DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
“KİMİN ENDİŞESİ ÂHİRET OLURSA, ALLAH TEÂLÂ, ZENGİNLİĞİ ONUN KALBİNE KOYAR”
Bir vâiz efendi kürsüde âhiret ahvâlinden bahsediyordu. Cemaat arasında Şeyh Şiblî Hazretleri vardı. Vâiz efendi, Cenâb-ı Hakk’ın soracağı soruları âhirette;
“–İlmini nerede kullandın, malını-mülkünü nereden kazandın, nereye harcadın, ömrünü nasıl geçirdin vs… Bu sorularla sorulacaksınız ilk defa.” diye vâiz efendi diyor.
Şeyh Şiblî de ayağa kalkıyor, diyor ki:
“–Vâiz efendi, suallerin en mühimlerinden birini unuttun. Allah Teâlâ sana kısaca şunu soracak: «Ey kulum! Ben, dünyadayken seninle beraberdim. Sana şah damarından daha yakındım. Sen kiminle beraberdin?»”
Yani burada bir ihsan duygusu… Cenâb-ı Hak’la beraber olabilme gayreti. Yani İslâm’ı hayatın bütün muhtevasına intikal ettirme. Cenâb-ı Hak’la beraber olabilmenin, ilâhî kameranın, ilâhî müşâhedenin altında olmanın, kalpte şuur ve idrak hâline gelebilmesi…
Efendimiz buyuruyor hadîs-i şerifte:
“Kimin endişesi âhiret olursa…”
Âhiret çok mühim bir hâdise. Bir daha geriye dönüş yok, telâfî etme yok. Her şey dünyada.
“Kimin endişesi âhiret olursa Allah zenginliği onun kalbine koyar…”
En büyük zenginlik nedir? Cenâb-ı Hak’la beraber olabilmek.
“…İşlerini dağınıklıktan kurtarır ve dünya ona âmâde olur…”
Cenâb-ı Hak nasîb eylesin.
Tersine;
“Her kimin de endişesi dünya olursa (yani nefsi için olursa) Allah fakirliği onun gözü önüne koyar…” (Tirmizî, Kıyâmet, 30/2465)
Efendimiz buyuruyor:
“Bir vadi altın verilse, diğer vadi yok mu der.” (Bkz. Buhârî, Rikāk, 10)
İhtiras, haset bitmez.
“…Kendisini derbeder eder. Dünyadan da kendisine ancak takdir edildiği kadar rızık gelir.” (Tirmizî, Kıyâmet, 30/2465)
Bir de kazandıklarının hesabıyla gider öbür tarafa, dikkat etmemişse…
Atâullah el-İskenderî Hazretleri’nin güzel bir ifadesi var, duası var, temennîsi var:
“Yâ Rabbi! Sen’i bulan neyi kaybetti? Sen’i kaybeden de, neyi buldu?”
Demek ki en büyük zenginlik, Cenâb-ı Hak’la beraber olabilmek. Yani zikir hâli. Kul, her an, her gördüğü şeyde Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak. Kendine bakacak, Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak. Bir yoktan nasıl meydana geldi?..
Bir bahara bakacak: Çiçekler, güzellikler… Cenâb-ı Hak her mevsim ayrı ayrı ihsân ediyor.
Bir buket getirene teşekkür ediyoruz. O çiçeklerin sahibi kim? Kimin için halketti? Her mevsim ayrı ayrı sebzeler, meyveler… Hep Cenâb-ı Hak:
“…Göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldık, düşünen bir toplum için…” (el-Câsiye, 13) buyuruyor.
Yine ârif bir zât da şöyle buyuruyor:
“O ki, o insan ki, o rahmet insanı ki; Allâh’a mâliktir, neden mahrumdur? O ki, o gâfil insan; Allah’tan mahrumdur, neye mâliktir?”
Yine hadîs-i şerîfte buyruluyor, Câbir naklediyor:
Efendimiz buyurdu ki:
“Cebrail bana geldi, şöyle dedi:
«Ey Muhammed! İstediğin kadar yaşa, mutlaka öleceksin.
İstediğini sev, mutlaka ayrılacaksın.
İstediğin şeyle amel et, sonra onun karşılığını elde edeceksin. (İster hayır, ister şer.)
