LEYLÂ’YI İNCİTME!..

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

Yıl: 2013 Ay: Aralık Sayı: 106

LEYLÂ İLE ANLATILAN…

Leylâ ve Mecnun; beşerî bir aşk kıssası olmakla beraber, mânâ ehli için bir remizler deryası olmuştur. Temsîlî teşbih sanatıyla, «muhabbetullâh»ı tahsile gayret eden kul, Mecnun ile; yüce mahbûbu da Leylâ ile temsil edilir.

Bu mahbub, bazen kâmil mürşid olur, bazen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz olur. Muhabbetin nihâî gayesi olarak da Cenâb-ı Hak olur.

Fuzûlî, büyük bir aşk eseri olan Leylâ ve Mecnûn mesnevîsini kaleme almasına vesile olan asıl duyguyu, bu eserin başında şöyle ifade eder:

Dutsam taleb-i hakîkate râh-ı mecâz,

Efsâne bahânesiyle arz etsem râz,

Leylî sebebiyle vasfın etsem âgaz,

Mecnûn diliyle etsem izhâr-ı niyâz…

“(Ey Allâh’ım!) Hakikat talebi için mecaz yoluna koyulsam da Leylâ ve Mecnun hikâyesi bahanesiyle (ilâhî) sırları açıklasam… Leylâ vasıtasıyla Sen’in vasıflarını anlatsam ve Mecnûn’un dili ile de duâ ve niyazlarımı izhâr etsem…”

Mehmed Âkif de Leylâ’yı «İslâm’ın galebesi» olarak şöyle ifade eder:

Hayır şarkın, o hodgâm olmayan Mecnûn-i nâ-kâmın,

Bütün dünyâda bir Leylâsı var: Âtîsi İslâm’ın.

Gel ey Leylâ! Gel ey candan yakın cânân uzaklaşma,

Senin derdinle canlardan geçen Mecnun’la uğraşma!

Hazret-i Mevlânâ da, bu aşk kıssasından bir nükteyi şöyle ifade eder:

LEYLÂ’NIN MAHALLESİNİN BEKÇİSİ…

“Leylâ’sı uğrunda ve onun aşkı ile çöllere düşen Mecnun; salyaları akan, tüyleri dökülmüş bir köpeği seviyor, okşuyor ve gözlerinden öpüyordu. Bu hâli gören birisi dayanamadı; Mecnûn’a bağırdı:

«–Ey zavallı Mecnun! Yaptığın bu çılgınlık nedir? Bu hayvanı, niye sarılmış da öpüyorsun?»

Mecnun cevap verdi:

«–Sen baştanbaşa bir sûretten, bir şekilden, bir bedenden ibaretsin! Benim yaptığım işten ne anlarsın?!. (Zira sen zarfa aldanıyorsun, ancak içindekinden haberin yok! Uyan da zarfın) içerisine gir, yani ruh âlemine dal da ona benim gözümle bak!

Bu köpeğin ne meziyeti var biliyor musun?!. Bu köpekte senin çözemeyeceğin ilâhî bir sır vardır. Allah, onun gönlünde sahibine karşı duyduğu muhabbet ve vefânın hazinesini gizlemiştir. Hem baksana ki, bu kadar köyün içinde gitmiş de Leylâ’nın köyünü yurt edinmiş ve o köye bekçi olmuş!..

Köpek deyip geçme, sen onun himmetine nazar et. O benim gönül dünyamın mübârek yüzlü Kıtmîr’idir. (O Kıtmir ki, Ashâb-ı Kehf’e bekçi olmayı bildiği için Kur’ânî bir ifade ve değer kazandı. Bu sebeple şu köpek de) benim sürur ve hüzün ortağımdır. Bunun bir kılını arslanlara değişmem. Gönlüne, canına, irfanına dikkat et ki, onun fazîletini göresin!.. Leylâ’nın köyünü yurt tutan köpeğin ayağının bastığı toprak bile benim için azizdir…»”

Bu kıssada, bir muhabbet erinin gözünde her şeyin, mahbûba göre yeniden mânâ kazanması hakikati dile gelir. Muhabbet nazarıyla bakınca, bir kelp bile, Leylâ’nın mahallesine aidiyet ile bir başka mânâ kazanır. Varlık; âşığın gözünde muhabbet ile yeniden inşâ olur, yeniden mâhiyet kazanır.

