İslâm’da Ömür Boyu Kulluk (Kur’ânî Tâlimatlar 18)

Ebedî Fecre Yüzakı Dergisi, Yıl: 2020 Ay: Haziran, Sayı: 184

ŞİMDİ MUHAFAZA ZAMANI

Keremi sonsuz Cenâb-ı Hak; kullarına ömürleri boyunca nice Ramazân-ı şerifler, nice Kadir Geceleri, nice mübârek zaman ve fırsatlar ikrâm eder. Bu hediyeleri ganîmet bilip güzelce değerlendirebilen kullarına, sonsuz cömertliğiyle sonsuz ihsanlarda bulunur.

Lâkin bu ikramların kabulü ve bir âhiret sermâyesi olabilmesi için bir şart vardır:

Muhafaza edilmesi…

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şu îkazda bulunur:

“Yaptığınız sâlih amellere gösterdiğiniz ehemmiyetten daha fazlasını, onun kabulüne ve korunmasına gösteriniz.”

Şu âyet-i kerîme ve hadîs-i şerif de, bize amellerin kabulü endişesinin ehemmiyetini anlatır:

“Onlar; yaptıkları her iyiliği ve işledikleri her ameli, kalpleri her an Rablerine dönüyor olmanın haşyetiyle ürpererek yaparlar.

İşte onlardır hayırlı işlerde koşuşarak yarışanlar ve onlardır bu işlerde hep önde gidenler!” (el-Mü’minûn, 60-61) meâlindeki âyetler nâzil olduğunda Hazret-i Âişe Vâlidemiz, Allah Rasûlü’ne sordu:

“–Âyette zikredilenler (kalpleri ürperenler), zinâ, hırsızlık ve içki gibi haramları işleyenler midir?”

Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdular:

“–Hayır ey Sıddîk’ın kızı! Âyette anlatılmak istenenler; namaz kıldığı, oruç tuttuğu ve sadaka verdiği hâlde, bu ibâdetlerinin kabul olup olmadığının endişesiyle korkanlardır.” (Tirmizî, Tefsîr, 23/3175; İbn-i Mâce, Zühd, 20)

Hak dostları, bu ulvî endişe ile kemâlâta erişirler. Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, talebelerine yazdığı mektuplarda kendisi için «hüsn-i hâtime», yani son nefeste îmân için duâ talep ederdi. Kardeşine yazdığı bir mektupta da bu hissiyâtını şöyle dile getirmiştir:

“Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki; annem beni doğurduktan bugüne kadar, Allah katında makbul ve mûteber olup hesabı sorulmayacak bir tek hayır işlediğime inanmıyorum (buna güvenmiyorum.)

Eğer kendi nefsini bütün hayır işlerinde iflâs etmiş olarak görmüyorsan, bu, cehâletin en son noktasıdır. Eğer iflâs etmiş olarak biliyorsan da, Allâh’ın rahmetinden ümitsiz olma. Zira Allah Teâlâ’nın fazl u keremi, kul için insanların ve cinlerin (bütün sâlih) amellerinden daha hayırlıdır.” (Es‘ad Sâhib, Buğyetü’l-Vâcid, s: 138-139, no: 28)

Muallâ bin Fadl -rahmetullâhi aleyh-’in şu ifadesi de, sâlih amellere güvenmeyip, onları muhafaza etme şuurunun en güzel nümûnelerindendir:

“Selef-i sâlihîn; Cenâb-ı Hakk’a, altı ay kendilerini Ramazân’a ulaştırması için duâ ederlerdi. Geri kalan altı ayda da idrâk ettikleri Ramazân’ı kabul buyurması için duâ ederlerdi.”
(Kıvâmu’s-Sünne, et-Terğîb ve’t-Terhîb, II, 354)

Hamd ü senâlar olsun ki, bu sene de Ramazân-ı şerîfi idrâk ettik.

