Mânevi Hâl Kaybedilir mi?

DiNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

MÂNEVÎ HÂL KAYBEDİLİR Mİ?

Ubeydullah Ahrar Hazretleri var, Hak dostlarından… Bir zât geliyor ki ona:

“–Bahâüddîn Nakşibend Hazretleriʼni ben rüyamda gördüm, ona sordum:

«–Ebedî kurtuluşumuz için, selâmetimiz için ne tavsiye edersiniz?» diye Bahâüddîn Nakşibend Hazretleriʼne sordum rüyâda. O da dedi ki:

«–Son nefeste neyle meşgul olmak gerekiyorsa, onunla meşgul olun.»”

İnsanın en zor ânı. Dünyaʼya âit perdeler kapanıyor, ukbâya âit perdeler açılıyor.

Hattâ Cenâb-ı Hak burada, Kur’ân-ı Kerîmʼde bildiriyor, Yâsînʼin ikinci sayfasında. Habîb-i Neccar, kendini taşlayan kavme acıdı;

“Keşke dedi, Rabbim dedi, Allâhʼın bana verdiği bu ikrâmı kavmim de bilseydi.” dedi. “Beni taşlayanlar bunu bilseydi.” dedi. Acıdı kavmine. (Bkz. Yâsîn, 26-27)

Son nefes, demek ki çok mühim. Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri:

“Son nefeste neyle meşgul olmak istiyorsanız, onunla meşgul olun.” buyuruyor.

Yine Cenâb-ı Hak Münâfikûn Sûresiʼnin sonunda, hepimize ölüm ânını bildiriyor Cenâb-ı Hak:

“Ölüm ânı gelir de «Yâ Rabbi! Biraz uzatsan, tehir etsen de, sadaka versem (Allah yolunda infakta bulunsam) ve sâlihlerden olsam» demeden evvel.” (el-Münâfikûn, 10) buyuruyor.

Efendimiz buyuruyor:

“Herkes pişmanlıkla son nefesi verecek. Sâlihler de son nefesi pişmanlıkla verecek. Keşke daha öteye gitseydim!” (Bkz. Tirmizî, Zühd, 59/2403)

İlyas -aleyhisselâm- Kur’ân-ı Kerîmʼde ismi geçen peygamberlerden. Ona Azrâil geliyor son nefesinde. Şöyle bir ürperti oluyor.

“–Nedir diyor, niye ürperiyorsun, sen peygambersin?” diyor. Diyor ki:

“–Ölümden çekindiğim için ürkmüyorum.” diyor. “Dünyaʼda ne güzel bir hayatım vardı. Tesbîhat hâlindeydim, zikir hâlindeydim. Allâhʼın dînini tebliğ eder hâldeydim. Şimdi mezarda rehin kalacağım kıyâmete kadar. Bu lezzetten mahrum kalacağım.”

Câfer-i Sâdık Hazretleri de şöyle buyuruyor:

“Allah Teâlâ Dünyaʼya şöyle vahyetti.”

(Cenâb-ı Hak her yarattığına; insan, hayvan, melek, cin, bitkiler, bizim cemâdat dediğimiz, cansız zannettiğimiz şeyler, hepsine Cenâb-ı Hak bizim idrakimiz dışında hem lisan veriyor, hem bir can veriyor.

“Göklerde ve yerde ne varsa tesbih eder…” (el-Cumua, 1; et-Teğâbün, 1) buyuruyor.)

Câfer-i Sâdık Hazretleri de şöyle buyuruyor:

“Allah Teâlâ Dünyaʼya şöyle vahyetti:

«–Ey Dünya! Hakkʼa hizmet edene sen de hizmet et. (Yani Allah yolunda olana sen de hizmet et. Onun ecrini artır, şeyini artır, kolaylık ver. Tersine;) sana hizmet edeni, kendi işlerinde çalıştır, onları yor.”

Yani ihtiras vs. bütün meyli Dünyaʼda, ölümü unutmuş; “onları sen ey Dünya, perişan et ihtiraslarla!” buyuruyor.

