Kıssalardan Hisseler
Yüzakı Dergisi, Yıl: 2021 Ay: Temmuz, Sayı: 197
GÜVERCİN ve ŞAHİN
Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri, Ebû Hafs Ömer bin Abdülmecîd’den nakille şu kıssayı anlatır:
Hak Teâlâ, Musa -aleyhisselâm-’a iki tâlimatta bulundu:
“–Bir ümit ve emel ile sana geleni nasipsiz bırakma!
–Senden kendisini korumanı isteyeni de muhafaza et!”
Bu emirlerden sonra Hazret-i Musa; bir seyahate çıkmıştı ki, yolda bir şahinin bir güvercini kovaladığını gördü. Güvercin, Musa -aleyhisselâm-’ı görünce ona sığınmak üzere omzuna kondu. Şahin de geldi, diğer omzuna kondu. Şahin üzerine atlamaya niyetlenince, güvercin Hazret-i Musa’nın yeleğinden içeri girdi;
“–Beni koru yâ Musa! Yoksa şahin beni helâk edecek!” dedi.
Buna mukabil şahin de, açık bir lisanla Musa -aleyhisselâm-’a;
“–Ey İmranoğlu! Ben de senin yardımına muhtaç olarak geldim. Ümidimi boşa çıkarma! Benimle rızkımın arasına girme!” diye nidâ etti.
Güvercin ise;
“–Ey İmranoğlu Musa! Beni korumanı diliyorum, sana sığınıyorum, beni koru, bana eman ver!” dedi.
Musa -aleyhisselâm- kendi kendine;
“–Aman yâ Rabbî! Bu hususta ne çabuk ve ağır bir imtihana tâbî tutuldum!” dedi, çaresizlik içinde kaldı.
Sonra hem güvercini korumak, hem de şahinin talebini yerine getirebilmek; dolayısıyla Allâh’ın emrine sâdık kalabilmek için şu çareyi bulabildi:
Kendi baldırından bir parça et koparıp şahine vermek!..
Güvercinle şahin, Hazret-i Musa’nın bu candan fedâkârlık niyetini sezdikleri anda;
“–Ey İmranoğlu! Acele etme! Biz iki elçiyiz. Maksadımız senin Allâh’a olan ahdinin sıhhatini imtihan etmekti.” dediler. (Muhyiddîn İbn-i Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, VIII, 377; Bursevî, Rûhu’l-Beyân, VI, 232 [el-A‘râf, 102])
HİSSELER
Allah Teâlâ, kullarını çeşitli zorluklarla, hayatın med ve cezirleriyle imtihan eder. Çünkü hayatın normal akışında ortaya çıkmayan birçok husus, zorlu şartların yaşandığı ve güç tercihlerin yapılmasının gerektiği anlarda kendini gösterir.
Bu imtihanlı hâdisede de; hem şahini rızıksız bırakmamak, hem de güvercini korumak gerekince, Musa -aleyhisselâm- kendinden ferâgat ederek, kendi canını yakarak şahini doyurma yolunu seçti.
Fedâkârlık ve îsâr, cömertliğin zirvesidir. Cömertlik dört derecedir:
- İsteyeni geri çevirmemek.
- Mahrumu arayıp bulmak ve ona ikramda bulunmak.
- Eldekini mahrum ile bölüşmek.
- Kendinden koparıp, kendi ihtiyacını unutup muhataba vermek. Îsâr işte budur.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de açları doyurmakla doyardı. Îsârda bulunmanın lezzeti, O’na kendi açlığını unuttururdu. Ümmetine hidâyet ve takvâ kandili olmakla huzur bulurdu.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatında her şarttan insana nümûne-i imtisal vardır. Efendimiz’e Hayber’in fethinden sonra nice ganîmet ve hediyeler gelirdi. Ancak O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; onları derhâl fukaraya ve muhtaçlara dağıtırdı. Bundan da büyük bir neşve, rûhâniyet, feyiz ve mânevî bir lezzet alırdı.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o kadar cömertti ki, sahâbeden Câbir -radıyallâhu anh-’ın beyân ettiği üzere;
“Kendisinden bir şey istendiğinde; «Hayır!» dediği vâkî değildi.” (Müslim, Fedâil, 56)
Nitekim bir gün küçük bir çocuk, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna geldi. Annesinin bir gömlek istediğini arz etti. O sırada Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sırtındakinden başka bir gömleği yoktu. Çocuğa, başka bir zaman gelmesini söyledi. Çocuk gitti. Tekrar gelip annesinin, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sırtındaki gömleği istediğini söyledi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de Hücre-i Saâdet’e girdi ve sırtındaki gömleği çıkarıp çocuğa uzattı.
