İslam’da Kadının Yeri, Değeri ve Önemi Özel Mülâkâtı

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

OSMAN NÛRİ TOPBAŞ HOCAEFENDİ İLE İSLÂM’DA KADININ YERİ, DEĞERİ VE ÖNEMİ ÖZEL MÜLÂKÂTI

Değerli dinleyicilerimiz, merhaba!

Efendim, sohbetlerimiz devam ediyor, İstanbul’un sırlarında, Erkam Radyomuzda, farklı konularda -inşâallah- bundan sonra devam edeceğiz.

Değerli dinleyicilerimiz, daha önce hatırlarsınız, Muhterem Osman Nûri TOPBAŞ Hocamız’la, İstanbul’da özellikle, Osmanlı’nın estetik anlayışı ve mîmârîde estetik, tasavvuf izlerini konuştuk.

Daha sonra, Osmanlı’da çok önemli olan bir konuyu, vakıf konusunu gündeme getirdik. Osmanlı’da vakıf ve vakıf medeniyeti. Neden vakıflarımız önemli diye bu konu üzerinde durduk.

Şimdi ise, daha önemli bir konu, farklı bir konuya -inşâallah- geçeceğiz.

Efendim, İslâm’da kadına bakış açısı nasıldır? İslâm’ın kadına getirdiği o şeref ve izzeti üzerinde -inşâallah- konuşacağız.

Bize, sağ olsunlar efendim, hem gönlünü hem kapısını açtı; Muhterem Hocamız’a öncelikle teşekkür ediyoruz.

Estağfirullah, biz teşekkür ederiz.

Muhterem Efendim, İslâm’dan evvel, yani câhiliye devrinde kadına bakış açısı nasıldı? Kadınların -daha doğrusu- hakları diyoruz ama, olmayan hakları nelerdi?

Bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

Şu hakîkati baştan ifade etmek isteriz ki, insanlık tarihinde kadın, lâyık olduğu mevkii ve îtibârı, ancak İslâm’ın ulvî ikliminde bulabilmiştir. İslâm, kadının ferdî ve ictimâî hayatında büyük bir değişiklik meydana getirmiş, ona müstesnâ bir kıymet kazandırmıştır. Bunu daha net bir şekilde anlayabilmek için, İslâm’dan önce, yani câhiliye döneminde yaşamış olan kadınların toplum içindeki zelil durumlarını bilmek kâfîdir.

Nihâyet güçlünün güçsüzü ezdiği, fakir, kimsesiz ve yoksulların horlandığı, vicdanların dumûra uğradığı, merhametten nasipsiz zâlimlerin ve insafsız zorbaların kol gezdiği câhiliye döneminde kadınlar, hanımlık haysiyetini rencide eden, insanlık dışı bir muameleye mâruz kalıyorlardı.

Yine bunun çok misalleri var: Kadın, çarşıdaki bir mal gibi alınıp bırakılıyordu. Hiçbir değeri yoktu. Kimse de; “Niye böyle yapıyorsun?” diyemezdi. Alışveriş metâıydı tamamen. Hiçbir hakkı yoktu. Üstünlüğü yoktu. Fakat İslâm ise:

اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُمْ buyurdu.

Kadın ve erkek farkı ayırmadan;

(İçinizde en keremliniz) Allah yanında en üstününüz, takvâ sahibidir.” (el-Hucurât, 13) buyuruyor.

Bir defa kadın-erkeğin birbirine olan üstünlüğünü ancak “takvâ”da bildiriyor Cenâb-ı Hak.

Yine Bakara Sûresi’nde:

“…(Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi) kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır (buyuruyor). Yalnız erkeklerin (onların üzerinde) kadınlar üzerinde bir derece farkı vardır.” (el-Bakara, 228) buyuruyor.

O bir derece de kadının himâye edilmesi, zor işleri erkeğin îfâ etmesi, hanımların daha kendi istîdatlarına uygun işlerde bulunması.

Yani o bir derece farkı; erkeklerin bünye olarak güçlü-kuvvetli olması, hanımların daha nârin yapılı olması. Bu bakımdan bu nârinliğin getirdiği noksanlığı erkeğin telâfi etmesidir. Çünkü erkek, dâimâ bir zorluklar; âilenin gelirini temin edecek, onun birtakım çilelere daha ziyade erkek katlanacak, bir derece üstünlüğü vardır, buyruluyor.

Zira erkekler ve hanımlar üzerinde, Allah katında, fazilette bir fark yoktur. Ahzâb Sûresi 35. âyette Cenâb-ı Hak:

“Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, tâate devam eden erkekler ve tâate devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru hanımlar, sabreden erkekler ve sabreden hanımlar, mütevâzı erkekler ve mütevâzı hanımlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren hanımlar…”

Velhâsıl devam ediyor böyle. Bunun devamında, sonunda:

“…Allâh’ı (zikreden) çok zikreden erkekler ve (çok) zikreden hanımlar var ya; işte Allah bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.”

Burada, âyet-i kerîmeye baktığımız zaman, hanımlarla erkekler arasında ancak fark, fazîlette bir fark var. Zira Cenâb-ı Hak:

اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُمْ buyuruyor.

(En ekreminiz) Allah indinde en kıymetliniz, takvâ sahibi olanınızdır.” (el-Hucurât, 13) buyruluyor.

Yine:

“…Erkeklerin de kazandıklarından nasipleri var (buyruluyor). Kadınlara da kazandıklarından nasipleri var…” (en-Nisâ, 32) buyrulmak sûretiyle onların da bir mülkiyet hakkı bildiriliyor. Daha evvel böyle bir şey yoktu. Mülkiyet hakkı bildiriliyor. Yani Hatice Vâlidemiz, ticarette kazandığı malında serbestti.

Evet.

Yani onun bir, Efendimiz’in, onun malında bir tasarrufu yoktu. Fakat onun büyük fazîleti, dâimâ ne malı-emtiası varsa hepsini İslâm’a vakfetmişti.

Yine bu câhiliye devrinde câriyeler vardı. Haysiyetlerini küçük düşürücü bir şekilde görüyoruz, aşağılanıyorlar. Eve gelen misafirlere ikram ediyorlar. Böyle bir onlar, çok aşağılanacak bir durumda. Fakat bu câriyeler İslâm’la şereflendikten sonra, sâlihât-ı nisvandan oluyor bir kısmı.

Yine bazı kişiler, câhiliye devrinde merhametten nasipsiz kişiler, mâsum kız yavrularını, fâhişe olur endişesiyle veyahut da açlık korkusuyla, anaların yüreğinden kopararak diri diri gömmeye götürüyorlar. Yani şer bir endişeyi, daha beter bir şeyle telâfî etmeye çalışıyorlardı.