Yine Ubeydullah Ahrar Hazretleri buyuruyor ki: Ona bir soru soruyorlar:

“–Sâlik, diyorlar, Allah yolunda bulunan bir insan, mânevî hâlini kaybeder mi?” diyorlar. “Kaybederse niye kaybeder mânevî hâlini?”

Yani zirveye çıkar, zirveden aşağı düşer. O Hak dostu da diyor ki:

“–Birincisi; İslâmî kâidelere aykırı fiillerde bulunursa, haram ve şüpheli gıdâlar alırsa.” Birincisi bu.

Demek ki İslâmî kâideleri yaşamaya çok îtinâ edeceğiz. Rızkımıza dikkat edeceğiz.

“İkincisi; kul hakkına girerse.” Hakk-ı ibâd… O da helâlleşmezse, yandı, kıyâmete kalıyor.

Yani bir müʼminin gıybetini yaptı vs. yaptı.

“Üçüncüsü; Allâhʼın mahlûkâtına merhametsiz davranırsa. Bu da seviyesini kaybeder.” buyuruyor.

Efendimiz buyuruyor ki:

“Kediyi bir kadın aç bıraktı, ibadetli bir kadın… (Cenâb-ı Hakkʼın bâzen gadabı küçük bir şeyde, bâzen orta, bâzen büyük…) Cehennemlik oldu.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Selâm, 151-153)

Demek ki bir müslüman, bir mayın tarlasında gezer gibi olacak.

İlk okunan âyet, Fussilet Sûresiʼnde, bu son nefes, kabir ve kabirden kalkışa âit. Bir de Cenâb-ı Hak kıyâmetteki olan. Şimdi yine o Ahkâf Sûresiʼnde:

“Rabbimiz Allahʼtır deyip (yine) ثُمَّ اسْتَقَامُوا : Allah Rasûlüʼnün izinde gidenler için;

فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“…Onlar korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” buyuruyor. (el-Ahkâf, 13)

Yine Cenâb-ı Hakkʼın verdiği nîmetlere, o Cennet nîmetlerine girenler de:

“…Hidâyetiyle bizi bu nîmetlere kavuşturan Allâhʼa hamd olsun…” (el-A‘râf, 43) diyorlar. Hidâyeti veren Cenâb-ı Hak. Büyük bir lûtuf.

“…Allah bizi eğer hidâyete erdirmeseydi, kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik…” (el-A‘râf, 43) diyorlar.

Tabi orası, kıyamet zor bir mekân. Cenâb-ı Hak yine okunan Fussilet Sûresiʼndeki âyetin biraz daha yukarısında:

“Nihâyet oraya geldiklerinde…” (Fussilet, 20)

Yani o kıyamet gününde, o mîzâna, ekranların önüne geldiklerinde. Doldurduğumuz kaset o zaman açılacak. Hepimizin ekranı, hayat ekranı önümüze inecek.

“Nihâyet oraya geldikleri zaman, kulakları, gözleri, derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şâhitlik edecektir.” (Fussilet, 20) buyruluyor.

Demek ki hep âyetler bize hep istikâmet veriyor. Demek ki Allah bana bu gözü verdi. Ben gözü nerede kullanacağım? Kulak verdi, bu kulağı nerede kullanacağım? Beden gücü verdi, beden gücünü ben nerede kullanacağım?

Demek ki bunların hepsi bir şâhitlik… Mekân şâhitlik edecek:

يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحٰى لَهَا

(“İşte o gün (yer) Rabbinin ona bildirmesiyle bütün haberlerini anlatır.” [ez-Zilzâl, 4-5])

Burada namaz kıldı, şurada çelme taktı, şurada bir haksızlık yaptı, şurada bir kalbe diken batırdı. Şurada bir garibin, bir yalnızın, bir kimsesizin yanıbaşında kaldı, onu sevindirdi. Hep bunlar, kendi amellerimizde seyredeceğimiz manzaralar olacak.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak; ibadetler huşû içinde olacak. Duygulu, rûhu bir derinliğe götürecek. İnsanın nasıl bir bedeninin açlığı var, rûhunun açlığını doyuracak. Namaz, ayrı bir açlığı doyuracak. İlâhî huzurda olduğumuzun idrâki içinde olacağız. Cenâb-ı Hak; “…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.