İnşâallah;

  • Oruçlarımızı, takvâya erişmek gayesine muvâfık bir kıvamda edâ ettik…
  • Gecelerimizi ve Kadir Gecesi’ni ihyâ etmeye gayret ettik…
  • Fitre ve zekâtlarımızı verdik, hayır-hasenatta bulunduk, fakir-fukarâya ulaşmaya çalıştık…
  • Kur’ân-ı Kerîm’i okumak, anlamak ve hayatımıza nakşetmek için gayretimizi artırdık. Hatimler indirdik…

Rabbimiz kabul buyursun.

Âdetâ; Rabbimiz’in ikrâmı ile, gönül bahçemizde bir gül fidesi yetişti. Şimdi bu fideyi muhafaza etmek vazifesiyle baş başayız. O fideye su vermeye, onu zararlara karşı korumaya devam etmezsek, kurur gider.

Buna mukabil onu muhafaza edersek; o gül daha da inkişâf eder, yeni goncalar verir. Yani ibâdetlerimizden lezzet almaya devam ederiz. Ramazân-ı şerîfi bütün seneye yaymaya muvaffak oluruz. Kulluğumuzu, son nefese kadar sebatla devam ettirmek için ümitvâr oluruz.

Ramazân-ı şerîfi ömrümüze yaygınlaştırabilmek, şu hasletleri elde edebilmek demektir:

  • Hayatın med cezirleri karşısında; sabır taşını çatlatmamak, bilâkis ondan gül goncaları elde edebilmek.
  • Hassas bir gönle sahip olabilmek, yemekle değil yedirmekle doyabilmek, bu şekilde rûhu safâya erdirebilmek.
  • Affa nâil olabilmek için affetmenin lezzetine kavuşabilmek. Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:

“İyilikle kötülük bir olmaz.

Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle!

O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” (Fussilet, 34)

  • Duâ hâlinde yaşamak, aczini idrâk edebilmek, hayatı arz-ı endâm değil, arz-ı hâl içinde yaşayabilmek.
  • Hayatın her safhasında örnek olabilmek. Bilhassa nezâket, zarâfet ve hassâsiyette mesafe alabilmek.
  • Yüreğimizi maddî ve mânevî hizmetlere medâr olacak bir dergâh hâline getirebilmek.
  • İrşad bekleyenleri irşâd edebilmek… Çünkü toplumda irşad bekleyen niceleri, kendilerini irşâd edecek gönüllere muhtaç…

Bu vasıfları kazanabilmemiz için şu hakikati gönlümüze nakşetmeliyiz:

KULLUK BİR ÖMÜR

Rabbimiz buyurur:

وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتّٰى يَاْتِيَكَ الْيَق۪ينُ

“Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibâdet et!” (el-Hicr, 99)

Nitekim Abdülkādir Geylânî Hazretleri, başından geçen bir hâli şöyle anlatmıştır:

Bir gün gözümün önünde bir nur peydâ olmuş ve bütün ufku kaplamıştı. «Bu nedir?» diye bakarken, nurdan bir ses geldi ve;

“–Ey Abdülkādir, ben senin Rabbinim. Bugüne kadar yaptığın amel-i sâlihlerden öyle hoşnudum ki, bundan böyle sana haramları helâl eyledim!” dedi.

Ancak hitap biter bitmez, ben bu sesin sahibinin şeytan -aleyhillâne- olduğunu anladım ve;

“–Çekil git ey mel‘un! Gösterdiğin nur, benim için ebedî bir zulmettir/karanlıktır!” dedim.

Bunun üzerine şeytan;

“–Rabbinin sana ihsân ettiği hikmet ve firâsetle yine elimden kurtuldun! Hâlbuki ben yüzlerce kimseyi bu usûl ile yoldan çıkarmıştım.” diyerek uzaklaştı.

Abdülkādir Geylânî Hazretleri; şeytanın bu hilesini nasıl anladığını soranlara, şöyle cevap verdi:

“–«Sana haramları helâl kıldım.» demesinden!..”