Yine âyet-i kerîmede, Nahl Sûresi’nde:

“Onlardan birine kız (doğumu) müjdelendiği zaman öfkesinden, yüzü kapkara olur. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir (utanır). Onu, aşağılanmaya katlanıp yanında mı tutsun, yoksa toprağa mı gömsün?! (Karar veremezdi.) İşte bakın ki verdikleri hüküm ne kadar kötüdür.” (en-Nahl, 58-59) buyuruyor Cenâb-ı Hak.

Âyet-i kerîmede. Evet.

Hattâ müslüman olduktan sonra da bu endişeyi taşıyor, diri diri gömenler. Hattâ bir kişi geliyor müslüman olduktan sonra:

“–Yâ Rasûlâllah diyor, ben diyor, kızım beni çok severdi diyor. Beni gördüğü zaman zevkten hoplardı diyor. Babacığım, babacığım derdi diyor. Onu aldım diyor, götürdüm bir kuyunun başına diyor, onu diyor, ardından ittirdim diyor. Onu diyor, atarken diyor kuyuya, babacığım, babacığım dediğini duymuştum. Allah beni affeder mi acaba yâ Rasûlâllah!” dedi.

Efendimiz de, bunu anlatınca ben, ağlamaya başladı, bu fecî manzarayı.

Yüreği dayanmadı.

Yine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şu sözü de İslâm’dan önceki dönemde toplumun kadına bakış açısını göstermektedir:

“Doğrusu biz (diyor Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-) câhiliye devrinde kadınlara hiç önem vermezdik. Nihâyet Allah İslâm’ın gelişiyle kadınlar hakkında âyetler indirmiş ve onlara birçok haklar tanımıştır.”

Diğer taraftan Fâtıma Vâlidemiz doğduğu zaman -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz memnun oldu, tebessüm etti, sevincinden ziyafetler verdi. Câhil halk da şaşırdı; hem kızı olmuş, hem de seviniyor diye. Yani böyle bir ortam maalesef.

Tasavvur edelim, bu insanlar, bir zaman sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tezkiyesinde ve terbiyesinde bir asr-ı saâdet medeniyeti meydana getireceklerdi.

İslâmiyetle birlikte artık yavaş yavaş kadın yerini buluyor toplumda.

Yerini buluyor, mevkiini buluyor. Evet.

En önemlisi de bu. Peki Efendim, İslâm ile kadın nasıl bir mevkiye geldi, İslâm’ın kadına verdiği değer hususunda, somut örneklerle…

Bir misal vereyim somut örneklerden.

Tabi, buyrun.

Bir kişi, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- halîfe, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın kapısına geliyor. Hanımını şikâyet edecek. Ben ne yapayım diye çâre arayacak.

Bakıyor, halifenin hanımı, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’a karşı çok sert, acayip sözler söylüyor. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da susuyor. Hayret ediyor. Bu kadar celâlli bir kişi diyor, nasıl diyor hanımının bu şeyine karşı, taarruzuna karşı sükût ediyor diye.

Kapıda bekliyor. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- dışarı çıkarken bakıyor, adamı görüyor:

“–Hayrola diyor, kapıdasın, derdin ne?” diyor.

Adam da:

“–Ey mü’minlerin emîri! Zevcemin/hanımımın kötü huylarını ve bana olan saygısızlığını şikâyet etmek üzere gelmiştim. Senin hanımının da sana daha beter şekilde taarruz ettiğini duydum ve şikâyetimden vazgeçip döneceğim şimdi. Mü’minlerin emîri hanımıyla böyle olunca benim derdime nasıl devâ bulur dedim kendi kendime…”

O zaman Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- adama şunları söylüyor:

“–Bak kardeşim diyor. Hanımımın diyor, benim üzerimde hakları vardır diyor. Ona diyor, katlanmaya çalışıyorum diyor. Zira diyor, o benim hem aşçımdır, yemeğimi pişirir diyor, hem fırıncımdır, ekmeğimi yapar diyor, hem çamaşırımı yıkar diyor, hem de çocuklarımın annesidir diyor. Üstelik diyor, gönlümün harama meyletmesine de engel olan odur diyor. Bu sebeple onun yaptıklarına katlanıyorum diyor, hoş görüyorum.” diyor.

Bu sözleri duyan adam:

“–Ey mü’minlerin emîri! Benim zevcem de aynen öyle.” dedi.

Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Haydi kardeşim, hanımınla aranı düzelt. Hayat dediğin göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor.” diye tesellî etti.

İslâm’dan önce böyle bir şey mümkün değilken, şimdi…

Mümkün değildi. O kadar aşağılanmış, yani hattâ insan sayılmayan… İkinci derecede insan sayılırdı.

İslâm nazarında kadın, bir annedir. Şefkat, merhamet, hürmet duyulması ve nezâket gösterilmesi gereken; asil, nezih bir varlıktır.

İslâm, kadını yalnız biyolojik bir varlık olarak görmez. Bu, kadının mânevî yapısında büyük bir sabır, tahammül, şefkat ve merhamet gerektiren terbiye etme özelliği vardır. Bu sebeple anne yüreği, çocuğun eğitim gördüğü bir yerdir. “اَلْأُمُّ مَدْرَسَةٌ”, yani “anne bir mekteptir” atasözü, bu hakîkatin bir ifadesidir. Zira annenin ağzından çıkan her bir kelime, çocuğun şahsiyetine konulan bir tuğla mesâbesindedir.

Bu sebeple İslâm toplumunun çekirdeğini oluşturan âiledeki müstesnâ rolünden dolayı hanım, cemiyetin billur bir avizesi gibi görülür.

Zira o, nikâhın feyz ve nûru ile toplumu aydınlatır. Nesli ve namusu korur. Evi tanzim eder/düzenler. Malı muhâfaza eder. Aileye rûhânî neşeler verir. Günah girdapları ve ahlâksızlık erozyonlarına karşı âilenin koruyucu zırhı, -tâbir yerindeyse- bir paratoneri gibidir.

Anne.

Anne.

Evet.

Onun için öyle bir anne, ömürlük bir teşekküre lâyıktır.

İslâm ile kadın, toplumda iffet ve fazîlet timsâli görülmüş, yani evin baş tâcı olarak görülmüştür. Bunun için de Efendimiz buyuruyor:

“Cennet (sâliha) annelerin ayakları altındadır.” (Ahmed, III, 429; Nesâî, Cihâd, 6)

Bu, “erkekler” buyrulmuyor burada. Erkekler, Cennet ayakları altında buyrulmuyor. Cennet, sâliha annelerin ayakları altında buyruluyor.

Burada hanıma, bir erkekten çok, o fazîletli hanıma, o nesli yetiştiren hanıma, böyle bir iltifat var.

Tâbiri câizse, günümüz deyimiyle, pozitif bir ayrımcılık var kadına karşı.

Evet, tamamen.

Yine bir zât geldi:

“–Yâ Rasûlâllah dedi. Benim kime daha çok iyi davranmam lâzım? Benim üzerimde kimin daha çok hakkı vardır?”

Efendimiz:

“–Annen.” buyurdu.

“–Ondan sonra yâ Rasûlâllah?”

“–Yine annen.”

Üçüncüde:

“–Yine annen.”

Dördüncü olarak:

“–Baban, daha sonra da akraban.” buyurdu. (Buhârî, Edeb 2; Müslim, Birr 1, 2; Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Vesâyâ 4; Ebû Dâvûd, Edeb 120; Tirmizî, Birr, 1)

Burada bir anne hakkını görmüş oluyoruz.

Anne; merhamette, şefkatte zirvedir. Yani baba bunu yapamaz. Çocuk eğer uyumuyorsa, anne de uyumaz. Çocuk açsa, anne de yemez. Fakat baba öyle yapamaz. Çocuğun altını baba bir sefer, iki sefer temizler, temizleyemez ondan sonra, iğrenir. Anne iğrenmez.

Hattâ İsmail Hakkı Hazretleri, tefsirinde, Rûhu’l-Beyan tefsirinde, o “terâib” kelimesinden, eğer çocuk sele düşse, anne kendini sele atar kurtarmak için. Fakat baba atamaz.” buyuruyor.

Demek ki Cenâb-ı Hak hanıma, bu ev hayatı, nesil yetiştirme, onun için ayrı bir hissiyat, Cenâb-ı Hak, erkeğin çok üzerinde bir hissiyat, Cenâb-ı Hak nasip ediyor.

Tabi bu da kime ait? “Sâliha” hanıma ait. Sıradan bir hanıma ait değil.

Özellikle “sâliha” olması lâzım.

Sâliha olacak.

Evet.

Yine Nisâ Sûresi’nde Cenâb-ı Hak:

“Kadınlarla iyi geçinin, onlara güzel davranın…” (en-Nisâ, 19) buyurmaktadır.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Mü’minlerin îman bakımından en mükemmeli, huyu iyi olandır. Sizin iyi olanınız, kadınlara karşı hayırlı olanınızdır.” (Tirmizî, Radâ, 11/1162)

Yine:

“Kocasını memnun ederek (Allah yolunda) vefat eden bir kadının yeri Cennet’tir.” buyruluyor. (Tirmizî, Radâ`, 10/1161; İbn-i Mâce, Nikâh, 4)

Yine Vedâ Hutbesi’nde Efendimiz şöyle bir îkazda bulunuyor:

“Ey insanlar! Kadınların haklarına riâyet ediniz. Onlara şefkat ve merhametle muâmele ediniz. Onlar hakkında Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz, kadınları (emânet) Allâh’ın emâneti olarak aldınız. Onların namuslarını ve iffetlerini, Allah adına söz vererek helâl edindiniz.” (Sahîh-i Buhârî Muhtasarı, X. 398)

Şimdi hangi sistemde var bu.

Yine:

“–Yâ Rasûlâllah! Kadınların bizim üzerimizde hakkı nedir?” diye sorulunca Efendimiz şöyle buyurmuştur.

“–Yediğiniz ölçüde yedirmek, giydiğiniz seviyede giydirmek, yaptıkları hatâlar karşısında onların haysiyetlerini rencide etmemek.” (Bkz. Ebû Dâvûd, Nikâh, 40-41/2142; İbn-i Mâce, Nikâh, 3)

Burası çok mühim; yaptıkları hatâlar karşısında onların nefislerini rencide etmemek, tavsiye etmek.

Affetmek.

Affetmek. Yaptığı işin çirkin ve edep bakımından yanlış olduğunu kendilerine îkaz etmek, öğüt vermek.

Ama onu da incelikle, bir zarâfetle yapacak.

Tabi, tabi, hem de nasıl…

Kaba değil.

İnsan bir çiçeği kopartabilir mi, daha yeni açmış bir fidanı kopartabilir mi? Kopartırsa o fidanı tekrar dikse tutar mı?

Diğer bir hadîs-i şerîfte Efendimiz buyuruyor:

“Allâh’ım! İki zayıf kimsenin, yetim ve kadının hakkını yemekten Sana sığınırım.” (Bkz. İbn-i Mâce, Edeb, 6)

Velhâsıl, kadınlara İslâm’ın lûtfettiği hakları ve insanî değeri verebilen başka hiçbir sistem yoktur ve mümkün değil.

Buyuruyor Efendimiz:

“Dünyadan bana üç şey sevdirildi…”

Kim sevdiriyor? Allah sevdiriyor, fâil-i mutlak Cenâb-ı Hak.

“Bunlardan birisi, sâliha hanım.” (Bkz. Nesaî, İşretü’n-Nisâ, 10)

Allah sevdiriyor.

İşte bir Hatîce Vâlidemiz. Efendimiz ne kadar ona bir muhabbeti vardı ki, Hatîce Vâlidemiz’in vefât ettiği seneye “hüzün senesi” dendi. Ki Efendimiz;

“En çok çileler çemberinden geçen peygamber benim.” buyuruyor ümmete numûne olması bakımından. (Bkz. Tirmizî, Kıyamet, 34/2472)

Yedi çocuğunun altısını sağlığında kaybetti. Uhud Harbi’nde ciğerpârelerini, Hazret-i Hamza başta, kaybetti. Diğer ciğerpârelerini, diğer seferlerde kaybetti; şehîd oldu, vefât ettiler. Fakat hiçbir seneye “hüzün senesi” denmedi. Hatîce Vâlidemiz’in vefât ettiği seneye “hüzün senesi” dendi.

Baktığımız zaman, büyük insanların arkasında -peygamberler dâhil, cihangirler dâhil- dâimâ bir kadın var, bir hanım var.

Yine Efendim, Hudeybiye’de olan hâdiseyi hatırlarsak eğer, Hudeybiye’de Efendimiz “traş olun” demişti hatırlarsanız. Sahâbe dedi ki, nasıl…

“Nasıl olabiliriz?” dedi.

Efendimiz üzüldü.

Evet.

Çadıra girdi. Ama annemiz dedi ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Önce siz!..”

Önce Siz. Önce Siz olunca, bütün sahâbe takip etti.

İşte orada hanımı dinledi. Yani istişâre etti, aa tamam, doğru; yaptı. Bu da İslâm’ın başka bir güzelliğini gösteriyor.

Tabi, evet.

Peki Efendim, orada bir cümle kullandınız, çok önemli. Dediniz ki, hanım, anne, medrese dediniz. Yani eğitim veriyor. Peki, kızlarımızın, geleceğin annelerinin yetişmesi konusunda İslâm’da ne gibi görevler düşüyor? Peki böyle bir anneyi nasıl yetiştireceğiz?

Efendim, Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا

(“…Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak zevceler ve zürriyetler bağışla! Ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!” [el-Furkân, 74]) buyuruyor.

Burada “zevceler” buyuruyor. Demek bu zevceler. Öyle bir anneler olacak ki “قُرَّةَ اَعْيُنٍ” bunlar “göz nûru” olacak. Onun yetiştirdiği nesil de göz nûru olacak. Toplum da;

وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا : takvâda önder olacak.

İslâm böyle bir toplum istiyor bizden.

Ve bir sorumluluk bu. Yani anneye bir sorumluluk. Dolayısıyla böyle bir annenin yetiştirilmesi, bizlere, anne-babaya sorumluluk.

Evet. Meselâ bir Çanakkale Harbi’ne baktığımız zaman, esasında bu, annelerin zaferidir bu. Evlâdını kınalayarak gönderen annelerin zaferidir bu.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Her kim üç çocuğunu ve kız kardeşlerini himâye edip büyütür, güzelce terbiye eder, evlendirir ve onlara lûtuf ve iyiliklerini devam ettirirse o kimse Cennetliktir.” buyruluyor. (Ebû Dâvûd, Edeb, 120-121/5147; Tirmizî, Birr, 13/1912; Ahmed, III, 97)

Yine buna benzer hadîs-i şerîfler çok.

Yani unutmamalıdır ki sâliha kadın, aslında toplumun gerçek mîmârıdır.

Nitekim bir darb-ı meselde:

“Bir erkeği terbiye edin, bir insanı yetiştirmiş olursunuz. Bir kadını terbiye edin, bir âileyi, hattâ toplumun büyük bir bölümünü yetiştirmiş olursunuz.”

Çünkü, anne, medrese. “اَلْأُمُّ مَدْرَسَةٌ” anne, mektep.

Tarihe baktığımız zaman da yüksek karakterli kişilerin arkasında dâimâ sâliha bir anne, sâliha bir hanım olduğunu görürüz.

Meselâ Hira’dan indiği zaman Efendimiz büyük bir şey içindeydi, ihtilâç içindeydi.

“‒Hatice dedi, bana kim inanır?” dedi. Daha bir mûcize de yok. Hatice Vâlidemiz:

“‒Yâ Rasûlâllah! Sen Allâh’ın Rasûlü’sün. İlk mü’mine benim.” dedi. Ondan sonra Efendimiz’in fârik vasıflarını saymaya başladı. Sana herkes inanır dedi.

Ona güven verdi.

Güven verdi ve Efendimiz’e de sonra malını, bütün malını o ambargo zamanında vakfetti. Rasûlullah Efendimiz Hatice Vâlidemiz’i hayat boyu unutmadı. Bir kurban kesilecek olsa; “bunu Hatice’nin akrabalarına götürün.” dedi. Hattâ yaşlı bir kadın geldi, ona Efendimiz iltifat etti. Âişe Vâlidemiz:

“–Bu hanıma niye farklı olarak iltifat ettin? deyince:

“‒Bu, Hatice zamanında gelip giderdi bize, Hatice’nin yakınıydı.” buyurdu.

Velhâsıl yine ben tekrarlayayım:

Çanakkale’deki kahramanlık destanı yazan yiğitler, Mehmetçikler de sâliha annelerin terbiyesinde yetişmiş, güzel bir nesil olduğu âşikârdır.

Yine Mevlânâ Hazretleri buyuruyor ki:

“Anne hakkına dikkat et diyor. Onu başına tâc et diyor. Zira anneler doğum sancısı çekmeselerdi, çocuklar dünyaya gelmeye yol bulamazlardı.”

Anne hakkı orada başlıyor. Annenin karnındayken, anne hakkı başlamış oluyor.

Büyük İslâm hukukçusu İmâm-ı Âzam Hazretleri, Ebû Câfer Mansur’a karşı Bağdat kadılığını reddetti. Kendisi Bağdat kadılığına teklif edildi. Yani Halife’den sonra ikinci insan olacaktı. Fakat:

“–Sen dedi, benim ictihadlarımı kendine göre yönlendirirsin dedi. Onun için ben dedi, sana dedi, kadılık yapamam.” dedi.

En yüksek mevkiyi reddetti. Ebû Câfer Mansur da:

“‒O zaman dedi, zindana atın.” dedi.

Çünkü Ebû Hanife Hazretleri çok güçlü bir insandı, onun her içtihâdına herkes uyacaktı. Ebû Câfer Mansur da onu kendine göre kullanacaktı.

Zindana girdi. Zindana haber gönderdi Ebû Câfer Mansur:

“‒Eğer dedi, kadılığı kabul ederse zindandan çıkarın, kadılık tahtına otursun.” dedi.

O da:

“‒Yok dedi, bir ictihadda bulunmaktan dedi, o endişeyle dedi, ben dedi yine Bağdat kadılığını reddediyorum dedi. Bana zindan ağır gelmez dedi. Ben buraya Allah rızâsı için girdim dedi. Sadece dedi, annemin duymasına üzülürüm.” dedi.

Orada Ebû Hanîfe Hazretleri’nin arkasında bir anneyi görüyoruz.

Yine Bahâüddîn Nakşibend -kuddise sirruh- Hazretleri:

“Benim kabrimi ziyaret etmeye gelen, baştan, annemin kabrini ziyaret etsin.” buyuruyor.

Abdurrahman Câmî Hazretleri:

“Ben nasıl annemi sevmem ki, o bir müddet beni cisminde, bir müddet kollarında, hayat boyu da beni kalbinde taşıdı.” buyuruyor.

İşte kadının değeri. Yani hiçbir sistemde böyle bir anneye bakış var mı?

Yok.

Evet.

Peki Efendim, şimdi toplumlara baktığımız zaman, ya da ülkelere baktığımız zaman, geleceği görmek bir kerâmet olmasa gerek. Yani hanımlara bakıyoruz, ya da hanımlara bakış açısına bakıyoruz, toplumlar giderek değişiyor.

O zaman hanımların ihyâsı özellikle, hanımların güzel bir terbiyeden geçirilmesi neticesinde gerçekleşebilir diyebilir miyiz bir ülkenin geleceği, bir ülkenin yükselmesi, ferahı? Eğer bir ülke hanımlara önem veriyorsa, eğitimine, terbiyesine; hah, tamam, gelecek var…

Tabi, şimdi, âbâd eden de kadındır toplumu, berbâd eden de yine kadındır. Eğer kadınların, hanımların, genç kızların terbiyesi ihmal edildiği zaman, toplumlarda insanlık baharı açılmaz. Zira böyle toplumlarda kadın, gerçek değerini kaybederek sokaklara düşer.

İnsanlık baharı dediniz, insanlık baharı açılmaz.

O kaldırımlara düşen de, sanki o, kaldırımlarda açan yabanî çiçekler gibidir. Her an ayak altında ezilmeye mahkûmdur. Hayat yolları huzur ve saâdet yerine, toplum cam kırıklarıyla dolar.

Allah korusun!

Meselâ diğer taraftan bugünkü bir şeyi aksettireyim:

Nasıl bir câhiliye devrinde kız çocukları diri diri gömülüyordu. Bir şer, daha beter bir şerle kapatılmaya çalışılıyordu. Kızların fâhişe olmasından korkuluyordu. Bugün ise daha bir beter var; kürtaj durumu.

Ah, evet.

O, gidiyor, anne-baba gidiyor, bir kürtaj kasabına; kolunu kesiyor, bacağını kesiyor, vücudunu kese kese canlı canlı, onu ananın karnından alıyor. Niye? O doğan çocuk onu ten plânında rahatsız edecek, keyfini kaçıracak.

Rızkını veren Allah, onun hayatını, onun kaderini çizen de Cenâb-ı Hak. Bugün de yaşanan, câhiliye devrinden bir misal. Niye? O vicdânî terbiyeden geçmedi.

Velhâsıl milletler, ancak sâlih erkekler ve sâliha hanımlarla ihyâ olur, fazîletli bir toplum hâline gelir. Onlardan mahrumiyeti nisbetinde de rezâlet çukurlarına yuvarlanarak insanlık haysiyetine veda ederler.

Evet. Efendim, sohbetinizin başında söylemiştiniz, Efendimiz’in hanımlara bakışıyla ilgili örneklerden bahsettiniz. Şöyle birkaç, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kadınlara karşı davranışı nasıldı, özellikle günlük hayattaki davranışları? Yani yeme-içme davranışları, sokaktaki davranışları, hattâ istişâre…

Efendim, Efendimiz’in hayatında herkese karşı, bilhassa kadınların bünye olarak zayıf olmaları sebebiyle Efendimiz’de hanımlara karşı nezâket, zarâfet, incelik, müsâmaha, fedakârlık, vefâ ve kadirşinaslık tavrı hâkimdir. Buna bir misal vereyim ben:

Develerde iki tane sandık vardır. Biri sağ, biri sol tarafında. O devenin, seyahatte, o sandık içine bir yolcu biner, o şekilde devam eder. Bir seferinde Enceşe adlı bir kervan sürücüsü, bir şeyler okuyarak böyle, tegannîli şekilde götürüyordu. Develer, tegannîde coşmaya başlarmış.

Hızlı giderler, daha hızlı giderler.

Hızlı gider ve böyle coşa coşa, yani tegannîden çok hoşlanırmış develer. Bunun için deve sürücüleri de böyle tegannîlerle götürürmüş. Bir seferinde Efendimiz bakıyor, develeri böyle hoplata hoplata götürüyor. Efendimiz:

“‒Yâ Enceşe diyor, dikkat et diyor, içinde camlar var, kırılmasın.” diyor.

Orada bir zarâfet, incelik, evet.

Yine Efendimiz, süt annesi Halime Hatun’u gördüğü zaman, “anneciğim, anneciğim” diye hitap ederdi. Cübbesini çıkartırdı, onu cübbesinin üzerine oturturdu.

Yine Ebû Tâlib’in hanımı, Ali -radıyallâhu anh-’ın annesi vefat ettiği zaman, Efendimiz onun kabir çukuruna girdi. “Anneciğim, anneciğim” dedi.

Yine bir nükteli bir hâdise var, Efendimiz’in nezâket, zarâfet, inceliğini bildiren:

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir gün Allah Rasûlü’nün yanına girmek için izin istedi. O esnâda Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında bulunan kadınlar, çeşitli sorular soruyorlardı. Kureyşli kadınlardı daha ziyâde. Biraz konuşmaları nezâket sınırını aşmıştı. Hattâ bağıra bağıra biraz konuşuyorlardı. O arada hanımlar, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın içeri girdiğini gördü. Hemen bir sükût hâkim oldu.

Korktular.

Korktular. Efendimiz de gülümsedi, tebessüm etti.

(Hazret-i Ömer) hayretle sebebini sordu.

Efendimiz buyurdu ki:

“‒Yanımdaki bu kadınlar senin sesini duyunca hemen toparlanmaya başladı, hayret ettim buna.” buyurdu Efendimiz.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da:

“‒Ey Allâh’ın Rasûlü! Sen edep ve hürmet gösterilmeye daha lâyıksın.” buyurdu.

Kadınlara dönerek Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“‒Ey kendilerine yazık eden hanımlar! Benden çekiniyor, benden korkuyorsunuz da Allah Rasûlü’nden niçin çekinmiyorsunuz?” diyerek onları azarladı, payladı.

Bunun üzerine o kadınlar:

“‒Sen dediler, çok sert ve çok katısın dediler. Bundan dolayı senden korkarız.” dediler.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- aralarına girerek:

“‒Ey Ömer, tamam, Allâh’a yemin olsun ki bu kadar sertlik ve azametin karşısında şeytan seninle karşılaşsa mutlakâ yolunu değiştirir, başka bir yola sapar.” dedi. (Buhârî, Edeb, 68)

Bu da bir nükte.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kendisini ziyarete gelen hanımlara iltifat eder, onlarla alâkadar olur, hâl ve hatırlarını sorar, onlara karşı aslâ ilgisiz kalmazdı. Hasta olduklarını haber aldığında ziyarete gider, onlara bir şifâ dileğinde bulunurdu. Kendisini yemeğe davet eden hanımlara da icâbet eder, onların ikramlarını kabul ederdi. Yine onların arasında bulunması, onlara bir İslâm’ın nezâketini, zarâfetini aksettirmiş oluyordu.

Hattâ haftanın muayyen günlerinde sırf onlara öğütler veriyordu. Îkaz ediyordu, irşâd ediyordu.

Yine Efendimiz’in vefatı srasında râvî diyor ki:

“Efendimiz’in sesi kısıldı hattâ duyamaz hâle geldik. İki şey üzerinde Efendimiz ısrar ediyordu. Birincisi, namaz, namaz hususunda Allah’tan korkun. İkincisi, emrinizin altındakilerin hukukuna dikkat edin. Bunlar, hanımlar/kadınlar ve yetimler…” (Beyhakî, Şuab, VII, 477)

Efendim, şimdi, günümüzde de konuşulan, hâlâ da konuşulacak olan tesettür konusuna gelmek istiyorum ben. Tesettür deyince akla sadece hanımlar geliyor. Aslında erkeklerin de tesettürü var, onların da dikkat etmesi gerekir. Peki, kadınların tesettüründeki bu hikmeti sizden dinleyebilir miyiz? Bu, erkekle kadın arasındaki tesettürün farklı olmasındaki hikmet nedir?

İslâm’dan evvel, Araplarda tesettür diye bir âdet mevcut değildi. Ancak örfe göre bir tesettür vardı. İslâm’ın ilk yıllarında da tabiî olarak öyle devam etti. Nihâyet tesettür âyeti indi. Bu âyet ile kadının mevkii yükseltildi. Şeref ve haysiyeti korunup îtibârı arttı. Bir iffet âbidesi hâline getirildi. Vakar ve izzet sahibi bir kimlik kazandı.

Bu tesettürle ilgili çok âyetler vardır. Kadının örtünmesiyle kadınlık şahsiyeti korunmaktadır. Kadın örtüsüyle bir zarâfet ve nezâket hissi vermektedir. Aksi hâlde kadın, nefsânî arzuları tahrik eden bir şehvet vâsıtası hâline getirilmiş olur. Hâlbuki kadını sadece bir zevk vâsıtası görmek, onu nefsânî arzu ve heveslerin metâı olarak telâkkî etmek ve onun sadece cismânî özelliğiyle alâkadar olmak, büyük bir sefâlettir. Allâh’ın kadına verdiği yüksek hususiyetlere karşı âmâlık ve kadının mânevî şahsiyetine karşı büyük bir nankörlüktür.

Kadında tesettür: Kadın, erkeğe göre yaratılışta cazibelidir. Tesettürden uzaklaşarak kendisini topluma bir nevî deşifre ettiğinde, nezâket ve zarâfeti zaafa uğrar. Annelik vasfı ve nesli koruma hususiyeti zarar görür.

Bu bakımdan onun câzibesi, tesettür emriyle yalnız efendisine tahsis edilmiştir. Çünkü kadın ve erkek arasında neslin devamı için birbirine karşı değişmez bir fıtrî temâyül mevcuttur ki tesettür emrine riâyet edilmediği takdirde bu meyil, ilâhî hudutları çiğnemek gibi felâketlere dûçâr edecek kadar tehlikeli bir ahlâkî çöküntüye sebep olur.

Zira Cenâb-ı Hak:

“Zinâya yaklaşmayınız…” (el-İsrâ, 32) buyurur.

Yani bunu bir tefekkür edersek, tesettüre riâyetsizlik, zinânın yolunu açar. Ona imkân hazırlamış olur. O artık mutlak bir hükümdür. Zira İslâm zâhirî câzibesi olmayan bir kadına da tesettür emretmiştir. Yani bu kadın başını, kolunu ve ayaklarını açsada açmasa da bir şey fark etmez; bir çekici durumu yoktur… Burada kadının tesettürle kadınlık vakarının korunması esastır.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kadına benzeyen erkeklere, erkeklere benzeyen kadınlara da lânet etmiştir. (Bkz. Buhârî, Libâs, 61)

Bu tehlikeden muhâfaza için hanımlar, sâliha hanımların meclisinde bulunmaya gayret etmelidir. Çünkü insan, kiminle oturup kalkarsa onun hâliyle hâllenir. Bu bir psikoloji kânunudur.

Kadın yanlış bir sokak hayatına girdiği zaman, kadınlık duygularını ve o güzel kadınlık hususiyetlerini kaybeder. Tesettür, hanımın vakarını korur. Lâkin günümüzde, “süslüman” diye bir tâbir çıktı. Yani süslü tesettürlü hanım. Bu yanlış. Zira İslâm’ın tavsif ettiği tesettür, temiz ve zarif olmalı, fakat gösterişli, alâka çekici ve câzibeli olmamalıdır.

Kadınla erkeğin giyim kuşamda birbirine benzemeleri de yasaklanmıştır. Yani ikisi de haysiyetini koruyacak. Kadınlık vakarını koruyacak.

Onun için, meselâ erkeklere altınla süslenmek yasaklanmıştır. O kadına âit bir keyfiyettir. Yani kadınla erkeğin birbirinden ayrılması lâzım.

İpek meselâ.

İpek de öyle.

Çocuk terbiyesine gelecek olursak Efendim, çocuk terbiyesine nereden başlamak lâzım? Burada neye dikkat edelim çocuk terbiyesinde?

Şunu ifade etmemiz lâzım ki çocuklar bizlere ilâhî bir emânet ve öz varlığımızda boy vermiş kıymet filizleridir. Duygulu gönüllere göre evlere ilk saâdet mûsikîsi, doğan çocukların gönüllere huzur veren sesleriyle başlar.

Hadîs-i şerîflerde beyan buyrulduğu veçhile, “Cennet çiçekleri” ifadesi vardır, “kalp meyveleri” ifadesi vardır. “İlâhî ihsan ve rızık”lardır evlâtlar. Bu itibarla Rabbimiz’in en güzel lûtuf ve ihsânıdır evlâtlarımız.

En önemli, âilenin vazifesi, İslâm fıtratı üzerine doğan bu çocukların anne-babalara emânet olarak verilmesidir. Ve bu emânete dikkat edilmezse bundan da toplum büyük bir zarar görür.

Bir topluma baktığımız zaman, yetişen nesiller, temâyülleri nereye? O, o toplumun istikbâlini göstermiş olur. Eğer hayra, hasenâtaysa, o toplumda istikbal vardır. Yok eğer gençler nefsânî arzularının, onun peşinde dolaşıyorlar, rûhânî vasıflarını ihmâl ediyorlarsa, toplumda istikbal yoktur.

Bunun da en güzel, net misâli, yine ben Çanakkale Harbi’ni misal vereceğim. İşte o anneler olmasaydı, o nesiller de muvaffak olamazdı, canını fedâ edemezdi. “Dînim, vatanım, milletim” diyemezdi.

Âile yuvasında yavrular, ayrı bir meyvesidir. Anne ile baba arasında en köklü râbıtadır. Onlar, Allâh’ın anne ve babalara çok kıymetli birer emanetidir.

Efendimiz buyuruyor -demin bahsettiğim gibi-:

“Hepiniz çobansınız. Hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz. Erkek, âilenin çobanıdır. Sürüsünden sorumludur…” (Buhârî, Ahkâm, 1; Müslim, İmâret, 20)

Burada “çoban” ifadesi çok mühim bir ifâde.

Çoban ne yapar sürüsünü? Kurtlardan korur.

Çoban ne yapar? Münbit yerlerde otlatır, kurak yerde bırakmaz, çölde bırakmaz.

Çoban ne yapar? Önden gider, arkadan gider, sürüye yön verir.

Çoban ne yapar? Eğer bir koyunun, kuzunun bacağı kırılmışsa onu orada kurtlara bırakmaz. Onu kucağına alır, onu sürünün yanında götürür onu. Sahip olur ona.

Velhâsıl Efendimiz buyuruyor:

“Hepiniz çobansınız, hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz. Erkek, âilesinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Kadın, kocasının evinin çobanıdır…” (Buhârî, Ahkâm, 1; Müslim, İmâret, 20)

Kadının en mühim vazifesi budur. Fakat bugün tabi bu, biraz zaafa uğradı. Sürüsünden sorumludur.

Yine, âyet-i kerîmede buyruluyor:

“Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyunuz!..” (et-Tahrîm, 6)

Bunu da, kısaca bu şekilde cevaplandıralım.

Peki Efendim. Muhterem Efendim, programımızın adı İstanbul’un Sırları, Erkam Radyomuzda devam ediyor. Bize gelen bir soru var. Onu sizlerle son olarak paylaşmak istiyoruz, cevabını almak istiyoruz. İstanbul efendisi, İstanbul hanımefendisi diyoruz, deniliyor. Sizden İstanbul hanımefendisi nasıldı, nasıl olmalıdır? Yani İstanbul hanımefendisi tarihte kaldı diyemeyiz, hâlâ devam ediyor olmalı.

Muhakkak.

Evet. İstanbul hanımefendisiyle ilgili birkaç cümle sizin ağzınızdan ricâ etsek.

Sâlihât-ı nisvandan olması baştan. Yani bir defa; Edip Kürkçü diye bir kalp doktoru vardı. Biz ticaretteyken dükkânımıza geldi. Annelerden bahsedildi. Annelerin inceliği, zarâfeti, nezâketi, ondan bahsedildi. Kendisi bir içini çekti.

“Ah dedi, o anneler dedi, ne muhteşem annelerdi dedi. Sabahleyin erkenden kalkar, sabah namazını kılar, bize duâlar okuyarak kahvaltı hazırlar, yine duâlar okuyarak bizi gönderirdi. Bütün hayatlarının en zevkli anları, evlâtlarını istikâmette yetiştirme gayretidir…”

Diğer bir misal:

Bir hasta varsa o hastayı o mahalle ziyarete giderdi. En fakiri bile bir çorba götürürdü:

“Aman bu hasta benim çorbamla bir lokma yiyip içsin, hasta duâsı makbuldür. Bana da duâ etsin.” diye.

Yine biz çocukluk zamanımızda bugünkü gibi kesimler birbirinden ayrılmamıştı zengin-fakir. Zengin de fakir de bir mahallede otururlardı. Zenginin evi, fukaranın kucağıydı neredeyse.

Kış gelmeden birtakım hazırlıklar yapılırdı kışa: Salçalar, tarhanalar filân. Burada komşular beraber çalışırlardı. O zengin evler, o fakir evlere daha fazla verirlerdi. Yani bir nezâketle. Sanki çalıştıklarının bir karşılığı oluyormuş gibi.

Hizmetkârlar o zengin evlerinde taltif edilirdi. Onlara karşı bir kul hakkı düşünülürdü. Eğer genç kızsa onun düğününe, evlenecek, çeyizlerine yardım edilirdi.

Bir mahallede fakir-fukarâ, garip de vardı, dul da vardı, o varlıklı evler, onun bir sigortası şeklindeydi. Yani dâimâ bir abla-kardeşlik, baba-oğul, bu şekilde bir toplum tarzı.

Bu bir İstanbul nezâketi. Yani İstanbul’un coğrafyası nasıl bir ruhlara huzur ve ferahlık veriyorsa, İstanbul’un insanları da o şekilde birbirine karşı bir âhenk içinde ve birbirlerine huzur tevzî ederlerdi. Bu minval üzerinde, bu istikâmette bir hayatları vardı. Bizim çocukluğumuzun devresinde İstanbul halkının nezâketi, zarâfeti, aşağı-yukarı bu şekildeydi.

Fakat bugün maalesef globalleşen dünya, bu güzel vasıfları kaybettirdi. İnsanlar egoist ve pragmatist oldular. Menfaatlerini düşünen insanlar hâline geldiler.

Tabi bu memleketin, milletimizin kökü sağlamdır. Bu eski hâline -inşâallah- kısa zamanda dönecektir.

Yani İstanbul beyefendisi, İstanbul hanımefendilerinin hayatları bu şekildeydi. Muhakkak -inşâallah- yetişen güzel neslimiz, bu vasıflara tekrar kavuşur.

İstanbul hanımefendisi, -inşâallah- sizin de buyurduğunuz gibi eski vakarına -inşâallah- ulaşır. Ve tüm topluma, İslâm âlemine -inşâallah- örnek olur diyoruz Efendim.

Evet. Efendim, bir de burada; tabi ben çocuk terbiyesinden de…

Buyrun.

Geçen şeyde sormuştunuz, pek vakit kalmadı. Tabi burada annenin-babanın sâlih, sâliha olması lâzım ki o çocuğa bir şeyler versin. Bir râbıta olsun. Bir muhabbet olsun.

Fakat güzel bir şey vardır, bir mısrâ:

Kendisi muhtaç-ı himmet bir dede,

Nerde kaldı gayrıya himmet ede.

Onun için bir defa annenin-babanın sâlih ve sâliha olması lâzım. En mühim şey bu.

Anne-babanın vazifeleri nelerdir? Onu kısaca ifade etmek isterim.

Bir defa isim müsemmâyı çeker. Evlâdına güzel bir isim koyabilmek. Yani o isimle çağırırken bir hoşluk, bir güzellik gelmesi. Bu çok mühim.

Efendimiz zamanında bir devenin sütü sağılacak.

“–Kim devenin sütünü sağacak?” diye Efendimiz soruyor. Bir kişi kalkıyor. Efendimiz:

“‒İsmin nedir?” diyor.

“‒Mürre.” diyor. Acı, mânâsı. Câhiliye devrinden kalma.

