İslâm’da Mâneviyat (Kur’ânî Tâlimatlar 26)

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2021 Ay: Şubat, Sayı: 192

HİZMETLE GELEN DUÂ

Sâmi Efendi Hazretleri, Dârulfünûn’da hukuk tahsilini ikmâl etmiş bir genç idi. Memleketine dönmeye hazırlandığı günlerde, Bâyezid Meydanı’nda bir Allah dostuyla tanıştı. Bu zât, tahsilini öğrenince kendisine şu telkinde bulundu:

“–Sizi yeni bir tahsile başlatmama müsaade eder misiniz?”

Bu tavsiyeyi kabul eden Sâmi Hazretleri, M. Es‘ad Erbîlî Hazretleri’nin dergâhına intisâb etti.

İlk dersi kimseyi «incitmemek», son dersi de «asla incinmemek» olan bu mâneviyat tahsiline başlayan Sâmi Hazretleri; dergâhın genç bir hizmet eri oldu. Dergâhta bulunan kadîm müridler bile ona hayran oldu.

Dergâhtaki umûmî hizmetlerin yanında, daha husûsî hizmetler gerektiğinde de yine genç Sâmi Efendi ilk koşanlardan olurdu.

Es‘ad Efendi’nin müridleri arasında, mânevî derecesi çok ilerilerde olan Cide Müftüsü Hüseyin Efendi de bulunmakta idi. Hayli yaşlanmış olan müftü efendi hastalanmış, bakımı da çok güç hâle gelmişti. Dergâhta bu yaşlı zâtın memleketine, evlâtlarının yanına gönderilmesi istenince Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh-;

“–Müsaade edilirse bu mübârek zâtın bakım ve hizmetini yapmak isterim!” dedi ve bu hizmeti de büyük bir edep ve hassâsiyetle îfâ etti.

Bu hâlis niyet ve nâzik hizmetin karşılığı olarak da müftü efendinin şu duâsına mazhar oldu:

“Allâh’ım! Bu yaşıma kadar bu kuluna ikrâm ettiğin mânevî lütuf ve ikramların hepsini aynen bu genç evlâdımıza da ikrâm eyle!..”

Allâh’ın kullarına hizmet, mâneviyat tahsilinin en bereketli yollarından biridir. Şâh-ı Nakşibend Hazretleri de; üstâdı Emir Külâl Hazretleri’nin emriyle, yıllarca sokak hayvanlarına, hastalara hizmet etmiş ve yolları süpürmüştü. Nâil olduğu mânevî derecâtın, en ziyâde bu hizmetler vesilesiyle olduğunu ifade ederdi.

HÂL MECLİSLERİ

Rahmetli pederim Musa Efendi; daha çocuk yaşlarımda olmama rağmen, zaman zaman beni de Mahmud Sâmi Efendi Hazretleri’nin sohbetlerine götürürdü. Yaşım itibarıyla sohbeti kâfî derecede anlayamasam da oradaki mânevî havanın, o feyz ve rûhâniyetin tesiri altında kalırdım.

Şu husus ise dikkatimi celbederdi:

Bu sohbetlere her kesimden insan katılırdı. Devrin ulemâsı; son Osmanlı bakıyyeleri Bekir Hâki Efendi, Ömer Nasûhi Efendi, Fuad (ÇAMDİBİ) Efendi gibi âlim zâtlar da iştirâk ederlerdi.

Ben; «Bu zâtlar, bildikleri mevzuları tekrar dinlemek için mi gelmişler?» diye hayret ederdim. Zaman içinde farkına vardım ki; bu sohbetler «ilim tahsili» değil, «hâl alma» meclisleri imiş.

Sâmi Efendi Hazretleri; sohbetlerinde de asıl ilmin, Allah Teâlâ’nın kudret ve azametini kalpte hissetmek olduğunu ifade ederler ve bu ilme sahip olmanın şerefini her vesileyle hatırlatırlardı.

Mahmud Sâmi Hazretleri 12 Şubat 1984 tarihinde Medîne-i Münevvere’de Hakk’a irtihâl ettiler. Vefatlarının ardından 37 sene geçti. Her sene nice hatimler, nice tevhid, zikir ve salevatlar okunup mübârek ruhlarına bağışlanıyor. Hak dostları için Cenâb-ı Hak bir sevgi halk eder.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمٰنُ وُدًّا

“Îmân edip de sâlih ameller işleyenlere gelince; Rahmân olan Allah, onlar için (gönüllerde) bir meveddet (sevgi) yaratacaktır.” (Meryem, 96)

Hazret-i Mevlânâ, Şâh-ı Nakşibend, Aziz Mahmud Hüdâyî, Hâlid-i Bağdâdî ve emsâli bütün Hak dostları; vefatlarından sonra asırlar geçse de bu sevgi vesilesiyle, gönüllerde irşadlarına devam ediyorlar. Eserleri ellerde ve dillerde dolaşıyor. Türbeleri ziyaretçilerle dolup taşıyor.

Bu vesileyle;

Feyizli eserlerinde geçen bazı tavsiyelerini zikredelim:

TEZKİYE ve İNFAK BERABERLİĞİ

“İnfak, insanların derecelerine göre farklı farklıdır.

Avâmın infâkı yalnızca malını vermektir ki, mükâfâtı cennettir.

Havâssın infâkı malını infâk etmekle beraber nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye etmektir ki, ecri kıyâmet gününde Cemâlullâh’ı müşâhede nimetine nâiliyettir.

Bu sebeple mü’mine yakışan, malını infâk ederken nefsini de temizlemek ve kalbini Allâh’a tahsis etmektir. Kalbinde mal ve dünya sevgisi bulunan bir mü’min, îmânın zevkine ve kemâline eremez. Cimrilikten sakınmak ve elinde bulunan mal nisbetinde cömert olmaya çalışmak da mü’minliğin şiârındandır.”

İnce bir hikmettir:

İlâhî emir ve yasakların -avam ve havâs- bütün insanlığa teklif edilen asgarî seviyesi olan şerîatte;

«‒Senin malın senin, benimki ise benimdir.» anlayışı geçerlidir.

Kalben istîdatlı kimselerin sülûk ettiği mânevî olgunlaşma yolu olan tarîkatte ise bu bakış açısı;

«‒Senin malın senin, benimki de -Hak rızâsı için- senin.» şeklinde bir fedâkârlık mâhiyeti kazanır. Cömertlik ve diğergâmlık, mânevî bir lezzet hâline gelir.

Bunun da ötesinde, Hakk’ın seçkin kullarının erişebildiği hakikat ikliminde ise;

«‒Ne senin malın senin, ne de benim malım benim; hepsi Allâh’ındır!» telâkkîsine ulaşılır.

Nitekim âyet-i kerîmede; bir îman ve infak testi mâhiyetinde, şöyle buyurulur:

“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe asla birre (hayrın zirve seviyesine) ulaşamazsınız.” (Âl-i İmrân, 92)

Bu ölçüye riâyet edilerek yapılan bir infak, aynı zamanda mükemmel bir tezkiyedir.

Zaten;

Zekât kelimesi ile tezkiye kelimesi aynı köktendir. Zekât; servetin içinden fakirin hakkını teslim etmek sûretiyle malı temizlediği gibi, infâkı huzûr-i kalple edâ edebilmek de gönlü cimrilik ve vicdansızlık gibi menfî duygulardan temizler.

İnfâk eden kişi, kendisini test etmelidir:

Nasıl veriyor?

Bir lütufta bulunuyor gibi horlayıcı bir edâ ile mi, yoksa infâkının kabul edildiğine teşekkür edâsı ile mi?

Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri der ki:

“Veren, alana bir teşekkür edâsı içinde olmalıdır. Çünkü alanın nasîbi, dünyevî ihtiyacın giderilmesidir. Verenin nasîbi ise uhrevî ve sonsuz lütuflar ile ilâhî rızâdır.

Böyle olunca veren, daha kârlı durumdadır. Onun için de muhatabına teşekkür etmelidir.”

Bilhassa zekât veren kişi unutmamalıdır ki; infâkı kabul eden kişi sayesinde, bu ibâdeti yerine getirebilmekte ve bununla Hakk’ın rızâsına talip olmaktadır. Bu bakımdan fakirler, zenginler için büyük bir nimettir.

Yine infâk eden kendisini murâkabe etmelidir:

Sevinerek mi veriyor, yoksa malım azaldı zannederek üzülüyor mu?

Sevinerek infâk edebilmenin zirvesi Rasûlullah Efendimiz’dir.

Hayber’in fethinden sonra Rasûlullah Efendimiz’in imkânları genişlemişti. Mübârek hâneye ganîmetlerin beşte biri geliyordu. Lâkin gelen imkânlar doğruca fukarâya dağıtılıyor, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in evinde yine sıcak yemek pişmiyordu. Hazret-i Âişe Vâlidemiz bildiriyor:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in aile efrâdı; Medine’ye geldiği günden vefât ettiği güne kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Müslim, Zühd, 20)

Diğer bir rivâyette de şöyle devam ediyor:

“Dilesek doyabilirdik. Fakat Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendinden ferâgat ederek, yani mü’min kardeşini kendine tercih ederek îsarda bulunurdu.” (Beyhakî, Şuab, III/62 [1396])

Çünkü Rasûlullah Efendimiz, elinde bulunanı dağıtmadan huzur bulamazdı. Kendi aç dahî olsa, açlığını unutur, açları doyurmanın hazzıyla doyardı. Muhtaçların ızdırâbını dindirmek, onun için en büyük mânevî lezzet idi. Rûhunun doyması, O’na midesinin açlığını unutturuyordu.

Hak dostlarından Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nin, fakirlik zamanında yanına bir aç geldi. Kendisi de aç olmasına rağmen onu yemek satılan bir yere götürdü. Başındaki sarığı verip, onun karnını doyurdu.

İnfak, nâil olunan her imkânın mahrumlara da ulaştırılmasıdır. Sadece maddî değil mânevî infak da olur.

Mahmud Sâmi Efendi Hazretleri, dînî ve mânevî eğitimin maalesef tamamen ortadan kalktığı bir devirde irşâdına başladı. Büyük fedâkârlık ve cesaretle; Anadolu’yu kasaba kasaba, şehir şehir dolaştı. O ve onun gibi Hak dostlarının ve hocaefendilerin gayretleriyle, buz tutmuş zemin yeniden ısındı. Yeniden rahmet insanları yetişti.

Bugün memleketimizden, elhamdülillâh dünyadaki kardeşlerimize elimizden geldiğince maddî ve mânevî yardım elini uzatma imkânı hâsıl oldu.

Lâkin gerek memleketimizde, gerekse dünyada muhtaçlar çok. Maddî açlar da çok, mânevî muhtaçlar da çok.

Küresel güçler dünyaya bir câhiliyye devri yaşatmakta. Suriye, Yemen, Libya ve Myanmar gibi İslâm beldeleri âdetâ bir çadır hapishânesine; devâsâ birer sahrâ hastahânesine döndü. Âlem-i İslâm, büyük mahrumiyet içinde kaldı. Afrika’da bir yanda açlık ve kuraklık, bir yanda sömürgeci devletlerin enkazı… Her taraftan mânevî feryatlar yükseliyor.

Bir mü’min, kardeşinin derdiyle dertlenmelidir.

Gönlüyle bu ızdırapları duyup; eliyle, diliyle ve bütün imkânlarıyla imdâda koşmalıdır.

Hak dostlarından Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri der ki:

“Türkistan’dan Şam’a kadarki sahada, (yani İslâm âleminin herhangi bir yerinde) birinin parmağına batan diken benim parmağıma batmıştır; birinin ayağına çarpan taş, benim ayağımı acıtmıştır; bir kalpte hüzün varsa, o kalp benim kalbimdir.”

Bu hâl;

“Müslümanlar tek bir vücudun âzâları gibidir.” (Bkz. Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66) hadîs-i şerîfinin derinden yaşanmasıdır.