İyi bilin ki mü’minin şerefi, geceleri kāim olmasında (geceleri ihyâ etmesinde, seherleri uyanık olmasında), izzeti ise insanlardan müstağnî kalmasındadır.” (Hâkim, IV, 360-361/7921)
Daima Cenâb-ı Hak’la beraberliği devam ettirebilmesinde…
Yine Muallâ bin Fadl Hazretleri buyuruyor:
“Selef-i sâlihîn, Cenâb-ı Hakkʼa altı ay kendilerini Ramazan’a ulaştırması için duâ ederlerdi. (Ramazan’a mülâkî olabilmesi için.) Geri kalan altı ay da, idrâk ettikleri Ramazanʼın kabul edilmesi için duâ ederlerdi.”
Efendimiz buyuruyor:
“Siz Ramazan’ın ne olduğunu bilseniz, (ecir, rahmet, bereket olarak) ömür boyu Ramazân-ı Şerîf’in devam etmesini arzu ederdiniz.” (Bkz. Heysemî, c. III, sf. 141)
Tabi insan gaflete düşüyor.
Cenâb-ı Hak buyuruyor, yakınlığını bildiriyor, “Ben çok yakınım.” buyuruyor. (el-Bakara, 186)
Âyette;
وَ هُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ
“Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir.” (el-Hadîd, 4)
Dünyada 8 milyara yakın insan var. Trilyon trilyon mahlûkat var. Trilyon nebâtat var. Galaksiler vs… Bizim idrâkimizin ötesinde birçok varlıklar, cinler, melekler… Cenâb-ı Hak zaman-mekândan müstağnî. Her an bütün yaratıklarını yaratan O, yarattıklarının yanında.
“Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir.” (el-Hadîd, 4) buyuruyor.
Yine:
وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
(“Biz ona şah damarından daha yakınız.” [Kāf, 16]) buyuruyor. Şah damarından daha yakın olduğunu bildiriyor, yani bir misal olarak.
Yani insanı yaratan Cenâb-ı Hak. İçinden geçenleri de bilen yine Cenâb-ı Hak. Demek ki Cenâb-ı Hak’tan hiçbir şeyi gizleyemeyiz. İçimizden geçen her şeyi yalnız kendimiz biliyoruz, yalnız Cenâb-ı Hak biliyor.
Yine buyuruyor âyet-i kerîmede:
“…Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer…” (el-Enfâl, 24)
Onun için Cenâb-ı Hak’la ne kadar yakınız? Bunun muhasebesi içinde olmamız gerekir.
Cenâb-ı Hakk’a kalben yakın olabilmek, ancak O’nun cemâlî vasıflarıyla ahlâklanmamızla mümkündür. Niyetlerimizi rızâsıyla telif etmesi için Cenâb-ı Hakk’a bir duâ hâlinde olmamız lâzım.
Niyetlerimizin rızâ-yı şerîfi ile telif olabilmesi için ne gibi hâllerimiz olması lâzım?
- O’nun emir ve yasakları etrafında gayretlerimizin artması lâzım, O’na yaklaşabilmek için.
- Kur’ân-ı Kerîm ile yakınlığımızın artması lâzım. Kur’ân-ı Kerîm ile beraberlik. Yaşama ve yaşatma… Zira Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“…Siz Allâh’a yardım ederseniz (Muhammed Sûresi’nde) Allah da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7)
Nasıl kul Allâh’a yardım eder? Allâh’ın emirlerini yaşar ve yaşatır. Allâh’ın yeryüzündeki şahidi olur. İslâm’ın temsilcisi olur. Hem yaşar hem yaşatır. Allah da yardım eder. Ayaklarını kaydırmaz buyruluyor âyet-i kerîmede.
Yani Kur’ân-ı Kerîm ile yakınlığımızı artırabilmek, bu şekilde bir takvâya erebilmek. Kur’ân-ı Kerîm’e hizmetlerimizi artırabilmek. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği, ihsân ettiği kitap. Yani Cenâb-ı Hakk’ın kullarına gönderdiği mektup. Bir fânînin mektubu değil.