O sırada Bilâl -radıyallâhu anh- ezan okuyordu. Fakat Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sırtına alacak bir şey bulamadığı için cemaate çıkamadı. Ashâbın bir kısmı merak edip Hücre-i Saâdet’e girdiler ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gömleksiz olarak buldular.” (Vâhidî, s. 294-295)
Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil olarak, âdetâ Efendimiz’in kendi kendini zor durumda bırakacak derecede ikramda bulunmasını men etti:
“Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun.” (el-İsrâ, 29)
Rasûlullah Efendimiz’in terbiyesinde yetişen ashâb-ı kiram da fedâkârlığın en güzel nümûnelerini sergilediler.
Yermûk Harbi’nin sonuydu.
Huzeyfe -radıyallâhu anh-, kavurucu sıcakta yaralılar arasında dolaşarak amca oğlunu aradı ve ona su vermek istedi. Bulduğu amca oğluna tam su verecekken, başka bir yaralının; «Su!..» diye inlediğini duyunca, amca oğlu fedâkârlık göstererek; ona vermesini işaret etti. Onun başına gittiğinde o da bir başka inleyen kişiye yönlendirdi. Üçüncü yaralının başına vardığında o artık şehîd olmuştu. Döndüğünde diğerinin de şehâdet şerbetini içtiğini gördü. Son olarak kendi amca oğluna yetişmeye çalıştı. Ancak o da son nefesinde muhteşem bir fedâkârlık sergileyerek, bir yudum suyu içemeden şehâdete yürümüştü.
Böylece üç şehîdin ortasında bir bakraç su, muhteşem bir fedâkârlık sembolü olarak kaldı.
Böylesine fedâkârlıklarla dolu şehidliğin kıymeti bâbında şu hadîs-i şerif pek mânidardır:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, -zilhiccenin ilk on gününü kastederek- şöyle buyurdu:
“–Başka günlerin hiçbirinde, şu günlerde işlenecek amel-i sâlihten, Allah katında, daha sevimli hiçbir amel yoktur.”
Ashâb-ı kiram;
“–Allah uğrunda yapılacak cihad da mı üstün değildir, yâ Rasûlâllah?” diye sordular.
“–(Evet) Allah yolunda yapılacak cihad da. Ancak malını ve canını tehlikeye atarak cihâda çıkan, şehîd olup dönmeyen kimsenin cihâdı başka. (O, bundan üstündür).” buyurdu. (Buhârî, Iydeyn, 11)
Bu beyân ile Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gerçek fedâkârlığın ölçüsünü ve Allah katındaki şerefini bildirmiş oldu.
MÜ’MİN EMNİYET VERİR
Hazret-i Musa; kendisine sığınan güvercini, tatlı canını acıtmak pahasına korumaya kararlıydı. Çünkü mü’min kelimesinin bir mânâsı da;
«Eman ve emniyet veren, güven ve itimat telkin eden»dir. Cenâb-ı Hakk’ın da esmâ-i hüsnâsındandır.
Bir mü’minin elinden, dilinden ve gönlünden her varlığa eman vardır. Zarar yoktur. İslâm, bir bitkinin dahî sebepsiz yere zarara ve şiddete maruz bırakılmasına izin vermez.
Tarihimizde de ecdâdımız; kendilerine sığınanları dâimâ muhafaza etmişler, asla düşmana terk etmemişler, hattâ bunun için zaman zaman bedel ödemişlerdir.
Meselâ;
Katolikler yeniden ele geçirdikleri İspanya’dan, mûsevîleri de kovdular.
Barbaros Hayreddin Paşa; “İnsanlıkta eşimizdir.” diyerek onları kurtardı ve İstanbul’a getirdi. İstanbul halkı da;
“–Bunlar mazlumdur.” diyerek onlara yardımda bulundu.
ÇİLESİZ OLMAZ
Kıssada Hazret-i Musa’nın karşı karşıya kaldığı zor hâl, insan terbiyesiyle meşgul olan peygamberlerin ve sâlih insanların yaşadıkları çileleri remzeder.
Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“En büyük iptilâ, ham insanları terbiye etmektir.”
Bu çile ve iptilâya en çok sabır ve tahammül gösterenler de peygamberlerdir. Nitekim Fahr-i Kâinât Efendimiz şöyle buyurur:
“En çok çile çemberinden geçen peygamber benim.” (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)
Rasûlullah Efendimiz; Mekke devrinde zayıf, köle ve bîçâre mü’minlerin uğradığı işkence ve hakaretlere çok üzülürdü. Onların gözyaşlarını siler, onlara sabır ve tahammül telkin ederdi. Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- gibi imkân sahibi sahâbîler, Hazret-i Bilâl gibi köle müslümanları âzâd ederek kurtardılar.
Medine devrinde de iki hâdisede; Peygamberimiz’den Kur’ân muallimi isteyip, daha sonra emniyeti
sû-i istimâl ederek o Kur’ân hâfızlarına pusu kurdular. Recî ve Bi’r-i Maûne vakaları…
Peygamberimiz’in bu hâdiselerde karşı karşıya kaldığı cendere gibi vaziyet ne kadar mânidardır:
Bir tarafta tebliğ etmek arzusu, diğer tarafta evlâtlarından daha aziz tuttuğu suffe ashâbının can emniyeti…
Rasûlullah Efendimiz’in rahlesinde yetişen o talebeleri de, çilelere tebessümle göğüs gerdiler. Şehâdeti nimet ve canlarına minnet bildiler.
KAZANDIM VALLÂHİ!
Şehidlik, cânı fedâ etmek olduğu için, fedâkârlığın da zirvesidir. Tarihimizdeki şanlı zaferler, ehl-i îmânın şehâdete olan aşkının bereketli meyveleridir.
Meselâ;
Fatih’in askerleri İstanbul surlarına doğru koşarken;
“–Müjdeler olsun! Şehîd olma sırası bize geldi!” diye birbirlerini müjdeliyorlardı. Çünkü o surlardan, mücâhidlerin üzerine ok yağmurlarının yanı sıra, kızgın yağlar ve Rum ateşi adı verilen yanıcı ve yakıcı sıvılar dökülüyordu. Buna rağmen onlar canlarını hiçe sayarak şehâdete koşuyorlardı. Asırlarca fethedilememiş o surlar, askerinden kumandanına her ferdi saran bu aşk ve vecd ile Fatih’e açılmıştır.
Çanakkale zaferi de; “Kurbanlık koçlar kınalanır!” diyerek, evlâtlarının saçına kına yakıp cepheye gönderen, yani evlâtlarını vatana fedâ eden gönlü îman dolu anneler sayesinde kazanıldı. Çanakkale’nin gerçek kahramanları; «Cennet, annelerin ayakları altındadır.» (Nesâî, Cihâd, 6; Ahmed, III, 429) müjdesine mazhar olmuş işte böyle fedâkâr annelerdi. Çünkü onlar biliyorlardı ki, din vatanda yaşanır. Nâmus vatanda korunur.
Beşinci yılını idrâk ettiğimiz 15 Temmuz Zaferi de, aynı îman vecdi ve şehâdet aşkının neticesidir;
«–Çatışmalarda şehid düşersek abdestli olalım.» diye, şehâdete kolları sıvayan yiğitlerin o teslîmiyetli hâlleri sayesinde, ülkemize dair hâin emeller besleyen mihrakların hevesleri kursaklarında kalmıştır.
