardeşi varsa;

  • Kendi yediğinden ona yedirsin.
  • Giydiğinden de giydirsin.
  • Onlara üstesinden gelemeyecekleri şeyleri yüklemeyin.
  • Şayet yükleyecek olursanız kendilerine yardım edin!..” (Buhârî, Îmân, 22, Itk, 15; Müslim, Eymân, 40)

Bu emirleri hakkıyla yerine getirip getiremeyeceğinden endişe eden birçok sahâbî, sahip oldukları köleleri âzâd ettiler.

Ashab ve tâbiîn nesilleri tarafından eğitilip hayata kazandırılan ve iki dünyası mâmur edilen sayısız mevâlî / âzadlı köle vardır.

Köleliğe giriş kapısının daraltılması ise şu demektir:

İslâmiyet’te, kölelik ancak meşrû bir harbin neticesinde meydana gelebilir. Câhiliyyede olduğu gibi, kabîleler arası yaşanan çatışma ve benzeri gasp, talan gibi gayr-i meşrû faaliyetlerle kimse köle edinilemez.

Avrupalı köle tacirleri ise, 19’uncu asrın sonlarına kadar Afrika’yı talan ederek, bîçâre halkı toplayıp Amerika’daki çiftliklerde zorla çalıştırmak üzere götürdüler. Gemilerde bir eşya gibi istifledikleri bu insanları, hastalandıklarında okyanusa fırlattılar. Batıda ancak 1890’larda siyâsî bir çekişmenin neticesinde kölelik kaldırılabildi.

İslâmiyet’te böyle menfur bir kölelik, hiçbir zaman yaşanmamıştır.

İslâmiyet, köleliğin ortadan kalkması yani âzadlık için türlü teşviklerde bulundu:

  • Zekât verilecek 8 maddeden biri, âzâd edilecek esirlerdir.
  • Birçok keffâretin muhtevâsında köle âzâdı vardır. Hatâen adam öldürme, yemin ve zıhâr keffâretlerinde köle âzâdı Kur’ân-ı Kerim tarafından emredilmiştir. (Bkz. en-Nisâ, 92; el-Mâide, 89; el-Mücâdele, 3-4)
  • Köle âzâd etmek, kuvvetle teşvik edilen büyük bir fazîlet olarak şöyle ifade buyurulmuştur:

“Fakat o (insan), sarp yokuşu aşamadı.

O sarp yokuş nedir bilir misin?

Köle âzâd etmek veya açlık gününde yakını olan bir yetimi yahut aç-açık bir yoksulu doyurmaktır.” (el-Beled, 11-16)

  • Kölenin kendi hürriyetini sağlamak için çalışması mânâsına gelen mükâtebe bizzat Kur’ân tarafından emir ve tavsiye buyurulmuştur. (Bkz. en-Nûr, 33)

Bu emrin canlı bir tatbikatına şâhitlik eden kıssa şöyledir:

HEMEN YARDIM

İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ- bir gün Mescid-i Nebevî’de îtikâfta iken bir kimse yanına gelerek selâm verdi ve oturdu. İbn-i Abbas;

“–Kardeşim, seni yorgun ve kederli görüyorum!” dedi.

“–Evet ey Rasûlullâh’ın amca oğlu, kederliyim! Falanın benim üzerimde velâ hakkı var (mal mukabilinde beni âzâd etmişti), fakat şu kabrin sahibi (Allah Rasûlü) hakkı için söylüyorum ki, ona olan borcumu ödeyemiyorum.” dedi.

İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ-;

“–Senin hakkında onunla konuşayım mı?” diye sorunca, adamcağız;

“–Sen bilirsin!” cevabını verdi. İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ- ayakkabılarını alarak mescidden çıktı.

Adam ona;

“–Îtikâfta olduğunu unuttun mu?” diye seslendi.

İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ- ise;

“–Hayır! Ben şu kabirde yatan ve aramızdan daha yeni ayrılmış olan zâttan (Peygamber Efendimiz’den) duydum ki:

«Her kim, din kardeşinin bir işini takip eder ve o işi görürse bu, kendisi için on yıl îtikâfta kalmış olmaktan daha hayırlıdır.

Bir kimse Allah rızâsı için bir gün îtikâfa girse Cenâb-ı Hak o kimse ile ateş arasında üç hendek yaratır ki, her hendeğin arası doğu ile batı arası kadar uzaktır.»

(İbn-i Abbas bunları söylerken gözlerinden yaşlar akıyordu.)” (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, III, 424-425)

İslâmiyet’in bu fazîlet dolu esasları karşısında, bugünkü zâlimlerin tablosu nasıl?

Esir ve mahkûm şöyle dursun; sivil halka, hür insanlara, bebeklere muâmeleleri nasıl?

Bugün dünya üzerinde;

  • Hiçbir yere kabul edilmeyen, perişan kamplarda hayatta kalma mücadelesi veren vatan-cüdâ mültecîler,
  • Temiz su ve yeterli gıdâ bulamayan yüz binlerce insan,
  • Fuhşa zorlanan çocuk ve kadınlar bulunmaktadır.

Evet, bugün kölelik kaldırılmıştır. Fakat günümüzün modern câhiliyyesinde; insanlık haysiyetine yaraşır şekilde hakkāniyetli bir paylaşım gerçekleştirilmediği için, adı konulmamış bir kölelik düzeni devam etmektedir. Zira kapitalist ve materyalist dünya âdetâ;

“–Mazlumlar, açlar ve bîçâreler, talihine küssün!” demektedir.

Hattâ bir ömür bankaya fâiz borcu ödemeye mahkûm insanların hâline de -mecâzen- «modern kölelik» denilmektedir. Üstelik bu köleler; kendilerini ne kadar hür hissetseler de, ağır fakat gizli boyunduruklar altında yaşamaktadırlar.

VELHÂSIL

İslâm, her türlü idareyi deruhte edecek bilek ve yüreklerde şu hasletleri ister:

  • Ehliyet ve liyâkat,
  • Mes’ûliyet ve kul hakkı şuuru,
  • Tevâzu ve hiçlik idrâki,
  • Gerektiğinde fedâkârlık ve ferâgat,
  • Sadâkat ve vefâ,
  • İnsaf ve hakkāniyet…

Bir fazîletler medeniyeti olan güzel dînimiz, bu güzel hasletleri taşıyan âbide şahsiyetleri dâimâ yetiştirmiştir.

Bugün bizim de bütün insanlığın da ihtiyacı budur.

Rabbimiz; ümmet-i Muhammed’in birlik ve beraberliğini, uhuvvet ve selâmetini muhafaza buyursun.

Milletimize; hüviyet-i asliyesindeki, güzîde hasletlerine daha yüksek bir şuurla sahip olacağı hâl ve kıvâmı nasîb eylesin.

Âmîn!..