Ebedî Fecre
Yüzakı Dergisi, Yıl: 2019 Ay: Nisan, Sayı: 170
İNSAN MÎRÂSI
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dâr-ı bekāya irtihâl ettikleri günün sabah namazıydı.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- oda kapısının perdesini kaldırdılar ve o esnada Hazret-i Ebûbekir’in imamlığında namaz kılan sevgili ashâbını son defa seyrettiler.
Onları (yani yetiştirdiği o müstesnâ nesli, ardında bıraktığı o güzîde insan mîrâsını) yan yana saf tutmuş, cemaatle namaz hâlinde gördü.
Bundan son derece memnun kaldı ve sürûr içinde tebessüm buyurdu. (Buhârî, Meğâzî, 83)
Nitekim bu hâdiseyi anlatan Hazret-i Âişe Vâlidemiz diyor ki:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbının namaz kılışını tebessüm ederek seyrediyordu. (Arkasında güzel bir nesil bırakmanın huzuru ve sürûru içindeydi.)
Allah Rasûlü’nü hiçbir vakit böylesine sevinçli bir hâlde görmemiştim.” (İbn-i Hişâm, IV, 331)
Demek ki;
En mühim mesele, böyle bir insan mîrâsı!
Bir ömür o mîrâsın gayreti içinde olan Hazret-i Mevlânâ da, temsîlî bir misal olarak ne güzel buyurur:
“Bir gece vaktiydi. Evimden dışarı çıktım. Kırlarda geziyordum. Bir adamcağızın elinde fenerle dolaştığını gördüm:
«–Bu gece karanlığında ne arıyorsun?» diye sordum.
Adam;
«–İnsan arıyorum.» diye cevap verdi.
Ona dedim ki:
«–Yazık! Boşuna yoruluyorsun. Ben yurdumu terk ettim de yine onu bulamadım. Git evine! Yat, rahatına bak! Nâfile arıyorsun, onu hiçbir yerde bulamayacaksın!»
Adamcağız acı acı baktı:
«–Bulamayacağımı ben de biliyorum. Ama, hasretle aramak bile bana lezzet veriyor! Aradığımın o olması içimi ferahlatıyor…» dedi.”
İşte bu, keyfiyetli ve ideal bir insan arayışı!
Bütün gaye; bu idrak ve şuur içinde yaşayan, bu cihâna hidâyet ve adâletle yön veren müttakî nesiller yetiştirmek. Bunun arayışı ve gayreti içinde olmak.
İşte;
Bu insanı yetiştirebilmek ve kendi arkalarından da yetişmiş insan mîrâsı bırakabilmek için ilk okunacak satırlar:
HAKK’IN MEKTUBU
Cenâb-ı Hak; insanlığa cennetin yolunu göstermek için, onlara peygamberler ve kitaplar göndermiştir.
Kur’ân-ı Kerim, Cenâb-ı Hakk’ın insanlığa son hitâbı ve son çağrısıdır. Onun tebliğcisi de Hâtemü’l-Enbiyâ, Peygamberlerin Sonuncusu Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.
Peygamber Efendimiz’e, ilk vahyedilen ilâhî tâlimatlarda, tebliğ vazifesi şöyle bildirilmişti:
قُمْ فَاَنْذِرْ
“Kalk ve uyar!” (el-Müddessir, 2)
وَاَنْذِرْ عَش۪يرَتَكَ الْاَقْرَب۪ينَ
“Yakın akrabalarını uyar!” (eş-Şuarâ, 214)
Fahr-i Kâinât Efendimiz, büyük bir iştiyak ve mes’ûliyet şuuru ile tebliğ vazifesine başladı. Kendisine az sayıda insan îmân etmişti. Akrabalarından ve kavminden birçoğu O’na şiddetle karşı çıkıyordu.
Peygamberimiz’e yapılan eziyetler, işkenceler, haksızlıklar ve hakaretler; O’nu asla tebliğ vazifesinden geri bırakmadı.
Öyle ki;
Müşrikler, amcası Ebû Tâlib vasıtasıyla Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e haber göndererek dâvâsından vazgeçmesini istediler.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz amcasına, bu husustaki azim ve gayretini ortaya koyan şu muhteşem cevabı verdi:
“–Amca! Vallâhi; Allâh’ın dînini tebliğden vazgeçmem için, güneşi sağ elime, ayı da sol elime koyacak olsalar, ben yine de bu dâvâdan vazgeçmem! Ya yüce Allah, onu bütün cihâna yayar, vazifem tamam olur yahut da bu yolda ölür giderim!”
Sonra da mübârek gözleri yaşardı ve ağladılar. (Bkz. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, II, 64)
ÇİLELER ÇEMBERİ
Peygamberimiz; insanları ebedî hüsrandan kurtarmak için, hiç yorulmadan, bezginlik göstermeden her fırsatta tebliğde bulunurdu. Ömrü boyunca, hiçbir zaman tatil yapmadı. Tebliğine hiç fâsıla vermedi.
O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ancak, vesile olduğu hidâyetlerle dinlendi. Îmân eden, şuurlanan, takvâya erişen ashâbını gördükçe huzur buldu.
Hac mevsimlerinde, Mekke’de kurulan Ukâz, Mecenne ve Zülmecâz gibi panayırlarda; kabîlelerin konak yerlerine kadar varıp onlara kendisini takdim ederdi, onları Allâh’ın birliğini ikrâra, yalnız O’na ibâdet etmeye davet eder, kendisinin Allah tarafından peygamber olarak gönderildiğini haber verirdi. (Bkz. Ahmed, III, 492; İbn-i Sa‘d, Tabakāt, I, 216)
Peygamberimiz; hidâyetlere vesile olmak, ümmetini ateşten kurtarmak için öyle bir gayret ve arzu gösteriyordu ki, Cenâb-ı Hak O’nu muhtelif âyetlerle tesellî ve teskin etmişti. (Bkz. el-Kehf, 6; eş-Şuarâ, 3, 4)
Efendimiz İslâm’a davet husûsunda kimseyi küçük ve hakir görmezdi.
Çok ağır hücum ve hakaretlere uğradığı Tâif’ten dönüşte, Addâs adlı bir kölenin hidâyetiyle çok sevinmiş ve bütün çileleri unutmuştu.
Hayber fethi sırasında da bir yahudinin koyunlarını güden köleye, İslâm’ı uzun uzun anlatmış ve hidâyetine vesile olmuştu. (İbn-i Hişâm, Sîret, III, 398)
Peygamberimiz; ashâbını da, İslâm’ı tebliğ emânetini yüklenecek, onu ufuklara taşıyacak vasıfta yetiştirdi. Mekke’de Dâru’l-Erkam’da; Medine’de Ashâb-ı Suffe’de dâimâ İslâm’ın müstakbel tebliğcilerini yetiştirdi. Peygamber Efendimiz’in en çok meşgul olduğu ve en büyük ihtimamı gösterdiği kişiler onlardı.
Tebliğde en mühim husus; takvâ sahibi, kaliteli, vasıflı ve ideal insan yetiştirmektir.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, hilâfeti zamanında bir gün dostlarıyla oturuyordu. Onlara Allah’tan bazı talep ve temennîlerde bulunmalarını istedi. Onlar;
“–Şu oda dolusu altınımız olsa da infâk etsek!” tarzında maddî temennîlerde bulundular.
Bunun üzerine Ömer -radıyallâhu anh-;
“–Ben ise, içinde bulunduğumuz şu hânenin Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Muâz bin Cebel ve Huzeyfetü’l-Yemânî gibi (müstesnâ, seçkin, keyfiyetli, ideal ve yetişmiş) kimseler ile dolu olmasını ve bunları Allâh’a itaat yolunda, yani tebliğ ve ıslah hizmetlerinde istihdâm etmeyi temennî ederim…” dedi. (Buhârî, Târîhu’s-Sağîr, I, 54)
Böyle ideal insanlar yetiştirmek, Rabbimiz’in de emridir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ اُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104)
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, onlarla nasıl fedâkârca meşgul olduğunu Ebû Talha -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:
“O Rasûller Sultanı, açlıktan iki büklüm olan belini doğrultmak için karnına taş bağlamıştı. O, bu hâliyle ayakta durmuş ve «ashâb-ı suffe»ye Kur’ân öğretiyordu.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)
İnsanlığa İslâm’ı tebliğ etme vazifesi, bütün ümmet-i Muhammed’in bir tabiat-ı asliyesi olmalıdır. İlâhî tâlimat şöyledir:
كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ
عَنِ الْمُنْكَرِ
“Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emredersiniz, kötülükten alıkoyarsınız…” (Âl-i İmrân, 110)
Peygamberimiz; tebliğ vazifesinin hakkıyla yerine getirilmesi için, ashâbının ve ümmetinin, içtimâîleşmesini arzu ediyor, onların yalnızlığa ve uzlete çekilmesine izin vermiyordu.
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- naklediyor:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbından bir kişi, içinde tatlı su gözesi bulunan bir dağ yolundan geçmişti. Orası çok hoşuna gitti. Dedi ki;
«–Keşke insanlardan ayrılıp şu vâdide otursam. Ama Rasûlullah’tan izin almadan bunu da asla yapamam.» dedi.
Sonra Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gitti ve bu arzusundan bahsetti.
Efendimiz cevâben şöyle buyurdu:
«–Hayır, öyle yapma! Çünkü, sizden birinin Allah yolundaki (cihad, tebliğ ve benzeri) faaliyeti; evinde (cemaatten uzak şekilde kendi kendine) yetmiş sene kılacağı namazdan daha fazîletlidir. Allâh’ın sizi bağışlamasını ve sizleri cennete almasını istemez misiniz? O hâlde Allah yolunda gazâ ediniz…»” (Bkz. Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 17)
-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, tebliğ gayretlerinin muazzam ecir ve sevâbını da şu hadîs-i şeriflerle beyan buyurmuştur:
“Allâh’a yemin ederim ki; Cenâb-ı Hakk’ın senin aracılığınla bir tek kişiyi hidâyete kavuşturması, senin, en kıymetli dünya nimeti olan kırmızı develere sahip olmandan daha hayırlıdır.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 9)
“Hidâyete davet eden kimseye, kendisine uyanların sevabı kadar sevap verilir. Bu onların sevaplarından da hiçbir şey eksiltmez.” (Müslim, İlim, 16)
UCU SONSUZA AÇILAN EMİR
Cenâb-ı Hak; kullarından tâkat fazlasını istemez, fakat tâkati kadarını ister. Zira emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker vazifesi, ucu açık bir emirdir.
Şöyle ki; farz namazda vakitlerin ve rekâtların sayısı bellidir. Farz oruçta günler mahduttur. Zekâtta nisab ve nisbetler vardır. Hac, ömürde bir kez edâ edilince farîza yerine gelmiş olur. Fakat tebliğ ve emr-i bi’l-mâruf böyle değildir. Emrin ucu açıktır. Son nefese kadar, her türlü imkânla Allah yolunda hizmet edilmelidir.
-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, son nefesinde dahî nasıl tebliğ mes’ûliyeti içinde olduğunu Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Vefâtı esnasında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanındaydık. Bize üç defa;
«–Namaz husûsunda Allah’tan korkun!» dedi.
Sonra da şöyle buyurdu:
«–Emriniz altındaki insanlar hakkında Allah’tan korkun, iki zayıf hakkında Allah’tan korkun: Dul kadın ve yetim çocuk. Namaz husûsunda Allah’tan korkun!»
Sonra; «Namaz, namaz…» diye tekrar etmeye başladı. (Mübârek sesleri duyulmaz hâle gelince bile) rûh-i mübârekleri çıkıncaya kadar bunu içten içe tekrar ettiler.” (Beyhakî, Şuab, VII, 477)
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in son nefeste tebliğ heyecanını sahâbe-i kiram efendilerimizde de temâşâ ederiz:
SON NEFESTE TEBLİĞ
Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e misafirperverlik şerefine erdi. O’nunla gazvelerde bulundu. Ensar kardeşleri gibi o da, canını ve malını Allah Rasûlü için bezletti, cömertçe infâk etti. Bütün bu hizmetlerini kâfî görmeyerek iki kez de İstanbul’u fethetmek için düzenlenen seferlere katıldı. Bunlardan birinde, canını fedâ hâlinde düşman saflarına dalan bir Medineli mücâhid hakkında;
“–Şu gencin yaptığı doğru mu? Allah Teâlâ, kendi kendinizi tehlikeye atmayın buyurmuyor mu?” diye konuştuklarını işitti. Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri derhâl müdahale etti:
“–Âyete yanlış mânâ vermeyin. O âyet-i kerîme bizim hakkımızda nâzil oldu. Ensardan bazı kimseler Mekke’nin fethinden sonra;
«Hicretten beri bizim yaptıklarımız kâfî… Artık bağ ve bahçelerimize dönebiliriz. Bundan sonra gereken fedâkârlıkları başkaları yapsın…» diye düşünmeye başladılar. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
«Allah yolunda (mallarınızı ve canlarınızı) infâk edin. (Dünyaya ve nefsânî arzularınıza dalmayın. Mal ve can endişesine kapılıp da sakın) kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İhsanda bulunun! Çünkü Allah ihsan sahiplerini sever.»” (el-Bakara, 195)
Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin hâli bize ne güzel bir misaldir. Zira o, nâil olduğu onca hizmeti kâfî görmemiş ve Peygamberimiz’in;
لَتُفْتَحَنَّ اْلقُسْطَنْطِنِيَّةُ
“İstanbul elbette fetholunacaktır…” (Ahmed, IV, 335; Hâkim, IV, 468/8300) müjdesine nâil olabilmek için, seksen küsur yaşında, İstanbul seferine katılmıştır. Bu seferde vefât edeceği sırada;
“‒Beni, ayaklarınızın ulaşabildiği son noktaya gömün! Tâ ki bizden sonra gelecek olan İslâm askerleri daha öteye geçsin!” diye vasiyette bulunarak, vefâtıyla ve kabriyle dahî tebliğde bulunmayı arzu etmiştir.
Bu arzusunda muvaffak olmuş, 8 asır sonra İstanbul fethedilirken, Akşemseddin Hazretleri tarafından Ebû Eyyûb Hazretleri’nin kabri keşfen bulunmuş ve fethin başarılmasında büyük bir moral ve mâneviyat kaynağı olmuştur. O günden beri, Eyüp Sultan makamı, İstanbul’un mâneviyat merkezidir.
Cenâb-ı Hak; sevdiği kulları, herkese sevdirir. (Bkz. Meryem, 96)
Bir tefekkür edelim;
Hayatta olan bizlere her gün kaç misafir geliyor, bir de Hazret-i Hâlid bin Zeyd -radıyallâhu anh- Hazretleri’ne her gün kaç misafir geliyor?
Her gün binlerce insan, huzur arayışı içinde Eyüp Sultan Hazretleri’ni ziyarete gider, orada mâneviyâtını tazeler.
Bu güzel hâl de; emr-i bi’l-mârûfa koşarak Cenâb-ı Hak ile beraber olanların, hiç kesilmeyen mükâfatlarından biridir.
Tebliğ heyecanında bize müstesnâ bir örnek de, Abdullah İbn-i Ümm-i Mektûm -radıyallâhu anh-’tır. Âmâ olan bu sahâbîyi Peygamber Efendimiz, seferlere götürmez, geride kalan yaşlı, çocuk ve kadınlara namaz kıldırması için Medine’de bırakırdı.
Abdullah İbn-i Ümm-i Mektûm -radıyallâhu anh-; âmâ olmasına rağmen, tebliğ ve cihad fazîletinden mahrum kalmamak için, Kādisiye harplerine katılmak için müracaat etti ve sancağın kendisine verilmesini istedi. Gözleri görmez hâliyle nasıl hizmet edeceğini soranlara ise, şu güzel cevabı verdi:
“–Benim bu hâlimle de size büyük bir faydam dokunabilir. Çünkü ben âmâ olduğum için, düşman kılıçlarını göremem; bu yüzden de cesaretim kırılmadan en önde sancağı taşırım. Benim korkusuzca düşman üstüne yürüdüğümü gören müslümanların da cesaret, kahramanlık ve heyecanı artar.”
Bir rivâyete göre, Hazret-i Abdullah, iştirâk ettiği bu harpte şehîd olmuştur.
Tebliğ ve cihâd aşkına bir başka misal Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-’tır.
Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-; İslâm orduları kumandanı idi, büyük fetihler gerçekleştirdiği hâlde son nefeslerini hasta yatağında vermekteydi. Şehîd olamamanın hüznüyle yanındaki dostlarına mahzun bir şekilde şöyle diyordu:
“–Beni en çok üzen, hayatı hep at kişnemeleri ve kılıç şakırtıları arasında geçmiş bu cengâverin âcizler gibi yatakta can vermesidir.
Âh Hâlid! Şehîd olamayan Hâlid! Vücudumda bir karış yer yoktur ki ya kılıç yarası veya bir mızrak yarası olmasın. Ömrü boyunca dîn-i İslâm’ı yaymak için savaşlarda at koşturan kimsenin sonu, böyle yatak üzerinde mi olacak?”
Sonra;
“–Vasiyetimi bildiriyorum: Beni ayağa kaldırın!” deyince, ayağa kaldırdılar;
“–Beni bırakınız, şimdiye kadar hep taşıdığım kılıcım, artık beni taşısın.” diyerek kılıcına dayandı.
“–Ölümü savaşta imişim gibi ayakta karşılayacağım.
Öldüğüm zaman atımı, muharebelerde tehlikelere dalabilen bir yiğide veriniz. Atım ve kılıcımdan başka bir şeye sahip olmadan öleceğim. Mezarımı bu kılıcımla kazınız. Kahramanlar kılıç şakırtısından zevk alır.” buyurdu.
Ve yatağına düşüp kelime-i şahâdet getirerek rûhunu teslim etti. (Sâdık Dânâ, İslâm Kahramanları, 1, s. 89-90)
Bu misallerini verdiğimiz üç muhterem sahâbînin, son nefeste bile tebliğ çırpınışları ne kadar mânidardır.
Onlar şu âyet-i kerîmenin ifade buyurduğu âkıbetten Allâh’a sığınmakta ve mâneviyatta dâimâ bir adım öteye terakkî edebilmenin heyecanı içindeydiler:
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Herhangi birinize ölüm gelip de; «Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de SADAKA VERSEM ve SÂLİHLERDEN OLSAM!» demeden önce, size verdiğimiz rızıktan infâk edin.” (el-Münâfikûn, 10)
Cenâb-ı Hak hisse alabilmeyi nasîb eylesin.
Cenâb-ı Hak, bizleri hidâyetlere vesile eylesin. Hidâyet mahrumlarına İslâm’ın güler yüzünü temâşâ ettirebilen, takvâya muhtaç nesillere irşâda koşan gönüller olabilmeyi cümlemize nasip buyursun.
MUHABBETİN TESTİ
Emr-i bi’l-mâruf vazifesi, Cenâb-ı Hakk’a olan îmânımızın ve muhabbetimizin testidir. Çünkü Rabbimiz, gerçek mü’minleri; “Mallarıyla ve canlarıyla cenneti satın aldılar.” diyerek methetmektedir.
Bu sebeple; emr-i bi’l-mâruf hizmeti, îmânımızın gücünü ifade etmektedir.
Sahâbe-i kiram; bu îman gücüyle, hidâyet bayrağını, Efendimiz’den devraldı, ufuklara taşıdı. Tâ Çin’e, Semerkant’a, Kayravan’a, Afrika’nın içlerine kadar hidâyet ve irşad yolculuklarına çıktı. Zâlim kralların karşısında ve cellâtların önünde Rasûlullâh’ın davet mektubunu cesurca okudular, hiçbir tehlikeyi umursamadılar. Karşılaştıkları birçok müşkiller ve engeller, tebliğlerine mânî olamadı.
TAKVÂYA İRŞAD
Tebliğ vazifesi; sadece, İslâm’dan uzak kişileri hidâyete erdirme gayretinden ibaret değildir. Henüz takvâya erişememiş müslümanları irşâd etmek, onlara iyiliği emredip, kötülüklerden alıkoymak da çok mühim bir tebliğ vazifesidir.
Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Sizden her kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin; gücü yetmezse diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin, ki bu îmânın en zayıf hâlidir.” (Müslim, Îmân, 78)
Birbirine hakkı ve sabrı tavsiye etmek, ebedî hüsrandan kurtuluşun şartları arasındadır.
Allah yoluna hizmet, illâ sözle olmaz. Samimî bir şekilde sâlih ameller ve güzel ahlâk sergileyerek de emr-i bi’l-mârufta bulunulur.
Bir gün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-;
“–Konuşmadan, halkın davetçileri olun!” buyurmuştu.
Kendisine;
“–Yâ Halîfe! Konuşmadan davetçi olmak nasıl olur?” dediler.
Buyurdu ki:
“–Hâliniz ve ahlâkınızla…”
Peygamberimiz, bu sırrı anlayan ve tatbik eden ashâbına ayrı bir alâka gösterirdi.
Meselâ;
Mescid-i Nebevî’yi temizleyen siyâhî bir hanım vardı. Efendimiz onu bir ara göremedi. Merak ederek nerede olduğunu sordu. Vefât ettiğini söylediler. Bunun üzerine vefâ âbidesi Efendimiz;
“–Bana haber vermeniz gerekmez miydi?” buyurdu.
Daha sonra;
“–Bana kabrini gösterin!” diyerek kabrine gidip cenâze namazı kıldı ve ona duâ etti. (Buhârî, Cenâiz, 67)
Hâl ile tebliğ, aynı zamanda tebliğde en tesirli ve feyizli usûldür.
Hak dostları olan evliyâullah hazerâtı da; gönüllerini birer dergâh hâline getirerek, emr-i bi’l-mâruf vazifelerini yerine getirmişlerdir.
Cenâb-ı Hak, geçmiş ümmetlerden râzı olduğu kulların vasıfları arasında dâimâ emr-i bi’l-mârûfu zikretmiştir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Bunlar (ehl-i kitâbın hayırlı olanları) Allâh’a ve âhiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten men ederler ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar sâlih kimselerdendir.” (Âl-i İmrân, 114)
Buna mukabil;
Geçmiş kavimlerin helâk sebebi ise, nehy-i ani’l-münkeri terk etmeleridir.
HELÂK SEBEBİ
Âyet-i kerîme bu hakikati şöyle beyan buyurur:
“(İsrailoğulları lânetlendiler çünkü) işledikleri kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmıyorlardı. Yaptıkları ne fena idi!” (el-Mâide, 79)
Fahr-i Kâinât Efendimiz bu âyeti şöyle tefsîr etmiştir:
“İsrailoğulları arasında dinden sapma, ilk defa şöyle başladı:
Bir adam bir başka adama rastlar ve;
«–Bana baksana! Allah’tan kork ve yapmakta olduğun şeyi terk et! Çünkü bu sana helâl değildir.» derdi.
Fakat ertesi gün, aynı işi yaparken o adamla tekrar karşılaşır ve kendisini yaptığı kötü işten nehyetmediği gibi, onunla yiyip içmekten ve yanında bulunmaktan da çekinmezdi. Onlar böyle yapınca Allah Teâlâ kalplerini birbirine benzetti.”
Rasûlullah Efendimiz bu hadîs-i şerîfin sonunda ümmetini şöyle îkaz buyurdu:
“Hayır, Allâh’a yemin ederim ki;
- Ya iyiliği emreder,
- Kötülükten nehyeder,
- Zâlimin elini tutup zulmüne mânî olur,
- Onu hakka döndürür ve hak üzerinde tutarsınız;
Yahut da Allah Teâlâ kalplerinizi birbirine benzetir, sonra da İsrailoğullarına lânet ettiği gibi size de lânet eder.” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 17/4336; Tirmizî, Tefsîr, 5/6, 7; İbn-i Mâce, Fiten, 20)
Bu hâlin en bâriz misâli, ashâb-ı sebt idi. İsrailoğullarından Dâvud -aleyhisselâm- zamanında yaşamış olan bu topluluğa, Cenâb-ı Hak; cumartesi günleri avlanmayı yasaklamıştı.
Lâkin bazı fâsıklar bu yasağı çiğnemeye başladılar. Geri kalanlardan ise, kimisi onları îkaz ediyor, bu günahtan men etmeye çalışıyor, kimisi ise, vurdumduymaz davranıyor ve tebliğ vazifesini terk ediyordu. Hattâ tebliğ edenlere;
“–Niye boşuna kendinizi yoruyorsunuz?” diyorlardı.
Onlar da;
“–Onları vazgeçirmek ve vazgeçmezlerse de Rabbimiz’e karşı, vazifemizi yerine getirmiş olmak için…” diye cevap veriyorlardı.
Sonunda gazab-ı ilâhî tahakkuk etti. Azap indiğinde, görüldü ki; sadece yasağı çiğneyenler değil, onları îkaz etmeyenler de maymunlara dönüştürülmüş ve helâk olup gitmişlerdi.
Emr-i bi’l-mâruf istikametindeki hizmetlerin yegâne hedefi, uhrevî kazançtır.
Dünyevî ve nefsânî arzulara kapılıp bu hizmetleri ihmal etmek yahut bu vazifeleri terk etmek, iki cihanda ağır neticeleri mûcip bir vebaldir.
Nitekim;
Uhud Harbi’nde, Fahr-i Kâinât Efendimiz, «Ayneyn Tepesi» denilen stratejik bir mevkiye 50 okçu yerleştirmiş ve onların asla yerlerini terk etmemelerini tembihlemişti.
Ancak harp başlayıp da müslümanların galip geldiğini ve düşmanları kovaladığını gören okçulardan bazıları;
“–Ganîmet! Ganîmet!” demeye başladılar. Kumandanları Abdullah bin Cübeyr -radıyallâhu anh-’ın îkazını dinlemeyerek ganîmet toplamaya koştular. Tepede sadece 7 okçu kalmıştı. Bu esnada müşrik ordusunun süvari birliğini idare eden Hâlid bin Velid; bu zaafı fark ederek, atlılarıyla geçide saldırdı ve müslümanları arkadan kuşattı. Kaçan müşrikler de durumun değiştiğinin farkına vararak, savaşa döndüler ve müslümanlar iki ateş arasında kalarak ağır kayıplar verdiler.
Peygamberimiz’in emrine itaat etmemek ve dünya malına meyletmek sebebiyle; mutlak bir zafer, birçok hâneye ateş düşüren büyük bir hezîmete dönüştü.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Siz Allâh’ın izni ile düşmanlarınızı öldürürken, Allah, size olan va‘dini yerine getirmiştir. Nihayet öyle bir an geldi ki, Allah arzuladığınızı (galibiyeti) size gösterdikten sonra zaafa düştünüz; (Peygamber’in verdiği) emir husûsunda tartışmaya kalktınız ve âsî oldunuz.
- Dünyayı isteyeniniz de vardı,
- Âhireti isteyeniniz de vardı.
Sonra Allah, denemek için sizi onlardan (onları mağlûb etmekten) alıkoydu. Ve and olsun sizi bağışladı. Zaten Allah, mü’minlere karşı çok lütufkârdır.” (Âl-i İmrân, 152)
Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerîmede, okçulardan yerlerini terk edenleri; “Kiminiz dünyayı arzu ediyordu.” diye îkaz ederken, orayı terk etmeyip şehid düşenleri de; “Kiminiz de âhireti arzu ediyordu.” buyurarak medh ü senâ etmiştir.
Uhrevî vazifeleri terk edip, dünyalık peşine düşenleri şu âyet-i kerîme de ne kadar ağır bir şekilde îkaz etmektedir:
عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ
“Çalışmıştır, boşuna!” (el-Ğâşiye, 3)
Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Kimin endişesi (Hakk’a kul olarak) âhiret olursa; Allah, zenginliği onun kalbine koyar, işlerini dağınıklıktan kurtarır ve dünya ona boyun eğerek gelir.
Her kimin endişesi de dünya (ve fânî ihtiraslar) olursa, Allah fakirliği onun gözü önüne koyar, (bu yüzden onun gözü bir türlü doymaz), kendisini derbeder eder ve dünyadan da kendisine ancak takdir edildiği kadar gelir.” (Tirmizî, Kıyâmet, 30/2465)
Âyette ve hadiste buyurulan hakikatler, kıyâmete kadar geçerlidir.
Unutmamalı ki;
İslâm’a hizmeti bırakıp da dünyaya meyledenlere, Uhud Harbi müthiş bir derstir.
Sahâbe-i kiram, bu dersi çok iyi aldı. Uhud’dan hemen sonra Peygamberimiz; ashâbını, düşmanı takibe çağırdı. Fahr-i Kâinât Efendimiz, müşriklerin müslümanları zaaf içinde zannetmemeleri ve tekrar saldırmaya cüret etmemeleri için bu hücumu gerçekleştirmek istiyordu.
Bu esnada;
Abdullah bin Sehl ile kardeşi Râfî -radıyallâhu anhümâ-, Uhud’da Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte savaşmışlar ve yaralı olarak Medine’ye dönmüşlerdi. Birisi ağır, bu iki yaralı sahâbî, Peygamber Efendimiz’in davetinden geride kalmamak için; Hamrâü’l-Esed’e kadar birbirlerine tutuna tutuna gittiler, O’nun davetine icâbet ettiler.
“–Vallâhi bir binitimiz yok, yaramız da ağır. Fakat Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bulunduğu bir seferi hiç kaçırır mıyız?!.” diyerek hemen yola çıktılar. Yarası diğerine göre hafif olan, ağır yaralı olanın kâh yürümesine yardım etti, kâh onu sırtında taşıdı. Bu şekilde, Âlemlerin Efendisi’nin yanından ayrılmadılar. (İbn-i Hişâm, III, 53)
Zira buyurulmuştur:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi, sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Bu vazife mü’minlerin de en mühim ve en başta gelen vasıflarıdır. Şu âyet-i kerîmeler bunun en güzel şahitleridir:
“Mü’minlerin erkekleri (kendi aralarında) birbirlerinin velîleridir, mü’mine kadınlar da (yine kendi aralarında birbirlerinin velîleridir); iyiliği teşvik eder, kötülükten alıkoyarlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Rasûlü’ne itaat ederler. İşte onları Allah merhametiyle kuşatacaktır. Şüphesiz Allah mutlak güç ve hikmet sahibidir.” (et-Tevbe, 71)
Tebliğ ve emr-i bi’l-mâruf vazifeleri, ecdâdımızın şiârı olan, i‘lâ-yı kelimetullah ve nizâm-ı âlem düsturlarının da özüdür. Şu âyet-i kerîme, mü’minlere hâdisâtın akışından mes’ûliyet duymayı ne güzel telkin etmektedir:
“Onlar öyle kimselerdir ki, kendilerine bir yerde hâkimiyet versek, namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler ve kötülükten alıkoymaya çalışırlar. İşlerin sonu Allâh’a varır.” (el-Hac, 41)
Hakikaten ecdâdımız Selçuklu ve Osmanlı, fethettikleri diyarlarda İslâm’ı yaşamış ve yaşatmışlardır. Murad Han, Kosova’yı fethettiğinde; Fatih Sultan Mehmed Han, Bosna’yı fethettiğinde; o beldelere, İslâm’ı yaşayan tertemiz Anadolu halkı yerleştirilmişti. Böylece nasipli Arnavut, Boşnak, Makedon ve benzeri Balkan milletleri, İslâm’ın güler yüzünü temâşâ ederek, mü’min şahsiyetlere hayran olarak hidâyete kavuştular.
Tebliğ vazifesi, gelişigüzel yapılamaz. Elbette tebliğ için, önce;
- Kendini inşâ,
- Firâsetli davranış ve
- Güzel bir üslûp gibi şartlar vardır.
KENDİNİ İNŞÂ
İslâm’ı yaşatacak kişinin, evvelâ yaşaması şarttır. Falsosu olmayan, istikametli, güzel ahlâklı ve davetinden hiçbir menfaat beklemeyen bir şahsiyet olmalıdır.
Habîb-i Neccâr, kavmine şöyle seslenmişti:
“Sizden bir karşılık istemeyen ve kendileri de hidâyet (ve istikamet) üzere olan kişilere uyun!” (Yâsîn, 21)
Sırf bir meslek icrâ eder gibi, bir hoparlörün duygusuz ve mekanik ses nakli gibi tebliğ olmaz. Hattâ böylesi yaşamadan anlatmaya kalkmalar, şu âyet-i kerîmedeki gibi îkazlarla karşılaşacaklardır:
“Kitâb’ı okuyup durduğunuz hâlde kendinizi unutur da başkalarına mı iyiliği emredersiniz? Düşünmez misiniz?” (el-Bakara, 44)
Kendini inşâ eden kişi; güzel ahlâklı, merhametli ve şefkatli bir rahmet insanı olur. Bu sebeple tebliğ edeceği, hidâyete veya takvâya davet edeceği muhataplarını; nefret edilen suçlular şeklinde değil, sessiz feryatlarla şifâ arayan hastalar, yardım bekleyen yaralı kuşlar gibi görür.
Peygamberimiz ashâbına, tertemiz bir gönül sahibi olmayı tâlim buyurmuştu. Onlar; insanlığa ve ümmete karşı merhamet, şefkat ve af hisleriyle dopdolu idiler. Şu kıssa bunun ne güzel bir misâlidir:
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Tebük Seferi için infâka davet etmişti. Ulbe bin Zeyd -radıyallâhu anh- son derecede fakir olduğu için tasadduk edecek pek bir şey bulamadı lâkin şöyle dedi:
“–Yâ Rasûlâllah! Sadaka olarak beni üzen veya bana kötü söyleyen yahut da benimle alay eden kimseye hakkımı helâl ediyorum!”