Aynı duyguları, Hazret-i Mevlânâ’ya da Şems Hazretleri kazandırmıştır. Şems ile karşılaştıklarında Mevlânâ Celâleddin, Selçuklu Medresesi’nin büyük bir müderrisiydi. Şems’in ona öğretebileceği zâhirî bir ilim yoktu. Fakat Şems, Mevlânâ’ya onun ilmini yeşertecek olan gerçek ve coşkun muhabbeti öğretti. Nefes-i Rahmânî’yi tâlim etti. Engin bir merhamet ve şefkati onun kalbine nakşetti. Hazret-i Mevlânâ şöyle anlatır:

“Şems -rahmetullâhi aleyh- bana bir şey öğretti:

«Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin!»

Ben de biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben artık ısınamıyorum!..”

Beden; elbiselerle, battaniyelerle ısınır. Fakat vicdan üşüyorsa? O ancak şefkat ve merhamet mahsûlü hizmetlerle, kalbin Hakk’a yaklaşmasıyla huzura erebilir.

GAYRETLERİ ARTIRMA ZAMANI

Her yıl Rabbimiz’in lutfuyla teşrif edip kalbî hayatımızı kuvvetlendirmeye vesile olan üç aylar da bizi bu seferberliğe teşvik edecek rûhânî ve mânevî bir iklimdir, bir ikram mevsimidir.

Ömrün her ânı kıymetlidir. Âhireti kazanma sermâyesidir. M. Sâmi Hazretleri şöyle der:

“Bütün himmetinizi, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmaya sarf edin! Nefsin hazlarına takılıp kalmayın! Vakitleri boş geçirmekten şiddetle sakının! Ehl ü iyâlinize şefkatle muâmele edin!

(Bilhassa âhiretleri hakkında şefkatli olun! Âhirete hazırlamak, ona göre eğitmek; bir evlâda gösterilecek en büyük şefkattir.)

Âhireti kazanma iştiyâkı, dünyadaki çalışmalarınızdan çok daha ötede olsun! Dünya nimetlerine aldanmanın neticesi, cennet nimetlerinden mahrumiyet ve nedâmetten başka bir şey değildir.”

Bu hikmetli sözler bizi şöyle bir muhasebeye davet ediyor:

DÜNYAYA NE KADAR, ÂHİRETE NE KADAR?

Bu dünyada maîşetimizi kazanmak, evlâd ü ıyâlimize bakmak için çalışacağız. Buna vesile olacak bir iş veya meslek kazanmak için tahsil de göreceğiz. Lâkin bu dünya gāilesi o hâle geliyor ki, dünyaya gelişin gerçek vazifesini unutturuyor. Çünkü dünyaya hâkim olmaya çalışan câhiliyye anlayışında âhiretin yeri yok. Böyle sadece dünyaya batmış bir hayat anlayışı, bir müslümanın hayat tarzı olamaz.

Müslümanın gözü dâimâ âhirettedir. Tahsili de, çalışması da, kazanması da, hizmeti de, gayreti de hepsi uhrevî bir gaye, mânevî bir maksada mebnîdir.

Çünkü İslâm, birkaç ibâdeti yapıvermekle tamamlanacak bir din değildir. Bilâkis İslâm; hayatın her safhasını ihâta eden, hayatı ihyâ ederek tanzim eden bir kaideler manzûmesidir. Bu kaidelere riâyet ederek yaşanan bir hayat, mü’mini rahmet insanı hâline getirir.

Cenâb-ı Hak bizi öyle bir rahmete ümmet kıldı ki, o rahmetin teşekkürü olarak biz de bir rahmet insanı olmalıyız.

ÖYLE BİR RAHMET Kİ

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i bütün âlemlere rahmet olarak gönderdi.

Öyle bir rahmet ki, her varlık O’nun hürmetine yaratıldı ve O’na olan muhabbeti nisbetinde Hak katında kıymet buldu.

Öyle bir rahmet ki; şefkat ve merhameti, bütün insanlığı, hattâ bütün mahlûkātı kuşattı.

Öyle bir rahmet ki; bütün dimağlara ve gönüllere ebedî bir âb-ı hayat mesâbesinde ilim, irfan, hikmet ve aşk menbaı olarak Cenâb-ı Hak tarafından en müstesnâ vasıflarla sonsuz bir feyz ü bereket kaynağı olarak ihsan buyuruldu.

Öyle bir rahmet ki, O’nunla sonsuz hidâyet rehberi Kur’ân ikrâm edildi.

Öyle bir rahmet ki; Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın en sevgilisi, Habîb’i, mîrac bahşettiği Rasûlü oldu.

Öyle bir rahmet ki, O olmasa bütün âlemler ıssız çöllere dönerdi.

Öyle bir rahmet ki, yaratılışın başlangıcı O’nun nûru ile vücut buldu. Küre-i arzda zuhûr eden bütün peygamberler, O’nun nûrunun feyz ve berekâtını taşımışlardır.

Öyle bir rahmet ki; nerede bir güzellik varsa, O’ndan bir akistir. Âlemde bir çiçek açılmaz ki, O’nun nûrundan olmasın! Zira O olmasaydı, hiçbir şey vücut bulmazdı. O ki; solmayan, aksine gün geçtikçe tazelik ve tarâveti daha da artan, serâpâ nurdan ibaret bir gonca-i ilâhî…

Öyle bir rahmet ki, O’nun değerini ve kadrini bizzat Allah Teâlâ anlatıyor. Hem de O’na salât ederek…

O rahmete muhabbetle ittibâ ederek; O’nun sünnet-i seniyyesini, ahlâk-ı hamîdesini yaşamaya gayret ederek bir rahmet insanı olmak, O’na ümmet olmanın vefâ borcudur.

Zira Rasûlullah Efendimiz’i en çok sevindirecek, mübârek sîmâlarını en ziyade tebessüm ettirecek husus; ümmetinin hidâyete, istikamete ve takvâya nâil olmasıdır.

Rahmet insanı, evvelâ kendisi o rahmete gark olacak. Kendisini takvâ ve istikamet ile müzeyyen hâle getirecek. Sâlih amellerle istikamet bulacak. Daha sonra kalbinden rahmet taşıracak.

O Rahmet Peygamberi’nin terbiyesinde, asr-ı saâdette bir çocuğun idrak seviyesine bakınız:

Hazret-i Ömer, bir çocuğun şöyle duâ ettiğini işitti:

“Allâh’ım! Sen ki kişi ile kalbi arasına girersin. Günahlarla arama gir ki hiçbir günaha bulaşmayayım.”

Hazret-i Ömer çocuğun bu hâlinden hoşlandı;

“‒Allah sana merhamet etsin!” dedi ve çocuğa hayır duâda bulundu. (Ahmed, Zühd, 114)

Çocuk;

“…Bilin ki Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer. Ve siz, mutlaka O’nun huzûrunda toplanacaksınız.” (el-Enfâl, 24) meâlindeki âyet-i kerîmeye atıfta bulunmakta ve hiçliğin idrâki içinde, kendisine ibâdetleri sevdirmesini ve günahlardan soğutmasını Cenâb-ı Hak’tan niyâz etmektedir.

Bir gün Afrikalı bir talebemiz yanıma geldi ve;

“–Hocam benim için duâ edin.” dedi.

“–Oğlum ne arzu ediyorsun, hangi müşkülün için duâ istiyorsun?” dedim.

Çünkü gençlerden ekseriyetle; ya bir imtihanda başarılı olabilmek, ya üniversiteyi bitirebilmek, ya iş-güç sahibi olabilmek yahut evlenebilmek gibi hususlarda, yani dünyevî meselelerle ilgili duâ talepleri geliyordu. O gencin duâ talebi ise çok mânidardı:

“–Hocam, benim için duâ edin; Allah bana namazı çok sevdirsin!” deyiverdi.

İşte rahmet insanı böyle bir duâ ikliminde yaşamalı ve kendini takvâ ile ikmâl etmeli.

Rahmet insanı mü’min kardeşlerine rahmet olacak…

MÜ’MİNLERE RAHMET

Maddî ve mânevî imkânlarıyla câhiliyye zulmetini, nûra ve rahmete döndürmeye çalışacak. Bunu omzundaki bir vazife ve mes’ûliyet olarak görecek.