Allah Rasûlü’nün Cenâb-ı Hakk’a muhabbetinde bunun ne güzel misalleri vardır:

Hazret-i Enes anlatıyor:

“Peygamberimiz ile birlikte iken, üzerimize yağmur yağdı da, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; yağmur suyu değsin diye, yakasını açtı. Bedenine yağmur isabet etti. Biz ona;

“–Niçin böyle yaptınız yâ Rasûlâllah?” diye sorduk.

Şöyle buyurdu:

“–Bu yağmur, Rabbimden yeni geliyor. (Rabbimden yeryüzüne tecellî eden bir rahmettir.)”(Ebû Dâvûd, Edeb, 114; Müslim, İstiskā, 13)

Peygamber Efendimiz, ümmetini de çok severdi. Ümmetine olan sevgisinde, büyük bir şefkat ve merhamet duygusu da mevcut idi. Ümmetinin meşakkatlere, musîbetlere, ilâhî azaba uğramasından çok endişe ederdi.

ŞEFKAT DOLU SEVGİ

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın naklettiğine göre, havanın aşırı rüzgârlı olduğu anlarda veya gökyüzünde siyah bir bulut görüldüğünde; Peygamber Efendimiz’in yüzünün rengi değişir, bazen o buluta karşı durur bakar, bazen geri döner, eve girer çıkardı. Yağmur yağdığında ise sevinirdi. Bu tavırlarının sebebi sorulduğunda, Âd Kavmi’ne gelen azâbın kendi ümmetinin başına gelmesinden endişe ettiğini söylerdi. (Müslim, İstiskâ, 14-16)

O’nun ümmetine olan muhabbet ve şefkati âyet-i kerîmede de şöyle ifade edilmiştir:

لَقَدْجَاءَكُمْرَسُولٌمِنْاَنْفُسِكُمْعَزٖ۪يزٌعَلَيْهِمَاعَنِتُّمْحَرٖ۪يصٌعَلَيْكُمْبِالْمُؤْمِنٖ۪ينَرَؤُفٌرَحٖ۪يمٌ

“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız Ona çok ağır gelir. O; size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.”(et-Tevbe, 128)

Muhabbetullah âdetâ bir mıknatıs gibidir ki, O’na vâsıl olanda da bir mıknatıslaşma ve muhabbet neşretme meydana gelir. Fahr-i Kâinât Efendimiz ümmetini çok sevdiği gibi, ashâbı da O’nu müstesnâ bir muhabbet ile sevmekte ve O’na ittibâ etmekteydi. Biliyorlardı ki; muhabbet, iki gönül arasında bir cereyan hattıdır, kantarı da fedâkârlıktır.

Efendimiz nasıl ashâbı ve ümmetine bir musibet dokunmaması için muazzam bir şefkat duyuyorsa, ashab da Fahr-i Kâinât Efendimiz incinmesin, mütebessim çehreleri bulutlanmasın diye tir tir titriyorlardı.

Zira, Efendimiz, şahsî hayatı için hiç gazaplanmadığı hâlde, Hak nâmına kötülüğe karşı bâriz bir tavır sergilerdi. Allâh’ın rızâsına uymayan bir şeyle karşılaştığında, mübârek yüzlerinin rengi değişir, bazen kaşlarının üzerindeki bir damar kabarır, hak yerini buluncaya kadar teskin olmazlardı. Bu, aynı zamanda Peygamber Efendimiz’in görüp de müdahale etmemelerinin dahî şer’î bir delil olmasından kaynaklanırdı. Bu, risâlet vazifesinin bir îcâbıydı.

Ashâb-ı kiram hazerâtı, Peygamber Efendimiz’i öyle seviyordu ki, O’nu dinlerken, başlarında duran bir kuşu kaçırmamak istiyormuşçasına hassâsiyet ve titizlik gösteriyordu.

MUHABBET ÇAĞLAYANI

Suallerine;

“Allah ve Rasûlü daha iyi bilir!” diye cevap veriyorlardı. En ufak bir tâlimatlarına;

“Derhâl yâ Rasûlâllah, anam-babam Sana fedâ olsun!” diye mukabelede bulunuyorlardı. Ölüme de çağırsa;

“Lebbeyk yâ Rasûlâllah!” diye koşuyorlardı.