Zira bir kul; bir müddet işlediği sâlih amelleri ve güzel ahlâkı sebebiyle helâl ve harama riâyet mükellefiyetinden muaf tutulacak olsaydı, evvelâ Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz muaf tutulurdu. O’na dahî böyle bir imtiyaz tanınmadığına göre, hiç kimseye de tanınacak değildir.

İlâhî tâlimatlara riâyet içinde makbul bir kulluk, son nefese kadar devam edendir.

Öyleyse; sadece mübârek zamanlarda ibâdetlerle meşgul olup akabinde ihmalkâr ve gevşek hâle dönmek, Cenâb-ı Hakk’ın râzı olacağı ve kabul edeceği bir kulluk olmaz.

Bilâkis;

Muhafaza etmemek, o mübârek zamanlarda emek emek yapılan sâlih amellerin de ziyânına sebebiyet verir. Rabbimiz bu hakikati şu teşbihle beyan buyurur:

“…İpliğini sağlamca büktükten sonra, çözüp bozan kimse gibi olmayın!..” (en-Nahl, 92)

Yıkanmış tertemiz olmuş, elbiselerini de tertemiz hâle getirmiş bir kişi; yeniden sokakların kirli sularına dalarsa, elbette o temizliği ziyân etmiş olur. O temizlik zamanından geriye bir hüsran ve nedâmet kalır.

Bu sebeple;

Ramazân-ı şerifte o mübârek zamanlardan istifâde etmek için gösterilen gayreti, devamında da Ramazan’da elde edilen seviyeyi muhafaza için göstermek îcâb eder.

MUHAFAZA YOLLARI

Gücü ve sıhhati müsait olanlar için Şevval ayında altı gün oruç tutmak; devamında da Zilhicce, âşûrâ, eyyâm-i biyd oruçlarına devam edebilmek; Ramazân-ı şerifteki oruç ve riyâzat şuurunu seneye yaymaya vesile olur.

Bilhassa orucu bütün âzâlara tutturabilmek; oruçlu olunmayan zamanlarda da, gözü, kulağı, dili ve gönlü muhafaza etmeyi devam ettirebilmek, Ramazân-ı şerîfin kabulüne ne güzel bir alâmet olur.

Nitekim Hazret-i Mevlânâ ne güzel söylemiştir:

“Öyle bir abdest al ki, hiç bozulmasın. Öyle bir namaz kıl ki, hiç bitmesin. Âşığa beş vakit namaz yetmez. Beş yüz bin vakit ister. Gerçek âşık, vuslatın bitmesini hiç ister mi?..”

İbâdetlerin üzerimizdeki tesiri ve tecellîsi, o ibâdetleri sevdiğimiz ve onlara râm olduğumuz nisbette tezâhür eder. Hocamız Nurettin TOPÇU bunu îzah sadedinde derdi ki:

“Esas mârifet «bir vecd ile bin secde» edebilmektir.”

Yani bir vecdin tezâhürü ile bin secdenin îfâsına, heyecanına ve mâneviyâtına nâil olmak.

Bir hadîs-i şerifte;

“Eğer kullar, Ramazân’ın fazîletlerini bilselerdi, bütün senenin Ramazan olmasını temennî ederlerdi…” buyuruluyor. (Heysemî, c. III, sf. 141)

Bütün seneyi oruçlu geçirmek; kâh ehemmiyetini kaybettirip tabiî bir alışkanlığa döneceğinden kâh herkesin tâkati yetmeyeceğinden ya da avam insanda bıkkınlık oluşturabileceğinden dolayı makbul değildir. Nitekim bu hikmetler sebebiyle Hazret-i Dâvûd’a bile Cenâb-ı Hak bütün sene oruca müsaade etmemiş, bir gün tutup bir gün yemeye izin vermiştir.

Diğer taraftan Allah yolundaki hizmet ve gayretler, zaruret hâllerinde nâfile ibâdetin önüne geçer. Asr-ı saâdette yaşanan şu hâdise bu hakikatin ifadesidir:

Sıcağın pek şiddetli olduğu bir seferde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbı, uygun bir yerde konaklamışlardı. Sahâbenin bir kısmı nâfile oruç tutuyordu. Oruçlu olanlar yorgunluktan uykuya daldılar. Oruçlu olmayanlar ise, abdest için su taşıdılar ve gölgelenecek çadırlar kurdular. Ancak iftar vakti geldiğinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“–Bugün, oruç tutmayanlar (daha fazla) ecre nâil oldu.” buyurdular. (Müslim, Sıyâm, 100-101)

Çünkü oruç tutmayanlar, vazifeleri canlı bir şekilde yerine getirdiler. Oruç tutanlar ise bîtap düştüler, kendileri hizmete muhtaç vaziyette olduklarından pek bir şey yapamadılar.

Yani;

Nâfile ibâdetler, farz olan hizmetlere engel olmamalıdır.

Günümüzde ise en mühim hizmet, «müsterşidi irşâd etmek»tir. İrşad bekleyenler pek çok iken, onları hakkıyla ve aşk ile irşâd edecek liyâkat ve gayrette olanlar maalesef çok azdır.

İşte bu mânâdaki gayretler, ancak Ramazân-ı şerif vecd ve rûhâniyetiyle hâsıl olabilecek bir vasıf ister. Bundan dolayıdır ki;

Ramazân-ı şerîfin rûhâniyet ve lezzetini bütün seneye yaymaya gayret etmek, dâimâ o mübârek mevsimin aziz hâtırasını gönlümüzde diri tutmak mümkündür ve makbuldür.

Bu şuurla;

Sahur dışında da seher vaktinde kalkmaya, teheccüd ve zikrullah ile o vakti değerlendirmeye devam etmek; gecenin feyzini gündüzlere aktarmaya ve daha doğrusu nefsânî arzuları bertaraf etmeye vesile olur. Böylece kendisini faydasız ve boş şeylerden, havâtırdan, gafletten ve günahlardan muhafaza ve sıyânet gerçekleşir.

Gündüzleri de o feyzi kurutacak menfîliklerden, günahlardan ve gafletlerden uzak durarak, gündüzün takvâsı ile geceye hazırlanmak îcâb eder.

Böylece gece ve gündüz birbirini mâneviyat ve feyizle takviye ederek âdetâ vardiya değişirse, gönül âlemimizdeki kazanılmış seviyeyi muhafaza etmek müyesser olur.

Bir kimse İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne;

“–Gece ibâdetine kalkamıyorum, bana bir çare öğretir misiniz?” diye sormuştu.

Hazret şu cevabı verdi:

“–Gündüzleri Allâh’a isyân etme; geceleri O seni huzûrunda durdurur. Geceleyin O’nun huzûrunda bulunmak, yüce bir şereftir. İşte bu şerefi günahkârlar hak edemezler!..”

Hak dostunun işaret ettiği hadîs-i şerif şöyledir:

شَرَفُ الْمُؤْمِنِ قِيَامُهُ بِاللَّيْلِ

“…Mü’minin şerefi geceleri kāim olmasındadır…” (Hâkim, IV, 360-361/7921)

Kezâ;

Hayır hasenatta bulunmak da sadece Ramazân’a mahsus bir ibâdet değildir. Müslüman, müslümana her mevsimde emânettir. Merhamet ve cömertlik, bir mü’minin her zaman fârikası olmalıdır.

Bilhassa bu sene, salgından korunma tedbirleri sebebiyle içtîmâî vazifelerimizin bir kısmını bizzat yerine getiremedik. Bizzat sofralar açamadık. Sıla-i rahim ve benzeri vazifelerimizi, mahdut bir şekilde edâ edebildik. Tedbirlerin kalkmasından sonra bunları âdetâ kazâ etmeyi, gönül âleminde niyetimize almamız gerekir. Tedbirler devam ettiği müddetçe de, bu hizmetleri bizim vekâletimizle yerine getiren vakıf ve müesseselere maddî ve mânevî destek olmaya devam etmeliyiz.

Tabiî ki bütün bu tavsiyeler, ibâdet şevk ve lezzetini alan bir gönül için kolaydır. Ramazân-ı şerifte; lutf-i ilâhî, o lezzeti almaya başlamış isek, ne yapıp etmeli, onu kaybetmemeliyiz.

O lezzeti kaybeden bedbahtlara ise, ibâdetler çok ağır gelmeye başlar.

Nitekim namaz hakkında âyet-i kerîmede buyurulur:

“Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Şüphesiz o (namaz), huşû sahipleri (Allâh’a tâzimden dolayı kalbi ürperenler) dışında herkese zor ve ağır gelen bir vazifedir.” (el-Bakara, 45)

Kula, huşûu ve ibâdet lezzetini kaybettiren hususlar ise;

  • Gafletlerdir…
  • Haram ve şüpheli lokmalardır…
  • Gözlerin şeytânî vitrinlere kaymasıdır…
  • Kulaklara çirkin söz ve gıybetlerin dolmasıdır…
  • Gönlün, Allah’tan uzaklaştıran şeylere meyletmesidir…

Abdülkādir-i Geylânî Hazretleri; yenilen lokmaların, insanın iç dünyası üzerinde ne kadar hayâtî bir tesiri bulunduğunu şöyle ifade eder:

“Haram yemek, kalbi öldürür; helâl yemek ise ihyâ eder.

  • Lokma var seni dünya ile,
  • Lokma var seni âhiret ile meşgul eder.
  • Lokma var, seni Allah Teâlâ’ya rağbet ettirir.”

ÖMÜR BİR MEÇHUL!

İnsan ömrü, ebedî hayatı kazanmak için yegâne sermâyedir. O sermâyeyi hebâ etmek ise, israfların en büyüğüdür.

Ömrün sonu, yani ecel meçhuldür ve herkes için farklıdır. Önünde uzun bir ömür olduğunu zanneden kişi; bir mezarlığa gitse, akranı ve kendinden de genç nice insanların ömür defterini kapatıp, kabir âlemine intikal ettiğini görecektir.

Şeytan -aleyhillâne-; Allâh’ın affıyla, mağfiretiyle kandırır;

“–Nasıl olsa tevbe edersin, bir Ramazan daha gelir…” diyerek gafletlere meylettirir.

Hâlbuki; bu sene Ramazân-ı şerîfi idrâk edenlerin bir kısmının ömrü, seneye Ramazân’a erişemeyecektir.

Ramazân-ı şerîfi ihyâ edenleri Cenâb-ı Hakk’ın affedeceğine dair hadîs-i şeriflerdeki va‘dler elbette ki haktır. Ancak duâ ve ibâdetlerimizin de Allâh’ın kabulüne muhtaç olduğunu unutmamamız îcâb eder.

İnşâallah Rabbimiz kabul buyurur. Fakat kabul buyursa dahî, borçlar ve kul hakları bu affın dışındadır. O hâlde, mutlaka kul hakkına âzamî riâyet etmeliyiz. Âhirette rezil ve rüsvâ olmanın, dünyada rezil olmaktan beter olduğunu unutmayarak, üzerimizde hakkı olanlarla helâlleşmeliyiz.

Çünkü Allah Teâlâ, kul hakkını affetmiyor. Mahşere kalan kul hakları, kullar için orada büyük bir âfettir. Şöyle ki;

Mahkeme-i kübrâda kul hakları muhâkeme edilecek, hakkın bedeli olarak; işlenen sâlih amellerin sevâbı hak sahiplerine verilecek, bunlar da yetmezse, hak sahiplerinin günahları, kul hakkına girenlere yüklenecektir.

Dolayısıyla bu dünyada kul haklarını titizlikle îfâ ederek, huzûr-i ilâhîye çıkmalıyız ki; Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz af ve merhameti, mahşer gününde bizleri rahmetiyle kuşatsın.

Unutmamalıdır ki;

Ömür uzun da olsa izâfî olarak pek kısadır. Onu insan; kıyâmet, mahşer ve hesabın zorlukları karşısında idrâk edecektir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

اِلَّا عَشِيَّةً اَوْ ضُحٰيهَا

(İnsanlar) kıyâmeti gördükleri gün dünyada ancak bir akşam yahut bir kuşluk vakti kadar kalmış olduklarını sanırlar…” (en-Nâziât, 46)

Bu minvaldeki ilâhî tâlimatların bize mesajı şudur:

“Dünyada; kulluğu, tâati, ilâhî tâlimatlara riâyeti gözünde büyütme!.. Yolun sonunda öyle bir hesap ile karşılaşacaksın ki, bütün ömür sana kısacık gelecek. «Ne olurdu o kısacık ömrü tâatlerle geçirseydim!» diyeceksin.

Fakat dünyada iken bu idrakten mahrum olduğun için; sana ömür uzun geliyor, kulluktan sıkılıyor, tevbeleri erteliyorsun!.. Eğer derhâl hâlini ıslah etmezsen, yarın çok; «يَا لَيْتَ / Âh keşke!» dersin lâkin bu nedâmetten dolayı eline hüsrandan başka hiçbir şey geçmez!..”

Hikmet ehli zâtlar, şöyle hulâsa etmişlerdir:

اَلدُّنْياَ سَاعَةٌ، فَاجْعَلْهَا طَاعَةً

“Dünya bir anlık zamandır, o kısacık ânı da ibâdetle geçirmeye gayret et!..” (İmam Gazâlî, Mükâşefetü’l-Kulûb, s. 166)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, ömrün en güzel şekilde değerlendirilmesi ve ziyân edilmemesi sadedinde şöyle buyurdu:

“–Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur.”

Ashâb-ı kiram sordular:

“–O pişmanlık nedir yâ Rasûlâllah?”

“–(Ölen), muhsin (ihsan sahibi, hayır ehli, sâlih) bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artıramamış olduğuna; şayet kötü bir kişi ise, kötülükten vazgeçerek hâlini ıslah etmediğine pişman olacaktır.” cevabını verdiler. (Tirmizî, Zühd, 59/2403)

Öyleyse;

Ölüm gelmeden evvel, fırsat eldeyken, bütün gayretimizle bol bol amel-i sâlih işlemeye çalışmalıyız. Zira amel defterini hasenelerle tezyîn etmek için gün bugündür. Ecel gelip çattıktan sonra ne kabirde ne de mahşerde sâlih amel işleme imkânımız olmayacak.

SOĞUTMAMAK

Ramazan kıvâmını muhafazanın bir sırrı da, araya bir inkıtâın girmesine imkân bırakmamaktır.

İnsan; tabiatındaki «ünsiyet ve nisyan» sâikıyla, tıpkı içine girdiği kabın şeklini alan su gibi, girdiği hâlin ve mekânın hissiyâtına bürünür.

Ramazan gibi mânevî iklimlerde, o mâneviyâtın içine girer; fakat sonrasında zıt hâl ve mekânlara girerse, yavaş yavaş o şartlara inkılâb eder.

Yani kul;

“Bir aydır ibâdet ediyorum; biraz da mola vereyim, biraz da ihtimam ve dikkat ayarlarımı gevşeteyim.” derse, o verilen inkıtâ kalbinde soğukluk meydana getirir. Mola, zannettiği gibi kısa olmaz ve kayıplar büyür.

İnsan tabiatı, tekerrür eden bazı vazifelerden sıkılabilir. Bunun çaresi, kulluktan çıkmak değil; vazifenin nev‘ini ve sahasını değiştirmektir. Bilhassa sâlihlerle beraber olmaktır. Onların rûhâniyetlerinden in‘ikâs alabilmektir.

Bunun içindir ki Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, eldeki zamanın kıymetini bilip hayırda yarışmayı teşvik eder ve ashâbına sık sık;

“Bugün Allah için bir yetim başı okşadınız mı?

Bir hasta ziyaretine gittiniz mi?

Bir cenâze teşyîinde bulundunuz mu?” diye sorardı. (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 12)

İbâdet ve hayırlı işlerin birini bitirip hemen diğerine koşmak; herhangi bir zamanın ibâdetsiz ve hayırdan uzak geçmesine fırsat vermemek demektir.

Kur’ânî tâlimat ne güzeldir:

“Bir (hayırlı) işi bitirince, hemen başka bir (hayırlı) işe giriş! Hep Rabbine yönel!” (el-İnşirâh, 7-8)

Bu meselede dikkat edilecek nokta, nefsi hayırlarla meşgul etmektir. Çünkü boşlukları şeytan doldurur.

İmam Şâfiî Hazretleri buyurur:

“Kendini Hak ile meşgul etmezsen, bâtıl seni meşgul eder.”

Büyüklerin hayatında, bu ibâdet ve hayırlı faaliyet çeşitliliği görülür. Halîfe Ömer -radıyallâhu anh-, Medine sokaklarında sırtında fukarâya erzak taşır. Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, yetimlerin keçilerini sağar. Onların geceleri evrâd ile, gündüzleri vazifeyle doludur. Fakat en küçük boşlukları da fazîletlerle doldururlar.

ZAMANA KIYANLAR

Maalesef devrimizde; insanı oyalayan, kıymetli vakitleri israf eden meşgul ediciler aşırı derecede arttı. Herkesin elinde cep telefonları, televizyon ve internet… Saatlerce oynanan oyunlar, pek çoğu zararlı ve mâlâyânî programlar… O ekranlardan gönüllere empoze edilen şahsiyeti kaybettirici modalar, reklâmlar ve seyrettirilen şeytânî vitrinler… Neticesinde, aile münasebetleri zayıflıyor, beyinler dumûra uğruyor ve gönüller bulanıyor. İnsanlar, internetin robotu hâline geliyor.

Tedbirler muhtevâsında evde kalmak da; maalesef dikkat etmeyenler için, bu ekranlara müptelâlığı artırdı.

Hâlbuki, evde bulunmak; Kur’ân tilâveti, faydalı kitaplar okumak ve aileyle sohbetler gerçekleştirmek gibi faaliyetler için bulunmaz bir fırsattır.

Vaktini ziyandan korumak isteyen bir mü’min, bu cihazları ihtiyaç kadar kullanmalıdır. Kullanırken de, Kur’ânî tâlimatlara riâyet etmelidir.

Unutulmamalıdır ki; gerçek hayatta haram ve günah olan, elbette internet dünyasında da haram ve günahtır.

İbâdet ve tâatlerden, hayırlı meşgaleleri devam ettirmekten sıkılan gafil nefis; bu gibi oyalayıcı şeylere kolayca meyleder. İmam Gazâlî Hazretleri; nefsi azgın bir ata, rûhu da süvariye teşbih ederek şöyle buyurur:

“Atını terbiye eden süvariyi, atı istediği menzile götürür. Lâkin terbiyesi ihmal edilen bir atın, süvarisini uçurumdan aşağıya atması kaçınılmazdır.”

Dolayısıyla;

Nefsi terbiye ve tezkiye zarûrîdir.

İdrâk etmelidir ki; ömür, bir defaya mahsus verilmiş bir imkândır. Bu imtihanın tekrarı yoktur. Her şey parayla satın alınabilir, vakti satın alabilecek bir servet bulunmaz.

Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi;

“Asıl büyük israf, aziz ömrünü harcamandır; çünkü bir anlık ömür, yüz binlerce kuruşa alınamaz.

Yâkutlar, vakitlerle alınabilir ama, vakitler yâkutlarla alınamaz.”

Cenâb-ı Hak; cümlemizi hakkı hak bilip, ona ittibâ ve bâtılı bâtıl bilip ondan içtinâb edenlerden eylesin!..

Bize lutfeylediği kıymetleri, muhafaza edebilmemizi de nasip buyursun.

Âmîn!..