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun sadakasını kabul etti ve Cenâb-ı Hakk’ın da kabul ettiğini müjdeledi. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 500; İbn-i Kesîr, es-Sîre, IV, 9; Vâkıdî, III, 994; Bezzâr, III, 312)
Herkese bu şefkat ve merhamet dolu bakış, müslümanın elbette üslûbuna da yansıyacaktır:
EN NEZİH ÜSLÛP
Devrimizde, bir şirketi temsil edecek kişilere dahî husûsî bir eğitim verilir. Nasıl hitap edeceği, nasıl giyineceği, nasıl konuşacağı bir bir öğretilir. İslâm hakikatlerini temsil ve tebliğ edecek mü’minler de; sünnet-i seniyyeye ittibâ ederek, mütebessim bir sîmâ, en latif ve zarif sözler, temiz ve nezih bir kıyafet, en mühimi de, hayran bırakacak bir şahsiyet ve istikamet ile muhataplarını İslâm’a önce hâlleri ile davet edebilmelidirler.
Bu vesileyle şu hakikati de ifade edelim ki;
İş sahibi ehl-i îmânın da, bu şekilde işçilerine karşı İslâmî bir üslûp içerisinde tevâzû ve samimiyetle hitap etmeleri, onlara karşı güzel bir tebliğ olur. Zira Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- valilere yazdığı mektupta buyurur:
“İnsanlara, canavarın sürüye bakması gibi bakma! Onlara karşı kalbinde sevgi, merhamet ve iyilik duyguları besle! Çünkü istisnâsız bütün insanlar ya dinde kardeşin ya da yaratılışta eşindir.
İnsanlar hata edebilir, başlarına iş gelebilir. Düşenin elinden tut, kendin için Allâh’ın affını istiyorsan, sen de insanları affet, onları hoş gör ve bağışla! Allâh’a karşı asla küfrân-ı nimette bulunma! Affından dolayı asla pişmanlık duyma! Verdiğin cezadan dolayı da sevinme!”
Tebliğin nasıl bir üslûpta yapılması gerektiği şu âyet-i kerîmede ne güzel ifade buyurulmuştur:
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et! Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve hidâyete kavuşanları da en iyi bilen O’dur.” (en-Nahl, 125)
Demek ki tebliğ; rengârenk çiçekler, şırıl şırıl akan nehirler gibi bir letâfet içinde takdim edilmelidir.
Zorlayıcı, azarlayıcı, yıldırıcı, bıktırıcı, kaba üslûp, tebliğde men edilmiştir. Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” (Buhârî, İlim, 11, Edeb, 80)
Lâkin burada, peygamberlerin karşılıklı iki sıfatı olan «tebşîr ve inzâr»ı hatırlamak gerekir. Tebliğin tarifini ifade eden birçok âyet-i kerîmede, «mü’minleri cennetle müjdelemek, münkirleri ise cehennemle korkutmak» ifadeleri yer alır.
Demek ki;
Bir hakikatin ifadesi olarak, tutulan menfî yolun fecî âkıbetini göstermek de îcâb eder.
Muktezâ-yı hâlin, yani karşı karşıya bulunulan vaziyetin gerektirdiği tarzda; yanlıştan vazgeçirecek bir kararlılık ve ısrar, durumun vahâmetini hissettirecek bir îkaz ve ihtar, tebliğin muhtevâsında elbette yerini bulacaktır.
Bunun dengesini bulmak da firâset işidir.
BASÎRET ve FİRÂSET
Tebliğ ehli, firâsetli olmalıdır.
Hazret-i Câfer, Habeşistan’da Necâşî’nin huzûrunda İslâm’ı tebliğ etme imkânı bulmuştu. Kur’ân’dan bir kısım okuması istendiğinde, hıristiyan olan muhataplarının gönül âlemine gidecek bir damar aradı ve Meryem Sûresi’nde, Hazret-i İsa’nın doğumuyla alâkalı âyetleri okudu. Necâşî çok mütehassis oldu, rivâyete göre orada veya daha sonra müslüman oldu.
Câfer -radıyallâhu anh-; orada, kâfirlere hitâb eden, inzâr muhtevâlı âyetler okuyabilirdi. Fakat o zaman bu tesir meydana gelir miydi?
Demek ki, tebliğ ehlinin basîret sahibi olması gerekir. Bunu da ona kazandıracak, takvâsıdır. Zira, Cenâb-ı Hak buyurur:
وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُۜ
“…Allah’tan ittikā edin (takvâ sahibi olun), Allah size (bilmediklerinizi) öğretir…” (el-Bakara, 282)
Fakat şartları bahane ederek, vazifeden uzak kalmak da mümkün değildir. Tebliğ herkesin, kendi kadrince üstlenmesi gereken bir vazifedir. Nitekim Hazret-i Lokman, evlâdına bu vazifeyi şöyle emreder:
“Yavrucuğum! Namazını özenle kıl, iyi olanı emret, kötü olana karşı koy, başına gelene sabret. İşte bunlar, kararlılık gerektiren işlerdendir.” (Lokmân, 17)
Unutmamalıdır ki;
Peygamberimiz zamanında Kur’ân ayetleri peyderpey nâzil oluyor, din adım adım tedrîcî olarak tamamlanıyordu. Fakat bu esnada, Peygamber Efendimiz, gelinen seviyeyi başarmış olan ashâbını tebliğ ile vazifelendiriyordu.
MAZERET YOK!..
Allah yolunda hizmet etmeyi çok arzu eden bir mü’min, hiçbir hâl ve vaziyeti bahane etmez. Bütün menfîlikleri aşmanın bir yolunu araştırır. Nitekim;
Şâzelî meşâyıhından Derkāvî -rahmetullâhi aleyh- şöyle der:
“Üstâdım beni bir kabîleye gönderiyordu. Ona dedim ki:
«‒Gittiğim yerde mânevî sohbetler yapıp hasbihâl edebileceğim bir Allâh’ın kulu bile yok, yapayalnız kalacağım…»
Bana üstâdımın cevabı şöyle oldu:
«‒Muhtaç olduğun insanı kendin doğuracaksın! (Yani kendin arayıp, bulup, yetiştireceksin.)»”
Yine fiilen hizmet etmenin hiçbir mazereti olmadığına çok güzel bir misal de, Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’tır. O, bir hizmet olarak komşusu olan yetim kızların keçilerini sağardı. Halîfe olduktan sonra, komşuları;
“‒Bunca meşgalesi arasında, artık bizim için yaptığı hizmeti îfâ edemez!” diye düşündüler.
Fakat o mübârek halîfe, hâlini değiştirmedi, bu hizmeti terk etmedi.
Bu misaller; günümüzde, emr-i bi’l-mâruf vazifesini yapabilecek tahsil ve imkânlara sahip olduğu hâlde, zaman ve şartları bahane edenlere güzel bir ders olmalıdır.
Denilmiştir ki:
Üç türlü insan Allah’tan uzaktır:
- Rahatlarını hesaplayarak hizmetten kaçan gafiller…
- Hassas olduklarını öne sürerek; «İçim kaldırmıyor!» diyerek, ızdırap ve sefâletlerin civarına yaklaşmayanlar, yani kendini kandıranlar…
- Zâlimler topluluğu ile beraber olanlar…
Ashâbın fiilen gerçekleştirdikleri hizmetlerle yetinmeyip, dâimâ daha fazla gayreti temennî ettiklerini, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın hilâfeti esnasında söylemiş olduğu şu ifadeler ise, ne güzel göstermektedir:
“Hayatta olursam -inşâallah- halkın içinde bir sene gezeceğim. Biliyorum ki insanların, bana ulaşmayan ihtiyaçları var. Valileri o ihtiyaçları bana bildirmiyor, kendileri de bana ulaşamıyorlar.
Şam’a gideceğim, iki ay orada kalacağım. Sonra Cezîre’ye, sonra Mısır’a, sonra Bahreyn’e, sonra Kûfe’ye, sonra Basra’ya gidip her birinde ikişer ay kalacağım. Vallâhi o sene ne güzel bir sene olacak!” (Taberî, Târîh, Beyrut: Dâru’t-Türâs, 1387, IV, 201-202)
Muhterem pederim Musa Efendi -kuddise sirruhû- da, aynı hissiyat içinde, hastalığının en şiddetli anlarında dahî;
“Yâ Rabbî! Bana sıhhat ve güç ihsan buyurup, köy köy dolaşarak kardeşlerimin hizmetinde bulunmayı nasîb eyle!” diye duâ ederdi.
HUSÛSEN BUGÜN
Tebliğ ve emr-i bi’l-mâruf hizmetleri, yaşanan devre göre de kıymet kazanır. Zira karanlık ne kadar kesîf ise, onu zâil edecek nûra olan ihtiyaç da o kadar artar.
Günümüz, âhirzaman fitnelerini anlatan fiten hadislerinin haber verdiği bir câhiliyye devrine dönmüştür…
İnternet, televizyon, modalar ve reklâmlar, dünyevîliği körüklüyor, âhireti unutturuyor.
Dünyaya meyli artıran bu propagandalar ile;
- Nefsânî ve şehevî arzulara rağbet artırılıyor.
- İffetler zedeleniyor, tesettür ehlinde bile «giyinik çıplaklar» zuhur ediyor.
- Fâizin en azından tozu, hemen herkese bulaşıyor.
- Alanın ve verenin cehennemle cezalandırılacağı rüşvet yayılıyor.
- İslâm dünyası kan ağlıyor. Suriye, Gazze, Filistin, Yemen ve Mısır… birer mâtem ülkesi oldu.
Bütün bu atmosferde en güzel vazife, Allah yolunda Kur’ân ve hidâyet üzere gayretlerdir. Zira Peygamber Efendimiz buyurmuştur:
“Benim ümmetimin misâli, yağmurun misâli gibidir. Evveli mi daha hayırlıdır, sonu mu daha hayırlıdır bilinmez! (Evveli de hayırlıdır, sonu da hayırlıdır.)” (Tirmizî, Edeb, 81/2869; Ahmed, III, 130)
Ümmetin evveli, Peygamber Efendimiz ile beraber o günkü câhiliyyeyi bertaraf eden ashâb-ı kiram idi.
Ümmetin âhiri de, modern câhiliyyeyi bertaraf edecek, takvâlı ehl-i îmân olacaktır.
Allah Rasûlü’nün sünnet-i seniyyesine sarılarak, İslâm’ı yaşama ve yaşatma faaliyetlerine bütün imkânlarımızı seferber etmek, kurtuluşun yegâne yoludur.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“(Habîbim!) Sen onların içinde iken; Allah, onlara azap edecek değildir. Ve onlar mağfiret dilerlerken de Allah onlara azap edici değildir.” (el-Enfâl, 33)
İşârî bir îzâh olarak müfessirler; Efendimiz’in sünnetinin ve tevbe ile istiğfârın, bir toplumda yaşanmaya devam ettiği müddetçe de ümmetine toplu azâbın inmeyeceğini ifade etmişlerdir.
Ne mutlu; kalbinde Hazret-i Peygamber aşkı, hayatında da tevbe ve istiğfâr üzere olanlara!
Ne mutlu; arkalarında şu gök kubbede hoş bir sedâ bırakanlara!
Cenâb-ı Hak; cümlemize, gönlümüzü Hazret-i Peygamber aşkı ile dopdolu kılmayı, hayatımızı O’nun sünnetiyle te’lîf eylemeyi ve seherlerde gözyaşlarıyla istiğfâr edebilmeyi nasîb eylesin.
Âmîn!..