Fudayl bin Iyâz -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatmıştır:

“Havanın çok sert ve soğuk olduğu bir gün, Şeyh Abdü’l-allâm’ı gördüm. Üzerinde ince bir elbise vardı. Soğuk olmasına rağmen buram buram terliyordu:

«–Bu soğukta böyle terlemenizin sebebi nedir?» dedim.

«–Bir gün bu mekânda bir günah işleniyordu. Ben buna mânî olmak istedim fakat mümkün olmadı. İşte bunun ızdırâbından dolayı bu mekânı gördükçe terliyorum ve; ‘Kıyâmet günü bunun mes’ûliyetinden nasıl kurtulurum?’ diye korkuyorum!» cevabını verdi.”

Rahmet insanı mahlûkāta da rahmet olacak…

BÜTÜN CANLILARA RAHMET

Abdullah bin Ziyâd el-Bekrî anlatıyor:

Ashabdan Büsr el-Mâzinî’nin iki oğlunun yanına girip;

“–Allah size merhamet etsin. Bizden biri bineğine binip ona kamçıyla vuruyor veya gemini çekiyor. Bu hususta Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den bir şey duydunuz mu?” diye sordum.

Onlar;

“–Hayır.” cevabını verince içeriden bir kadın bana seslenip;

“–Ey kişi! Yüce Allah Kitâbında şöyle buyurdu:

«Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi topluluklardır.

Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.

Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzûruna getirilecekler.»” (el-En‘âm, 38)

[Yani hayvanlara yapılan bir haksızlık ve kötü muâmele varsa, bu huzûra toplanışta muhakeme edilecek ve adâlet yerini bulacak.]

Bunun üzerine onlar;

“–Bu (seslenen hanım), bizim kız kardeşimizdir ve bizden büyük olup Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yetişmiştir.” dediler. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, 441)

Rasûlullah Efendimiz’in mahlûkāta şefkatine dair sayısız misal vardır. O Rahmet Peygamberi; yavrularını emziren bir kelb için bütün bir ordunun güzergâhını değiştirmiş, bir karınca yuvasının târumâr edilmesine, yavru kuşların annelerinden ayrılmasına asla rızâ göstermemiştir. Kötü muâmele gören develer O’na sığınmıştır.

Mahmud Sâmi Efendi Hazretleri de Hak dostları gibi mahlûkāta şefkat timsâli idiler. Medine’de odalarında görünen yılana bile dokunulmamasını emretmişlerdi. Kısa bir müddet sonra o yılan, kendiliğinden kayboldu. Kapıya gelen bir aç kelb hakkında da;

“‒Kapıya bir kişi gelmiş, herhâlde açtır.” sözüyle; basit bir hayvandan değil, bir insandan bahsediyor gibi bahsetmiştir.

Erenköy’de tedavi ettirdiği bir kelb; gördüğü şefkat üzerine bir başka kelbi, devlethânesinin bahçesine getirmiş ve aylarca trene gidiş ve geliş saatlerinde Efendi Hazretleri’ne refâkat etmişti.

Rahmet insanı cümle kâinâta da rahmet olacak…

Bugün vahşî kapitalizm ve ölçüsüz teknoloji; denizi kirletti, havayı kirletti, atmosferi deldi ve iklimleri bozdu. En mühimi de vicdanları kirletti. Kalplerden merhamet ve şefkati kazıdı. Tâ kutuplardaki hayvanlara dahî zarar verdi. Okyanusun dibindeki canlıları zehirledi.

Bu hengâmda mü’min;

Fıtratı korumakla mükelleftir. Rahmete memurdur.

Bu kıvamda bir rahmet insanının yetişmesi için, mâneviyat terbiyesi ve mâneviyat tahsili zarûrîdir. Nefisler tezkiye olmadıkça; enâniyetten kurtulmadıkça; merhamet, cömertlik ve diğergâmlıkta mesafe katetmedikçe; bu seviyelere erişilmesi mümkün değildir.

Cenâb-ı Hak; ümmet-i Muhammed’in, rahmet insanı mâhiyetinde yeniden mânevî inkişâfını lütuf buyursun.

Rahmet Peygamberi olan Rasûlullah Efendimiz’in, rahmet insanı olan ümmeti olabilmemizi cümlemize ihsân eylesin.

Âmîn!..