Cenâb-ı Hak insan anatomisini en çok, en güzel secde edecek şekilde halketti ki, kul rahatlıkla, bol bol Rabbine secde etsin. O secde neticesinde onu bir huşû ile îfâ etsin. Onun neticesinde de Cenâb-ı Hak onu fahşâdan, münkerden, zararlardan korusun onu. Hep, ibadetler hep ayrı ayrı birer lûtuf.

Oruç:

لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ Gözüne oruç, kulağına oruç, midene oruç, uzuvlarına oruç. Cenâb-ı Hak; “…Umulur ki korunursunuz.” (el-Bakara, 183) buyuruyor: لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ.

Yine zekât, infak, sadaka. Bu da çok mühim. Cenâb-ı Hak en çok “Rahmân” sıfatını bildiriyor. Demek ki kul merhametli olacak.

Zâlimlere baktığımızda, zâlimlerde merhamet yoktur. Merhametin zıddı zulümdür. Hiçbir zâlimde merhamet yoktur. İşte görüyoruz. İslâm ve Dünya piyasasını görüyoruz merhamette…

Demek ki müʼminin kartviziti, fârikası, alâmet-i fârikası, merhamet olacak. Uçan kuşa merhamet, insana merhamet, ağaca merhamet. Her şeye merhamet. Çünkü Cenâb-ı Hak bize en çok “Rahmân” ve “Rahîm” sıfatını bildiriyor.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

“Rahmân ve rahîm olan Allâh’ın adıyla.” (el-Fâtiha, 1) diyoruz.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ اَلرَّحْمٰـنِ الرَّحِيمِ

“Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm olan Allâh’a mahsustur.” (el-Fâtiha, 2-3) diyoruz. Kul merhametli olacak.

Efendimizʼde bu merhametin son haddi, zirveyi görüyoruz:

Mudar Kabîlesi geliyor. Bir bakıyor Efendimiz:

Çizgili şeyler giyilmiş. Hattâ başlarına geçirmişler, bir sefâlet, zayıflık. (Neredeyse Sûriyeʼde olan o garipler gibi.) Efendimizʼin rengi sapsarı oluyor.

“–Bilâl, ezan oku!” diyor.

Bilâl ezan okuyor -radıyallâhu anh-. Efendimiz iki rekât namaz…

“–Herkes ne varsa getirsin!”

Zekât değil. Zekâtınızı getirin buyurmuyor. Ne varsa getirin. Kimi bir ölçek buğday getiriyor. Kimi torbaya koyuyor, eşyâlar getiriyor.

Efendimizʼin o sararan benzi birden bire gülmeye, kızarmaya başlıyor, bir sevinç alâmetleri… (Müslim, Zekât, 69)

Şimdi Cenâb-ı Hak buyuruyor, Tevbe Sûresiʼnin sonunda:

“…O sizin sıkıntıya düşmeniz, Oʼnu çok üzer…” (et-Tevbe, 128) buyuruyor.

Yani bir müslümana, bir müʼmine Rasûlullah Efendimiz, anadan-babadan çok daha merhametli. “…O çok raûf ve rahîmdir.” (et-Tevbe, 128) buyuruyor. Hiçbir peygamber için bu iki sıfatı birden Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîmʼde zikretmiyor. Efendimiz zirve. Oʼnun ümmetinin de öyle zirve olması lâzım.

“Sizler yeryüzündekilere merhamet edin ki gökyüzündekiler de sizlere merhamet etsin.” buyuruyor. (Ebû Dâvûd, Edeb, 58)

Bu zamanda merhametin en mühimi de, insanımızı hidâyete dâvet etmek. Haram-helâl ne olduğunu, Kur’ân bize ne mesajlar veriyor? Efendimizʼin nasıl onunla bir tatbikâtı var? Efendimizʼin duyguları, zarâfeti, inceliği nasıldı, benimki nasıl? Önümüzde bir ayna. Efendimizʼin hususiyetleri bana ne kadar sirâyet hâlinde ki:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyuruyor. (Buhârî, Edeb, 96)

Cenâb-ı Hakkʼın verdiği hidâyet; bize ibadetlerle kendisine yaklaşmamızı, rûhânî hayatı doyurmamızı, güzel ahlâkla meleklerin ötesine geçmemizi, kötü ahlâktan uzaklaşmamızı, şeytanın şerrinden kendimizi korumamızı, bu şekilde bir şeyle bizi “Dâruʼs-selâm / Cennet”e dâvet ediyor.

Ne istiyor bizden mukâbil?

اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ

(“Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89]) buyuruyor.

Rafine olmuş, tertemiz, gafletten boşaltılmış bir kalp istiyor. Hattâ bâzı tefsirlerde bu nasıl bir kalp olacak, bu kalbin bir vasfını bildiriyor: Kimseyi kırmayacak, hiçbir kalbe diken batırmayacak. Nasıl diken batırmaz? Merhametin neticesinde diken batırmaz. Nasıl diken batırmaz? Gayzlarını yutmak sûretiyle, âyet-i kerîmede (bkz. Âl-i İmrân, 134), öfkelerini yutmak sûretiyle. Ve incinmeyecek ondan. Niye incinmeyecek? Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:

“…Allâhʼın sizi affetmesini istemez misiniz?..” (en-Nûr, 22) buyuruyor. Demek ki müʼmin affede affede affedilmeye lâyık hâle gelecek.

Kalb-i selîm istiyor.

يَوْمَ لَا يَنْفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَ اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ

(“O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89])

O gün dünyada evlâtlar, mallar, hepsi burada kalacak. Hayırda kullandı ne mutlu! Eğer boş şeyle gitmişse bir de onun hesâbı var, o ayrı. Evlâdına eğer, ona âhiret mîrâsını vermemişse, bir Kur’ân ve Sünnet mîrâsını vermemişse, ne yazık! O da sana kıyâmet günü dâvâcı olacak.

Şimdi gelirken, üniversiteye (imtihana) giren talebelerin kâfilelerini gördük. Anneler-babalar dışarıda bekliyor. “Aman diyor, evlâdım diyor, üniversiteyi kazansın.” diyor. Bir noktada doğru. Fakat ona diğer bir pencereden baktığımız zaman, ona âhiret mîrâsı olarak ne kadar bir gayret içerisindeyiz?

Câmiye gelen anne-baba ne kadar evlâtlarını elinden tutarak getiriyor? En büyük emeği, evlâtlarımıza vermemiz lâzım. Bizim devam eden parçamız… Allâhʼın bize hediyesi.

İmam Mâlik Hazretleri diyor ki:

Bana babam bir hadîs-i şerîf öğretirdi, hemen bir hediye verirdi, diyor. Hemen ben ikinci hadîsi ezberlerdim diyor bir hediye daha alayım diye. Öyle bir hâle geldim ki diyor, babam bana bir şey vermese bile bana hadis okumak bir lezzet hâline geldi, diyor.

İmam Mâlik, -mâlûm- bir müctehid oluyor. Ders verirken, kızı da kapının arkasında, babasının verdiği dersi dinlerdi. Talebeye de o hadîs-i şerîf okuturmuş. Talebe eğer yanlış okursa, kızı “tak, tak” kapıya vururmuş, hadîs-i şerîfi tekrarlarlarmış, okuyan.

Yani demek ki bir emek esâsında. Yani arkamızdan güzel bir nesil yetiştirmek. Bir evlât yetiştirmek. Onun için evlâtlarımız bugün tâ okul öncesinden başlayor -elhamdülillah- okullarımıza, mekteplerimize din dersi konuldu. Fakat bunlar kâfi değil. Anne-baba emek verecek. Kur’ân Kurslarından geçecek. Allâhʼın kelâmını düzgün okuyacak. Bu, bir fânînin kelâmı değil. Yanlış okumakla olmaz. Kıraatsiz bir namaz olmaz.

Onun için anne-babalar evlâtlarına çok ehemmiyet vermesi lâzım. Bilhassa bu zamanda. Liberalleşen bir dünya, kapitalist bir dünya. Birtakım internetler vs. yanlış sokaklara savurup atıyor. Modalar, reklâmlar vs. Onun için anne-baba, eskiye, eski anne-babalara göre bugün anne-babaların çok daha emek vermesi lâzım. Bugün bir mesʼûliyet devresi. Cevap verecek kıyâmette; “Yâ Rabbi! Ne yapayım, bulamadım ben!” demek yok. İşte Kur’ân kurslarımız, İmam-Hatiplerimiz, okul öncesi dershânelerimiz…

Cenâb-ı Hak zekât, infak, sadaka…

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

(“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda sarf etmedikçe, iyiliğe/birrʼe eremezsiniz…” [Âl-i İmrân, 92])

Sevmedikçe Allâhʼa yaklaşamazsınız. Sevdiklerinizden vermedikçe Allâhʼa yaklaşamazsınız. Demek ki kul, veren el olacak. Allahʼtan alıyor. Allahʼtan aldığını veren el olacak.

Hac, tefekkürî bir (ibâdet)… “Refes yok, fısk yok, cidâl yok.” (Bkz. el-Bakara, 197) En son farz olan bir ibadettir. Kul, incelecek, zarifleşecek, lâubâlî bir hâli olmayacak, münâkaşası vs. olmayacak. Daha ötesi, ot koparmayacak, av avlamayacak, avcıya avı göstermeyecek. Zarif insan istiyor İslâm.

Bu nasıl zarif? Kardeşlikle zarifleşecek. Cenâb-ı Hakʼla dost olacak. Dostluk, sevenin sevilende kendi hususiyetlerini görmesinden kaynaklanır. İşte Yâkub -aleyhisselâm-… 12 oğlu vardı. Yûsuf -aleyhisselâm-ʼda kendi dünyasını gördü. Ona meyletti. Cenâb-ı Hak da hangi kulunda kendi cemâlî sıfatlarının tecellîsini görürse, Rasûlullah Efendimizʼin o ahlâkının inʼikâs ettiğini görürse, işte o kul:

فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“…(Kıyâmet günü o kullar) korkmayacak, üzülmeyecek.” (el-Ahkâf, 13)

Cenâb-ı Hak kalb-i münîb istiyor. Nefs-i mutmainne istiyor. Râdıyye, merdıyye istiyor. Dünyada huzur:

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28])

En çok çile çemberinden geçen peygamberler. O çilelerin zirvesinde Peygamber Efendimiz. Fakat kalp öyle Cenâb-ı Hakʼla beraber ki altındaki o dünyevî şeyler hiçbir şey ifade etmiyor. Diğer peygamberlerde de aynı şekilde.

Velhâsıl, Cenâb-ı Hakkʼa güzel bir kul olabilmek. İlk başta, rehber, Rasûlullah Efendimiz

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

“Kim Allah Rasûlüʼne itaat ederse Allâhʼa itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80)

Cenâb-ı Hak öyle bir rehber gönderiyor ki, 23 sene insanların arasında yaşıyor, her inen âyet fiilen tefsir ediliyor. O insanlar, bir câhiliyye devrinden bir fazîletler medeniyeti inşâ ediyor.

Biz de aynı Peygamberʼin 1400 sene sonra gelen ümmetiyiz. Biz de bugün, bütün dünyaya karşı bir fazîletler medeniyeti inşâ etmeye mecburuz.

Fakat bu nasıl olacak? Muhabbetle olacak. Allah Rasûlüʼnü ne kadar seversek, Allâhʼı ne kadar seversek, ancak o kadar olabilir.

Zira ashâb-ı kirâm öyle bir hâldeydi ki:

“Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyordu.

Malını ortaya atıyordu:

“Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyordu.

Ashâb-ı Suffeʼnin dünyaya âit hiçbir şeyi yoktu. Allah Rasûlüʼnün Kur’ân talebeleriydi. İnfak âyetleri inmeye başladı. Yarı çıplak insanlar, dağlara çıktılar, odun kestiler, Allah Rasûlüʼnün önüne koydular:

“–Yâ Rasûlâllah infâk et!” buyurdular.

Tebük Seferiʼne gidilirken, 11 yaşında bir kız, tâ çocukken bir küpe takılmış kulağına… Rasûlullah Efendimiz, o infak âyetini okuduğu zaman, o öyle bir heyecana geldi ki, kulağından o küpeyi çekerek çıkardı. Allah Rasûlüʼne, kanlar içindeki küpesini önüne koydu.