Yine Cenâb-ı Hak ile yakınlığımızı artırmak için, müslümanların derdiyle dertlenmemiz, gariplerin-kimsesizlerin dualarını alabilmemiz, bütün mahlûkâta Hâlık’ın nazarıyla bakabilmemiz… Bütün mahlûkâtı Cenâb-ı Hak insan için yarattı. Demek ki O’nun bütün mahlûkâtının bize zimmetli olduğunun idrâki içinde olabilmemiz… Bilhassa yavrularımız, evlâtlarımız. Evlâtlarımız birer Allâh’ın emâneti. Kur’ân iklimi ve ahlâkı üzere yetiştirmemiz… Onları arkamızdan bir insan mirası bırakabilmemiz. Bir karakter ve şahsiyet mirası bırakabilmemiz. O zaman bize o devam edecek, sadaka-i câriye olacak.
Bunun için dilimizi de daima duâya şu şekilde alıştıracağız:
Yâ Rabbi! Duygularımı, hislerimi, rızâ-yı şerîfinle telif eyle!
Çünkü bazı şeyleri biz şer görürüz, hayırdır. Hayır görürüz, şerdir.
İşte Cenâb-ı Hak bazı vakitleri, bazı günleri diğerlerine faziletli kıldı. Tâ ki o vakitlerde kullar Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etsin, O’na yaklaşsın, O’nun sonsuz rızâsına erebilsinler.
Okunan âyetlere geldiğimiz zaman, Cenâb-ı Hak, Firdevs Cennetleri vaad ediyor. Yani en üstün Cennetler. Kur’ân-ı Kerîm’in de hülâsası mâhiyetinde. Onun için Cenâb-ı Hak “zalûmen cehûlâ” buyuruyor. İnsan “zalûmen cehûlâ” sıfatından kendini koruyacak. “Zalûmen” nedir? İnsan en zâlimdir. Yani kime zâlimdir insan en çok? Kendine zâlimdir. Allâh’ın emirleri dışında bir hayat yaşar, kendine zulmeder, ebedî hayatını helâk eder. Cenâb-ı Hak:
اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا
buyuruyor. “…Muhakkak ki o insan, o gâfil insan, çok zâlim ve çok câhildir.” (el-Ahzâb, 72)
Demek ki insan bu zâlim sıfatından kurtulacak. Allâh’ın emirlerinin dışında yaşamayacak. Daima âhiret endişesi içinde olacak.
“Cehûlâ” buyruluyor. Câhil olmayacak. Niçin dünyaya geldi? Kimin mülkünde yaşıyor? Doğum nedir, ölüm nedir? Bu akış nereyedir? Bunu unutmayacak, bunun bir idrâki içinde olacak.
Nefsânî problemlerini aşamayarak ebediyet yurdu olan âhireti, birkaç günlük fânî dünyaya değiştirme hamâkatine düşen insan, “zalûm ve cehûl” oluyor. Cenâb-ı Hak da ilk defa bu “zalûm ve cehûl” durumundan bizim kurtulmamızı istiyor.
Dünya hayatı nedir, âhiret hayatı nedir? Bir sonsuzluk, bir damla…
Cenâb-ı Hak âyette, âhiretten dünyaya bakışımızı, Nâziât Sûresi’nde:
“Kıyâmet gününde, (dünyada) sadece bir akşam vakti, yahut da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını (bir zaman olarak) sanırlar.” (en-Nâziât, 46)
Yani âhiretten dünyaya baktığımız zaman:
اِلَّا عَشِيَّةً اَوْ ضُحٰیهَا
“Bir sanki akşamın loş karanlığı, bir de sabahın seher vakti.” Çok geçici bir zaman.
Yani orada hiç kimse;
“–Ben keşke daha fazla yaşasaydım, 50 sene daha fazla yaşasaydım…” Onun endişesi içinde olmayacak.
“Geçen zaman nasıl geçti?..” Çünkü zelleler daima dosyamıza gidiyor. Birçok şeyi unutuyoruz. Onlar kıyamet günü karşımıza çıkacak.
اِقْرَاْ كِتَابَكَ
“Kitabını oku!..” (el-İsrâ, 14) buyuracak Cenâb-ı Hak. “…Sana nefsin şahit olarak kâfidir.” (Bkz. el-İsrâ, 14) buyrulacak.
Neler şahit olacak? Gözlerimiz şahit olacak. Neler gördü gözler? Allah bu gözü niye verdi, biz nerede kullandık?
Bu kulağı niye verdi, nerede istîmâl ettik?
Deri, beden, bu gücü nerede kullandık?
Cenâb-ı Hak; “Verdiğimiz nîmetlerden…”
ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
“…Verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor.