Kul Hakkı

Genç Dergisi, Yıl: 2023 Ay: Şubat Sayı: 197

Muhterem Efendim, bir müslüman, kul hakkı husûsunda nasıl bir hassâsiyete sahip olmalıdır?

Kul hakkı ihlâli, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in en çok sakındığı ve ümmetini de sakındırdığı durumlardan biridir. Nitekim Fahr-i Kâinat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefâtından önce mü’minlere yaptığı son hitâbında şöyle buyurmuşlardır:

“Ey insanlar! Kimin üzerine geçmiş bir hak varsa onu hemen ödesin, dünyada rezil-rüsvâ olurum diye düşünmesin! İyi biliniz ki, dünya rüsvâlığı, âhirettekinin yanında pek hafif kalır.” (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319; İbn-i Saʻd, II, 255)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu emrini bizzat tatbik etmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Nihayet ben de bir insanım! Aranızdan bazı kimselerin hakları bana geçmiş olabilir. Kimin malından sehven (bilmeyerek) bir şey almışsam, işte malım gelsin alsın!

İyi biliniz ki, benim katımda en sevimli olanınız, varsa hakkını benden alan veya hakkını bana helâl eden kişidir. Zira Rabbime, ancak bu sayede helâlleşmiş olarak ve gönül rahatlığı ile kavuşmam mümkün olacaktır…”

Bu sözleri dinleyen bir adam ayağa kalkarak;

“–Bir kişi, Siz’den istekte bulununca, ona üç dirhem vermemi emretmiştiniz, ben de vermiştim.” dedi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Doğru söylüyorsundur. Ey Fadl bin Abbâs, buna üç dirhem ver!” buyurdular.

Sonra da şöyle duâ ettiler:

“Allâh’ım! Ben, ancak bir insanım. Müslümanlardan kime ağır bir söz söylemiş veya onu incitecek şekilde vurmuşsam, Sen bunu onun hakkında temizliğe, ecre ve rahmete vesîle kıl!” (Ahmed, III, 400)

Efendimiz’in bu emsalsiz davranışı, toplumun en alt kademesindeki bir kimseden en üst makâmındaki idarecilere varıncaya kadar herkesin ibret alması gereken bir numûnedir.

Te’yîd-i ilâhîye mazhar olmasına ve bütün mâsumiyetine, yani günahtan korunmuşluğuna rağmen, Efendimiz’in üstünde kul hakkı olabileceğini ifade buyurması ve ashâbına kimin hakkı varsa gelip kendisinden almasını açıkça îlân etmesi, helâlleşmenin ehemmiyetine müstesnâ bir misaldir. Bütün insanlığa, hak ve hukûku tevzî etmede kâʻbına varılmaz bir hassâsiyet telkînidir.

Dolayısıyla bir mü’min de, kul hakkına girmemeye büyük gayret gösterecek. Ancak girilmişse de helâlleşmenin yollarını arayacak. Zira Yüce Rabbimiz kendisine karşı işlenen hatâ ve günahları affettiği hâlde, kul hakkını bunun dışında tutuyor. Onu affetmeyi, haksızlığa uğrayan kişinin irâdesine bırakıyor.

Hattâ hadîs-i şerîfte, âhirette peygamberlerden sonra en yüksek mertebede olan şehidlerin dahî, ancak üzerlerindeki kul haklarının ödenmesinden sonra Cennetʼe girebileceği bildiriliyor. (Bkz. Nesâî, Büyû, 98/4681)

Dolayısıyla, herhangi bir kul hakkı sebebiyle tevbe edecek olan kişinin, evvelâ hakkını yediği kimseden helâllik alması şart.

Şayet hakkına girilen kişi vefât etmişse ve maddî bir hak mevzubahis ise, ulaşabildiği takdirde vârislerine ödeyerek istiğfâr edecek. Vârislerine ulaşamıyorsa, hak sahibi adına tasaddukta bulunup, yine bol bol istiğfâr edecek.

Bilhassa da unuttuklarımız ve farkında olmadığımız kusurlarımız sebebiyle;

“…Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma!..” (el-Bakara, 286) duâsına çokça devam etmeliyiz.

İslâm’da hak ve hukuk titizliği, çok geniş ve şümûllü. Mü’min, hayatının her sahasında ve dâimâ hak-hukûka riâyetle mükellef.

Bugün -maalesef- birçok yanlışlık, ağır bir kul hakkı olduğu düşünülmeden, gündelik hayat içerisinde işleniyor. Meselâ:

  • Trafikte bir kişinin, başka arabaları kâidelere aykırı bir şekilde sollaması kul hakkıdır.
  • Alt katta oturan komşunun camını yahut balkonunu kirletecek şekilde pencereden halı-kilim silkelemek, bir kul hakkıdır.
  • Komşuya yemek kokusuyla eziyet etmek bir kul hakkıdır.
  • Havâî fişeklerle, yüksek sesli hoparlörlerle komşuları rahatsız etmek, bir kul hakkıdır.
  • Dedikodu, lâf taşıma, tecessüs, bir kul hakkıdır.
  • Başkalarının beden ve ruh sağlığını tehlikeye atacak şekilde tedbirsizlikler, fevrî davranışlar, çirkin hâller sergilemek, ağır bir kul hakkıdır.

Diğer taraftan;

  • Gıda zarureti olmaksızın, sırf zevk için avcılık yapmak ve henüz kendi başına hayatını idâme ettiremeyecek olan yavruları anasız bırakmak bir hayvanat hakkıdır.
  • Ses, renk ve şekil güzellikleri sebebiyle kafese mahkûm edilen kuşlar ile deryalar için yaratılan balıkların akvaryumlara hapsedilmesi de bir hayvanat hakkı olarak ebedî hayatta kişinin karşısına çıkacaktır. Zira Rabbimiz onları, insanlar kafeslere koysun da seyretsin diye yaratmamıştır.

Şu hâdise, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, hayvanat hakkı husûsundaki hassâsiyetine ne güzel bir misaldir:

Bir defasında Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanık bir karınca yuvası görmüştü. Bu hâl, O’nun rakik kalbini dehşete sevk etti. Büyük bir teessürle:

“Kim yaktı bunu?! Ateşle azap vermek sadece ateşin Rabbine mahsustur.” buyurdular. (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 112/2675)

Yine Hak dostlarından Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri de, bir yerden diğer bir yere seyahat ederken bir ağaç altında durdu ve yemek yedi. Yemeğini bitirip yoluna devam etti. Hayli yol aldıktan sonra torbasının üzerinde gezinen bir karınca gördü. Bunun üzerine Hazret:

“–Allâh’ın bu mahlûkunu vatan-cüdâ ettim.” diyerek gittiği onca yolu geri döndü ve karıncayı tekrar o ağacın altına bıraktı.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde, âhirete kalan kul hakkı hesabının nasıl görüleceğini şöyle bildiriyor:

“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, nâmusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa, altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden evvel, o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şayet iyilikleri yoksa, zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” (Buhârî, Mezâlim 10, Rikāk 48)

Bir gün Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına:

“–Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sormuştu. Onlar:

“–Bize göre müflis, parası ve malı olmayan kimsedir.” şeklinde cevap verdiler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:

“–Şüphesiz ki ümmetimin müflisi şu kimsedir: Kıyâmet günü namaz, oruç ve zekât sevâbıyla gelir. Fakat şuna sövdüğü, buna zinâ isnâd edip iftirada bulunduğu, şunun malını yediği, bunun kanını döktüğü ve şunu dövdüğü için iyiliklerinin sevâbı şuna buna verilir. Üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilir ve neticede Cehennemʼe atılır.” (Müslim, Birr, 59; Tirmizî, Kıyâmet, 2; Ahmed, II, 303, 324, 372)

Bütün haramlar gibi kul hakkı yemek de, insanın mâneviyâtına âdeta zehir saçar. Bir insanın hâlis ve sâlih ameller işlemeye muvaffak olamayışının başlıca sebebi; harama, şüpheli şeylere ve kul hakkına yeterince dikkat etmemesidir. İbadetlerde huzur ve huşû hâlinde bulunabilmek, zevk ve şevk içinde Allâh’ın emirlerini îfâ edebilmek; ancak kul hakkından sakınarak, titiz bir takvâ hayatı yaşamaya bağlıdır.

Şu hâdiseler, kul hakkı hususunda bir mü’minin taşıması gereken hassâsiyeti ne güzel sergilemektedir:

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-ʼın halîfeliği döneminde beytülmal vazifelilerinden biri temizlik yaparken yerde bir dirhem para bulur ve onu Hazret-i Ömer’in çocuklarından birine verir. Durum kendisine bildirilince Hazret-i Ömer derhal vazifeliyi çağırtır ve;

“Sen neye dayanarak bunu yaptın?! Kıyâmet günü beni bir dirhem için Muhammed Ümmeti’ne hasım mı yapmak istiyorsun?!” diyerek onu fenâ şekilde azarlar.

Halife Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-, huzûrunda kamuya ait misk tartılırken, herkesten fazla koku almamak için burnunu tıkardı.

“–Niçin böyle yapıyorsun?” diyenlere;

“–Zaten bundan istifade, kokusunu almakla olur.” derdi. (Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, (thk. Irâkî), Beyrut 1997, II, 168)

Şunu da ifade edelim ki, günümüzde çok yaygın olan gıybet de, ağır bir kul hakkıdır. Bir din kardeşinin dedikodusunu yapan, gidip ondan helâllik istemelidir. Üstelik bunu isterken de ona bütün samimiyetiyle; “Ben senin hakkında şöyle şöyle dedim, yanımda şu şu kimseler vardı…” diye açıkça îtirâf etmesi îcâb eder. Hattâ yaptığı gıybet, şayet bir fitneye sebebiyet vermişse, bol bol istiğfâr etmesi, sadakalar vermesi, Cenâb-ı Hakk’a nedâmetle yalvarıp af dilemesi îcâb eder.

Hâsılı her müslüman, hesap gününü düşünerek yaşayacak. Kimsenin hakkına tecâvüz etmeyecek. Bilerek veya bilmeyerek bir kul hakkına girmişse, vakit geçirmeden ve ne pahasına olursa olsun helâlleşecek ve sonra da tevbeye sarılacak.

Rabbimiz, cümlemize kul haklarına riâyet ederek, takvâ hassâsiyeti ile bir kulluk hayatı yaşayabilmeyi lûtf u keremiyle ihsan buyursun…

Âmîn!..