Çünkü hayat, ölüm, dünya, mal, evlât, her şey; eski câhiliyye dünyalarındaki mânâsını yitirmişti. Hepsi, Allah ve Rasûlullah aşkında yeniden mânâlanmıştı.

Uğrunda ölmek; bir sahâbîyi Allah ve Rasûlü’ne yaklaştıracaksa, ölüm onun için en sevimli şeydi. Bedir’de, üç misli kalabalık düşmanla karşılaşmadan önce ensârı temsilen Sa‘d bin Muâz -radıyallâhu anh- şöyle teslîmiyet izhâr ediyordu:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Biz Sana inandık, Allah’tan getirdiğin Kur’ân’ın hak olduğuna samimiyetle îmân ettik ve Sana itaat ve ittibâ etmek üzere ahd ü mîsâk eyledik. Nasıl dilersen o sûrette hareket et, bize emret, biz Sen’inle beraberiz. Sen’i gönderen Allah hakkı için Sen denize girersen, biz de Sen’inle beraber gireriz, hiçbirimiz geri kalmayız!..”(İbn-i Hişâm, II, 253-254)

Genç sahâbîler, Peygamber Efendimiz’in tebliğ mektuplarını taşıma şerefine ermek için âdetâ birbirleriyle yarışıyorlardı. Allah Rasûlü’nün bir arzusunu yerine getirebilmek uğruna her türlü fedâkârlığı göze alıp hiçbir mazeret öne sürmeden, canla başla hizmete tâlip olmuşlardı. Sarp dağlar ve ıssız çöller aşarak gittikleri diyarlarda, cellâtların arasından geçip kralların huzûrunda Allah Rasûlü’nün mektubunu büyük bir îman cesareti ile okumaları, onların Allah ve Rasûlü’ne duydukları engin muhabbetin bâriz bir tezâhürüydü. Onların tek arzusu, Peygamber Efendimiz’in gönlünde yer etmekti.

Mevlânâ Hazretleri, Dîvân-ı Kebîr’inde ne güzel buyurur:

CAN NEDİR Kİ?!.

“Altın ne oluyor, can ne oluyor, inci-mercan da nedir, bir sevgiye harcanmadıktan, bir Güzel’e fedâ edilmedikten sonra?!. (Ne kıymetleri var?)”

Âşığa en büyük ızdırap, firkat ve gurbettir. Hele bu firkat, mahbûbun vefâtıyla olursa!.. Fahr-i Kâinât Efendimiz; «Refîk-i Âlâ’ya, Yüce Dost’a gidiyorum!» buyurarak, irtihâl-i dâr-ı bekā eylediğinde, ashâb-ı kirâmın aşk ve iştiyâkı daha bir alevlendi.

Hazret-i Peygamber’in bu âlemden ayrılışının hicranına dayanamayanlardan biri de Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh-’tı. O’nun hicran ve ıstırabı o dereceye vardı ki, nihayet ellerini yüce dergâha mahzun bir gönülle açtı:

“İlâhî! Artık benim gözlerimi âmâ kıl! Ben her şeyden çok sevdiğim Peygamberim’den sonra artık dünyada bir şey görmeyeyim!..” diye ilticâ etti ve oracıkta gözleri âmâ oldu.

Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-, Rasûl-i Ekrem’in vefatından sonra ona olan sevgisinden dolayı; Fahr-i Cihan Efendimiz’in namaz kıldığı yerleri öğrenip oralarda namaz kılar, yürüdüğü yollarda yürür, gölgelendiği ağaçların altında oturur, kurumasınlar diye onları sulardı. Yolda giderken Rasûlullâh’ın gittiğini gördüğü yolları takip eder, O’nun hayvanını çevirip döndüğü yerlerden dönerdi. Hele Efendimiz’in selâmlaşma konusundaki buyruklarını yerine getirme husûsunda pek titiz davranırdı. Hiçbir işi olmadığı hâlde sadece müslümanlarla selâmlaşmak için sokağa çıkar, büyük küçük karşılaştığı herkese selâm verirdi. (İbn-i Sa‘d, IV, 156; İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 349; İbn-i Esîr, Üsdü’l-ğâbe, III, 341)

Bu misaller, fart-ı muhabbetin en dikkat çekici tezâhürleridir. Onların Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ibâdet, tâat ve muâmelâttaki bağlılıklarını buna mukayese edelim.

Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin seksen küsur yaşında cihad emrine ittibâını tefekkür edelim. Âmâ sahâbî Abdullah İbn-i Ümmü Mektûm’un harpte sancaktar oluşundaki fedâkârlık ve hikmeti tefekkür edelim. Vücudunda yara almamış bir yer yokken, yatakta ölmeyi bir hacâlet sayan Hâlid bin Velid’in kılıcına dayanarak vefatı beklemesini bir düşünelim!

Bugün üzerinde dört-beş devletin bulunduğu toprakları fetheden Halîfe Hazret-i Ömer’in yaşadığı şu zühdü idrâk edelim:

İSTEMEZ MİSİN?

Halîfe Hazret-i Ömer, bazen borçlanıyor, sıkıntı içinde hayatını sürdürüyordu. Hazineden ancak kifâyet miktarı bir tahsisat almayı kabul etmişti ve bununla da zor geçiniyordu. Onun bu mütevâzı hâli sebebiyle, kendisini tanımayan kimseler, onun, müslümanların halîfesi olduğunun farkına varamazlardı.

Ashâbın ileri gelenleri, halîfenin bu hâline dayanamadılar. Maaşını artırmak istediler. Fakat bunu kendisine söylemekten çekindikleri için, Peygamber Efendimiz’in zevcesi ve aynı zamanda Hazret-i Ömer’in kızı olan Hafsa Vâlidemiz’e başvurdular. Babasına bu teklifi arz etmesini istediler. Hazret-i Hafsa, ashâbın bu teklifini babasına açtı.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, kızı Hafsa’ya sordu:

“–Kızım! Rasûlullâh’ın yeme-içme ve giyimde hâli nasıldı?”

Cevap, Hazret-i Ömer’in de bildiği gibiydi:

“–Kifâyet miktarı (ancak yetecek derecede) idi.”

“–(Kızım!) İki dost (Hazret-i Peygamber’le Ebûbekir) ve ben, aynı yolda giden üç yolcuya benzeriz. Birincimiz (Hazret-i Peygamber) makamına vardı. Diğeri (Ebûbekir) aynı yoldan giderek birinciye kavuştu. Üçüncü olarak ben de arkadaşlarıma ulaşmak isterim. Eğer fazla yükle gidersem, onlara yetişemem!

Yoksa sen, bu yolun üçüncüsü olmamı istemez misin?” dedi.

Mesele kapanmıştı.

Onlar;

“Devir değişti, ne yapalım!” demediler;

“O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- peygamberdi, biz nasıl O’na benzeyelim?!.” demediler;

“O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizi böyle de sever!” demediler. Onlar ashab olduklarına güvenmediler. Gözyaşları döktüler, ayrı kalmanın korkusunu ve ızdırabını derinden hissettiler:

YOKSA ECRİMİ DÜNYADA MI ALIYORUM?

Şükür ehli zengin sahâbîlerden olan Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh-’ın oruçlu olduğu bir gün, iftar sofrasına birkaç çeşit yemek konulmuştu. O, bundan müteessir oldu ve gözyaşları içinde şöyle dedi:

“–Mus‘ab bin Umeyr, Uhud Harbi’nde şehid edildi. O benden daha fazîletli idi. Ama kefen olarak bir hırkadan başka bir şeyi yoktu. Onunla da başı örtülse ayakları, ayakları örtülse başı açık kalıyordu. Şimdi ise bize dünyalık olarak her şey verildi. Doğrusu hayırlarımızın karşılığının dünyada verilmiş olmasından korkuyorum. (Acaba kazandığımız ecirler âhiretten tenkis edilip bu dünyada mı veriliyor?!.)”

Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh- bu sözlerinin ardından, mahzun bir şekilde sofrayı terk etti. (Buhârî, Cenâiz, 27)

Bu takvâ ve haşyet dolu muhabbet ve sevdâ çağlayanı hâlindeki Fahr-i Kâinât Efendimiz’e edep ve hürmet, O’na benzeme, O’nun hâliyle hâllenme iştiyâkı sahâbeden sonraki asırlarda da, büyük ruhlarda devam etti.

Medine Mescidi’nin büyük fakîhi İmâm-ı Mâlik;

«Allah Rasûlü’nün bastığı yeri bilemem.» diye Medine hudutları içinde binek üzerine binmezdi. Abdest tazeleme ihtiyacı olduğunda tâ Medine’nin dışına çıkardı.

Büyük hadis âlimi İmâm-ı Nevevî Hazretleri, Peygamber Efendimiz’in karpuzu nasıl yediğine dair malûmat tespit edememişti. Bu sebeple karpuz yiyemedi. Ona tatlı gelen karpuz değildi, Fahr-i Kâinat Efendimiz’e her hâlinde tâbî olmaktı. Eğer O’na ittibâ yoksa, karpuz da o rakik kalbe tatsız geliyordu.

Yine O Hidâyet Güneşi’ne âşık, nurlu bir hilâl olan Hak dostu Hoca Ahmed-i Yesevî Hazretleri de Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 63 yaşında ebediyete irtihâl ettikleri için bu yaştan sonraki ömründe yeryüzünde dolaşmaya vedâ etmiş, vefât edinceye kadar on yıl, mezar gibi bir yerde irşad hayatına devam etmiştir.

Peygamber âşığı Osmanlı sultanlarından Yavuz Selim Hân’ın şu hâli ne güzel bir edep tâlimidir:

Yavuz Selim Han, 1517 yılında Mısır’ı fethetmiş ve hilâfet makamı uhdesine tevdî edilmişti. 20 Şubat Cuma günü, Melik Müeyyed Camii’nde okunan hutbede hatîbin kendisinden;

“Hâkimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn / iki şerefli belde olan Mekke ve Medine’nin hâkimi” diye bahsetmesi üzerine derhâl hatibe müdahale ederek;

“–Hayır, hayır! Bilâkis hâdimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn / iki şerefli belde olan Mekke ve Medine’nin hizmetkârı!” diye yaşlı gözlerle cevap verdi.

Osmanlı’da O’na muhabbet sebebiyle; ordu milletin her ferdi -kendi istîdatları miktarınca- o yüce varlığın bir küçük modeli telâkkî edilerek «Mehmedcik» diye isimlendirilmiştir.

Bu muhabbet, en müessir eğitim idi. Allah Rasûlü’nün muhabbeti, kıyâmete kadar, o sevginin cezbesine kapılan pervâneleri; rahle-i muhabbette inceltti, rakikleştirdi, eritti, yüceltti. Şu köle işte bu muhabbet dergâhının talebesiydi:

MUHABBET DERGÂHININ TALEBELERİ

Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anhümâ- bir seyahat esnasında, bir hurma bahçesine uğradı. Bahçenin hizmetçisi siyahî bir köle idi. Köleye üç parça ekmek getirmişlerdi. Bu sırada bir köpek geldi. Köle, ekmeklerden birini ona attı. Köpek ekmeği yedi. Öbürünü attı. Onu da yedi. Üçüncüyü de attı. Onu da yedi.

Fevkalâdeliği fark eden Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anhümâ- ile köle arasında şöyle bir konuşma oldu:

“–Senin ücretin nedir?”

“–Gördüğünüz üç ekmektir.”

“–Niçin hepsini köpeğe verdin?”

“–Buralarda hiç köpek yoktu. Bu köpek uzak yerden gelmiştir. Aç durmasına gönlüm râzı olmadı.”

“–Peki bugün sen ne yiyeceksin?”

“–Sabredeceğim, günlük hakkımı Rabbimin bu aç mahlûkuna devrettim.”

Abdullah -radıyallâhu anh- dayanamadı;

“–Sübhânallâh! Benim çok cömert olduğumu söylerler. Bu köle benden daha cömertmiş!” buyurdu. Ardından da o köleyi ve hurma bahçesini satın aldı ve köleyi âzâd edip, hurmalığı ona bağışladı. (Gazâlî, Kimyâ-yı Saâdet, s. 440)

Bu muhabbet dergâhında yetişenler, her yerde ilâhî kameraların altında bulunduklarını müdrik idiler. İhsan şuuru, murâkabe duygusu zirvede idi. Halîfesi kifâyetle geçinen ve beytülmalden maaş artırmayan bir ümmetin, çobanları da harama hiçbir gözün görmediği yerde de el uzatmayan, verâ ve takvâ hissiyle dopdolu dervişleriydi. İşte ilâhî ve nebevî muhabbet medresesinden;

BİR BAŞKA TALEBE

Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhümâ-, arkadaşlarıyla birlikte Medine civarında bir yere çıkmıştı. Onun için bir sofra kurdular. Bu sırada yanlarına kendilerini tanımayan bir koyun çobanı uğradı ve selâm verdi. İbn-i Ömer;

“–Gel ey çoban, sofraya buyur.” dedi.

Çoban;

“–Ben oruçluyum.” cevabını verdi.

İbn-i Ömer muhatabını ölçmek istedi:

“–Bu şiddetli ve boğucu sıcakta oruç mu tutuyorsun, bir de bu hâlde koyun güdüyorsun?” dedi. Daha sonra çobanın verâ ve takvâ duygusunu da denemek için;

“–Şu süründen bize bir koyun satsan, parasını sana ödesek, etinden de iftar edeceğin kadarını sana versek olmaz mı?” teklifinde bulundu.

Çoban;

“–Benim sürüm yok, bu koyunlar efendimindir.” cevabını verdi. İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-;

“«–Kayboldu.» dersin, efendin nereden bilecek ki?” dedi. Çoban ondan yüzünü çevirdi ve parmağını semâya kaldırarak;

“–Allah nerede?” dedi.

İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-; çobanın bu ihsan ve murâkabe hâlinden çok duygulandı. Bu düşünceler içinde çobanın sözünü kendi kendine tekrar ederek;

“Çoban dedi ki: «Allah nerede?»

Çoban dedi ki: «Allah nerede?»” deyip durdu.

Medine’ye geldiğinde, çobanın efendisine bir elçi göndererek sürüyü ve çobanı satın aldı. Çobanı âzâd ettikten sonra sürüyü de kendisine bağışladı. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 341)

Leylâ’nın gönlünde yer etmek isteyen mecnunlar kafilesi böyleydi. Çobanıyla da, kadr u kıymet bilen mütevâzı ve kerîm-âlim zâtlarıyla da böyle bir fazîletler medeniyetiydi.

Medeniyetler, ürettiği beton ve metal yığınlarıyla ölçülmezler. Medeniyetler yetiştirdiği insan ile değerlendirilirler. İslâm medeniyeti, bu zirve şahsiyetleri yetiştirdi. Onları yetiştiren en mühim âmil de, muhabbet ve mahbûbu incitmemek kaygısıydı:

LEYLÂ’YI İNCİTME!

Bâyezîd-i Bistâmî -rahmetullâhi aleyh-, bir yolculuk esnasında bir ağacın altında biraz istirahat ettikten sonra yolculuğuna devam etti.

Bir süre sonra gördü ki torbaların üzerinde, dinlendikleri yerden geçen birkaç karınca gezinmekte. Hayli yol geldiği hâlde, o hayvancağızları yurtlarından mahrum etmemek ve onlara gurbet hayatı yaşatmamak için geri döndü. Ağacın altına varıp karıncaları eski yerlerine bıraktı.

Bu hâl; yeryüzünde Hakk’ın şahidi, Allah Rasûlü’nün bir mümessili olarak; tevâzuyla, muhabbetle, merhametle, hizmet şuuruyla, ibret nazarıyla çok yüksek bir hassâsiyetle dolaşmak demekti.

“Bir yanlış yapar da, mahşer yerinde Rasûlullâh’ın gönlünü incitir miyim? O gül çehreyi, mükedder eyler miyim?” endişesiydi.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizim sıkıntıya düşmemizden nasıl muazzeb oluyorsa, bizim de O’nu üzecek davranışlardan muzdarip olmamız gerekir. Bu hâli tahsil edebilmek, ne yüce bir zarâfet kıvâmı olur.

Fahr-i Kâinât Efendimiz; “Müslümanların dertleriyle dertlenmeyen onlardan değildir.”(Hâkim, Müstedrek, IV, 352) buyurdu. Seriyy-i Sakatî Hazretleri bir yangında, kendi evinin yanmadığına şükretti diye, kendini duyarsız buldu ve otuz yıl; bir anlık bu dalgınlığa istiğfâr etti.

Leylâ incinmesin diye…

Hazret-i Mevlânâ, ilmin zirvesindeyken Şems’ten mârifetullah tahsil etti.

“–Ne öğrendin?” diyenlere şunu söylüyordu:

“–Bana Şems şunu öğretti:

«Yeryüzünde bir tek üşüyen varsa, senin ısınmaya hakkın yoktur.»”

Hayatını, Allah Rasûlü’nün sâdık bir talebesi olarak yaşayan Hazret-i Mevlânâ’nın bir endişesi vardı:

O’NDAN GAYRI DEĞİLİM!

Hazret-i Mevlânâ çok velûd, heyecanlı, coşkulu bir lisan ile nice eserler vücûda getirdi. Bu eserleri ortaya koyarken yine Allah Rasûlü’nün muhabbetiyle pişen ve yanan gönlünün bir endişesi vardı. O, Allah Rasûlü’nün varlığında yok olmak istiyordu. O’nun ayağının tozu olmayı arzu ediyordu. Başka hiçbir varlık iddiâsı yoktu. Bu sebeple şu rubâîsi âdetâ eserlerinin mukaddimesi oldu:

“Canım (rûhum) var oldukça ben Kur’ân’ın kölesiyim. Ben Hazret-i Muhammed’in ayağının toprağıyım. Eğer biri; benim sözümden bundan başka en ufak bir şey bile nakledecek olursa, o kimseden de onun sözünden de uzağım.”

O, bu tedbiri aldıktan sonra, yine de onu, maksadı dışında okuyanlar, okumaya çalışanlar vardır, olacaktır. Eserlerinden eleme yaparak tercümeler yapan batılılar gibi, onun mesajını işlerine geldiği gibi takdim etmeye çalışanlar olacaktır. Onu -hâşâ- hümanist bir felsefeci, dinler üstü müsamahakâr bir şair gibi göstermeye çalışanlar çıkmıştır, çıkacaktır.

Hazret-i Mevlânâ;

“Ben onlardan bîzârım, onlardan rûz-i mahşerde dâvâcıyım, berîyim!” demiş oluyor.

Hazret-i Mevlânâ, anlamak isteyene bunu Mesnevî’sinin daha girişinde de «ney» lisânından bildirmektedir:

“Feryat ve inleyişim, aslında içimdeki sonsuz ve ilâhî sırları söylemektedir. Ulaştığım hakikati ve saâdeti terennüm etmektedir. Yani benim sırlarım, âdetâ ses hâline gelmiş ifadelerdir ki; bunlar, sırrımın mecâzî bir ifşâsıdır. Lâkin gözleri sisli olanlarla kulakları paslı olanlarda benim bu sırlarımı görecek nur ve söylediğim hakikatleri anlayacak hâl zuhûra gelmemiştir.”

“İştiyak ve hasret derdinin şerhini söylemek için, ayrılıktan parça parça olmuş bir gönül isterim!”

Bütün bu misaller bize bir ders vermekte:

Amellerimiz Hazret-i Peygamber’e arz ediliyor. Bu arzda O rakik kalbi hüzünlendiriyor muyuz, hamd ve şükürlere mi gark ediyoruz?

Yarın mahşer yerinde, yine hâllerimiz O’na arz olacak.

O Raûf ve Rahîm sîne, bizlerin affı için secdeden başını kaldırmayacak… O hengâmda Livâ-yı Hamd’in altına davet edilenlerden mi, yoksa;

“Siz O’nun sünnetini terk ettiniz! Uzak olun! Uzak olun!” nidâlarıyla uzaklaştırılanlardan mı olacağız?

O’nun aşkıyla neyi fedâ edebildik?

Ashab gözünü fedâ etmiş, biz harama bakmaktan vazgeçebildik mi?

Ashab canını fedâ etmiş, biz bir basit dikene tahammül edebiliyor muyuz?

Ashab malını sebîl eylemiş; biz zekât, sadaka, infak ve hayır-hasenâtımızı hakkıyla edâ edebiliyor muyuz?

Muhabbetinizin ispatı nedir dense, cevabımız ne olacak?

Cenâb-ı Hak bizlere sahâbe-i kiram ve Hak dostları gibi; muhabbetullah ve muhabbet-i Rasûlullah ile çarpan kalplerden hisseler nasîb eylesin. Muhabbetlerimize hakikat, ittibâ ve şuur ihsân eylesin.

Âmîn!..