ÇİLELERİN FAYDASI
Kıssayı düşündüğümüzde, Hazret-i Musa’yı Cenâb-ı Hak niçin böyle zor bir duruma düşürüyor diye akla gelebilir?
Böyle imtihanlar; muhatabın, ahlâkî kemâli sergileyip sergileyemeyeceğini ortaya çıkardığı gibi, fetâneti / basîret ve ince düşünüşü de bileyler. Dertlilere derman olma vasfı kazandırır.
Çileler insanı pişirerek olgunlaştırır. Kevnî âyetten bir misal:
Sahildeki taşlara baktığımızda asırlardır üzerlerine vura vura çarpan dalgalar neticesinde hiçbir sivri tarafları kalmamış ve granit misâli kırılmaz hâle gelmiş olduklarını görürüz.
Hazret-i Musa, yıllarca Firavun’un idaresi altında köleleştirilmiş bir kavme peygamber olarak gönderildi. Bu kavim, mazhar ve şâhit oldukları onca mûcizeye rağmen, Hazret-i Musa’ya birçok safhada büyük zorluklar çıkardılar. Musa -aleyhisselâm- ise; her defasında ilâhî yardımla çareler bularak, kavmini terbiye etmeye gayret etti.
Velhâsıl; insanlığa örnek şahsiyet olarak gönderilen peygamberler, başa gelebilecek çilelerin en ağırlarıyla sadâkat imtihanından geçirilmişlerdir.
- Kimi, Lût -aleyhisselâm- ve Nuh -aleyhisselâm- gibi, hanımının ve çocuğunun küfre ve helâke sürüklenmesi ile imtihan edilmiştir.
- Kimi Eyyûb -aleyhisselâm- gibi ağır hastalık ve kayıplarla,
- Kimi Yûsuf -aleyhisselâm- gibi kardeşlerinin hasediyle,
- Kimi Yâkub -aleyhisselâm- gibi en sevdiği evlâdına yıllarca hasret kalmakla,
- Kimi de Zekeriyyâ -aleyhisselâm- gibi iftiralara uğramak ve kör bir testere ucunda canını Allâh’a takdîm etmekle imtihan olundu.
- Süleyman -aleyhisselâm- gibi muazzam bir hükümdar nebî bile, bir dönem tahtını kaybetmek ile imtihan olundu.
Ancak onların her biri; sıradan insanların kaybedebileceği bu ağır imtihanları, büyük bir îman, teslîmiyet ve itaat ile kabullenmişler ve Rablerini râzı edecek şekilde imtihanlarını yüz akı ile vermişlerdir.
Hazret-i İbrahim’in imtihanı ise, üç ayrı sahadan oldu:
CAN, MAL ve EVLÂT
İnsanın kalbinde taht kuran üç mühim muhabbet vardır:
Can, mal ve evlât…
Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrâhim’i bu üç muhabbet ile imtihana tâbî tuttu.
«Halîl» yani Allâh’a dost olabilmesi için; Hazret-i İbrahim’in, gönlünde bu üç tahtı yıkabilmesi lâzımdı.
İbrahim -aleyhisselâm- önce malından imtihana tâbî tutuldu. Bu büyük peygamber, «zikrullâh»ın lezzeti karşısında malını fedâ etti.
Sonra canını Hak yolunda fedâ etmekle imtihan olundu. Putları kırdığı için, putperest kavmi tarafından devâsâ bir ateşe atıldı. Cebrâil dâhil kimsenin yardımını istemeyerek;
حَسْبِيَ اللّٰهِ
“Allah bana yeter! (Ateşi yakan söndürür. Eğer yanmamı murâd ederse ben teslîmim!)” dedi.
Cenâb-ı Hak, onun atıldığı ateşi gülzâra çevirdi.
Üçüncü imtihan ise evlâdıyla oldu.
Hazret-i İbrahim; kendisinin bir parçası ve ciğerpâresi olan sevgili oğlu İsmail’i, Allah için kurban etmek husûsunda da ahdine sâdık kaldı.
Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim’i şöyle tebrik etti:
“Ey İbrahim! Rüyayı gerçekleştirdin. Biz ihsan sahiplerini böyle mükâfatlandırırız. Bu; gerçekten, çok açık bir imtihandır, diye seslendik. Biz, oğluna bedel ona büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında ona (iyi bir nam) bıraktık;
«İbrahim’e selâm!» dedik.” (es-Sâffât, 104-109)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de Hazret-i Fâtıma hâricinde altı evlâdını, kendisi hayattayken kaybetti ve kendi elleriyle defnetti. Teslîmiyeti hiçbir şekilde sarsılmadı.
Fahr-i Kâinât Efendimiz kendi canını da dâimâ fedâya hazır olmuştu. Amcası Ebû Leheb ve İslâm düşmanı karısı, Rasûlullah Efendimiz’in yürüdüğü yollara dikenler dökerlerdi. Diğer müşrikler de ibâdet hâlindeyken Peygamberimiz’in üzerine deve işkembesi attılar. Defalarca saldırdılar, tartakladılar, hakaretlerde bulundular. O ise dâimâ sabretti.
O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Tâif’te taşlandıktan sonra şöyle niyâz etmişti:
“Allâh’ım! Kuvvetimin zaafa uğradığını, çaresizliğimi, halk nazarında hor ve hakîr görülmemi Sana arz ediyorum.
Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam!
İlâhî! Sen kavmime hidâyet ver, onlar bilmiyorlar.
İlâhî! Sen râzı oluncaya kadar işte affını diliyorum…” (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35)
Peygamberimiz, elinde hiç maddiyat tutmadan dâimâ infâk etti. Yani Efendimiz de; malını, canını ve evlâdını Allah yolunda infâk ve fedâ ederek «Habîbullah» oldu.
Evlâtla imtihanın günümüzdeki tezâhürü;
EVLÂTLARA MÎRÂSIMIZ
Bir anne-babanın en büyük vazifesi, evlâtlarına İslâm karakter ve şahsiyetini mîras bırakmaktır.
Zamanımızda âhireti unutturmaya çalışan modern bir câhiliyye dünyaya yayılmakta. Globalleşme yüzünden bütün imkânlarıyla evlâtlarımıza saldırıyor. Televizyonun kirli vitrinleri, internetin iğrenç sokakları, insanı robotlaştıran ahmak modalar ve çarpıtıcı reklâmlar, cep telefonlarına kadar girerek her yere yayıldı.
Bu sebeple;
Zamanımızda evlât terbiyesi çok zorlaştı ve çok büyük bir ehemmiyet taşır hâle geldi.
Çünkü tarihimizde evlâtları sadece anne-baba değil, geniş ve büyük aile de korurdu. Hattâ ayrıca İslâm ahlâkıyla müzeyyen mahalle ve semt bile korurdu. Öyle ki bir yaramazlık yapmak isteyen bir çocuk; kendi mahallesinde bunu yapmaya cüret edemez, başka yerlere giderdi. Bugün bu koruyucu içtimâî muhit de kayboldu.
Bu zor vazifede, aileler ve evler İslâm’ın kalesi hâline gelmeli.
Nasıl mikroplar ve virüsler yayılmasın diye karantinalar yapılıyorsa, mânevî virüslerden de evlerimizi arındırmalıyız.
Mânevî virüslerden arındırılmış Kur’ân kursları, imam hatipler bulmalı, onları desteklemeli ve evlâtlarımızı böyle müesseselerde Kur’ân ahlâkıyla, Sünnet şuuruyla yetiştirmeliyiz.
Bugün evlâtları İsmail -aleyhisselâm- gibi yetiştirmek azmi ve gayreti budur. Evlâtlar; ta anne karnından itibaren, helâl lokma yedirilerek ve İslâmî telkinlerle yetiştirilerek, tabiri câizse onlara «çekirdekten» İslâmî bir şuur kazandırılmalıdır.
Rabbimiz; evlâtlarımızı, İslâm için fedâkâr ve gayret ehli eylesin. Nesillerimizi ümmet-i Muhammed ve mazlumlar için diğergâm ve merhamet ehli kılsın.
Âmîn!..