İşte böyle bir îman vecdiyle bir İslâm yaşandığı zaman, İslâm o zaman bütün dünyevî ıztıraplar, dramlar vs. trajediler, o lezzetin altında kaybolup gidiyor.

Rabbimiz, bizim için; “sizleri vasat ümmet olarak, hayırhah ümmet olarak halkettik.” buyuruyor. “Siz yeryüzünde Allâhʼın şâhitlerisiniz.” buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 143; el-Hac, 78)

Orada Cenâb-ı Hak bize bir vazife yüklüyor: “Allâhʼın şâhidi olmak…”

Yani demek ki, şâhit olmak nedir?

Mallarıyla, canlarıyla İslâmʼı temsil edebilmek… Mal, can, emek, ne varsa, Allah yolunda cömertçe bezledilecek, harcanacak. Bütün gücümüzle İslâmʼa destek olmayı kendimize bir ganimet bileceğiz.

Ashâb-ı kirâmın en büyük gâyesi; Rasûlullah Efendimizʼle kıyâmet günü beraber olmaktı. Hep onu hedefliyordu ashâb-ı kirâm.

“–Yâ Rasûlâllah! Ben dünyada Senʼinle beraberim, müthiş bir lezzet içindeyim, fakat ben kıyamet günü Senʼinle ne şekilde beraber olacağım?”

Öyle bir durumdaydı ki, Oʼnun, Efendimizʼin gittiği yolu tâkip ediyordu. Su nasıl içer? Nasıl oturur, nasıl kalkar? Nasıl uyur? Ashâb-ı kiram her şeyde şey yapardı. Bir sahâbî bir meydana giderken dönüyordu. Ashâb-ı kiram sordu:

“–Niye dönüyorsun bu meydanda?” dedi.

“–Ben de bilmiyorum, Allah Rasûlü bir yere giderken bu meydanda döndüğünü gördüm.” diyor.

Belki Allah Rasûlü birisine bir şey söyleyecekti, ondan döndü. Yahut bir yeri görmeye, ondan döndü. Fakat yok, Allah Rasûlü bu meydanda döndü mü? Ben dedi, bu meydanda döneneceğim.

Ashâb-ı kirâm, hangi ağaç altında Efendimiz otururdu, gidip o ağaç altında otururlardı. Hangi mekânda namaz kılardı Efendimiz, gidip o mekânda namaz kılmaya, inʼikâs almak için.

Âişe -radıyallâhu anhâ- anlatıyor:

Babam Ebû Bekir -radıyallâhu anh- hastaydı diyor. Sordu:

“–Kızım, bugün günlerden ne?”

“–Baba, pazartesi.” dedim.

“–Aman kızım, ne olursun, hemen bu gece ben vefât edersem beni hemen alıp hiç bekletmeyin, doğru Allah Rasûlüʼnün yanına gidip gömün.” (Ahmed, I, 8)

Yine sahâbeden Muhammed bin Münkedir diyor ki:

Câbir diyor, Allah Rasûlü âşığıydı. Vefâtı esnâsında Câbirʼin yanına gittim diyor. Çok artık, neredeyse son nefesini veriyordu diyor.

“–Câbir, sen Allah Rasûlüʼnün yanına gidiyorsun, durumun onu gösteriyor, aman gittiğin zaman bizden selâm söyle.” dedim. Öyle deyince Câbir güldü ve çok sevindi. İnşâallah, Allah Rasûlüʼnün yanına giderim diye. (İbn-i Mâce, Cenâiz, 4)

Velhâsıl, Cenâb-ı Hak:

“Ey Peygamber! Biz Senʼi hakikaten bir şâhit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı olarak gönderdik.” (el-Ahzâb, 45)

Demek ki bir müʼmin de bu şekilde olacak.

Allâhʼın yeryüzünde, yani dînin temsilcisi olacak. Allah Rasûlüʼnün temsilcisi olacak. Bir müjdeleyici olacak. Bir Cennet müjdeleme, bir hidâyet müjdesi. Bir de îkaz edici olacak…