“‒Sen otur.” diyor.

İkincisi kalkıyor.

“‒Senin ismin nedir?” diyor. O da diyor ki:

“‒Cemre.” diyor. Yani kor hâlinde yanan ateş.

“‒Sen de otur.” diyor.

Üçüncüsü kalkıyor:

“‒Yaîş.” diyor. Canlı, yaşayan mânâsına. Yaîş diyor.

“‒O zaman diyor, sütü sen diyor, sağ.” diyor. (Taberânî, Mûcem, XXII, 277; Muvatta, İsti’zan, 24)

Efendimiz bazen gezdiği geçtiği köylerde isim sorardı. İsim eğer rûha hoş gelmezse o ismi değiştirirdi. Rûha hoş gelen bir isim koyardı. Bir defa anne-babanın birinci vazifesi, evlâda güzel bir isim koymak.

İkincisi, mânevî bakımdan onun lokmasına dikkat etmek, helâl lokma yedirmek. Bu da çok mühim.

Taklit özelliği vardır çocuklarda, anne-babayı taklit eder. Örnek olacak davranışlarda bulunma. Çocuk eğer münâkaşalı ve kavgalı ortamda ise huysuzlaşır, hırçınlaşır. Huzurlu ve dengeli bir ortamdaysa, o güzel huylarla terbiye olmuş olur.

Yine diğer bir husûsiyet:

Çocukların davranışları, onlara hissettirmeden dâimâ kontrol altında olmalı. Özellikle onların göz önünde yapamadıkları kabahati, gizli ve tenha yerlerde işlemelerine meydan vermemeli. Yani onları göz ardı etmemeli. Çünkü yalana alışır, riyâya alışır. O da kendinde şahsiyet hâline gelir. Onun için o çocuklarda o çok mühim. Kontrol, anne babanın kontrolü, yerine göre îkaz etmesi, irşâd etmesi mühim çok.

Diğer husus:

Çocukların güzel işlerini takdir etmeli, onu mükâfatlandırmalı. Hatâlarını görmezden geçirmemeli.

Taltif de önemli.

Taltif de önemli. Çünkü taltif edildiği zaman şevki artar. Eğer göz ardı edilirse, îkaz edilmeyen kusurlar başlar.

Ne şımartma, ne kapatma tamamen, evet.

Meselâ İmâm Mâlik Hazretleri buyuruyor ki:

“Bana diyor, babam hadis ezberletir, bir hediye verirdi. Ben de bir hediye alacağım diye ertesi gün bir hadis daha ezberlerdim diyor. Öyle bir hâle geldim ki diyor, babam vermese bile ben zevkini ve lezzetini almaya başladım.”

Bilhassa bu kız çocuklarına çok dikkat etmek lâzım. Küçük yaşlarda kıyafet yanlışlıklarına müsâmaha göstermemek lâzım. Bazı anne-babalar gafletle, “zevkini alsın” diyor. Zevkini alsın diyor ama, o çocuk bir sigara tiryakisi gibi, o giyime tiryaki olmaya başlıyor, hattâ daha beterine doğru gidiyor.

Modanın esaretine girmiş oluyor.

Diğer bir husus:

Çocuğu sık sık cezâ vererek arsız hâle getirmemek lâzım. Kazâ ile tabak çanak kırdığı zaman da azarlamamak, ona daha dikkatli olmasını îkaz etmek lâzım. Onu da bir tebessümlü bir şeyle, sîmâ ile îkaz etmek zarûrî olur. Ancak çocukların huy ve ahlâklarına işleyecek yanlışlar, hatâlar karşısında kesinlikle bir hoşgörü olmaması lâzım. Yanlış olduğunu kendisine mutlakâ ifade etmek lâzım. Onu nasıl îkaz edecek:

“‒Bak, Allah görüyor. Bu bizim kıyamet günü önümüze çıkacak bu yanlışlık. Orada, öbür tarafta huzurlu bir hayatının olmasını istemez misin?”

Yani tatlı dil. Çocuğun anlayacağı bir şekilde. Çocuğun anlayabileceği bir şekilde îkaz etmeli.

Âdâb-ı muâşeret kâideleri öğretilmeli. Ahlâk kâideleri. Meselâ bir çöp atmamak sokakta giderken. Bunu bir îkaz etmeli.

Ya da açıkta yemek…

Açıkta yemek, imrendirmemek kimseyi. Bunlar da çok mühim. Yani onu dâimâ îkaz etmeli.

“‒Bak oğlum demeli, senin yediğine imrenirse karşındaki, o sana bir fayda vermez; sana bir şifâ olmaz…” Bu şekilde îkaz da etmeli.

Sonra çocukların çocukluklarını yaşamalarına da mânî olmamak lâzım. Fakat burada ifrata götürmemek; ne ifrat ne tefrit.

Vasat, denge.

Vasat olarak götürmelidir.

Bir de en mühimi, çocukları hamd ve şükre alıştırmalı. Meselâ bir yılan gördü, bir solucan gördü:

“–Bak, Allah seni böyle yaratabilirdi. Bak Allah seni insan olarak yarattı. O da sana zimmetlidir. Sen ona, kapındaki bir köpeğe, kediye ikram edeceksin. Sen de kedi köpek gibi olup aç kalabilirdin…”

Dâimâ böyle olgun misallerle, anlayabileceği şekilde, o şekilde bir îkaz etmek lâzım.

İbadet ve hizmete alıştırmak lâzım. Namaza alıştırmak lâzım.

“Bak, ona da bir, Allâh’a teşekkür borcun. Bak, sana birisi bir bardak su verse teşekkür ediyorsun, bir çikolata verse teşekkür ediyorsun. Allah seni insan olarak yarattı. Namaz bizim bir teşekkür borcumuz en başta. Cenâb-ı Hak senin, Rabbine yaklaşmanı istiyor. «…Secde et ve yaklaş.» (el-Alak, 19) buyuruyor. Sen Allah’tan ne kadar kendin için bir güzellik istiyorsan, onun bir mukâbilini de senin îfâ etmen…”

Onun için, namaza alıştırmalı.

Vermeye alıştırmalı. Çocuk cömert olacak, merhametli olacak. Yani onu da kendinden. Meselâ çocuğa 20 lira haftalık veriyor bir anne-baba. Bunun sen 5 lirasını senden daha zor durumdaki bir arkadaşına harcayacaksın…

İnfakı öğretmek.

Onu bir merhamete alıştıracak anne-baba.

Velhâsıl çocuğumuzun kusursuz olmasını istiyorsak, kusursuz anne ve baba olmamız lâzım.

İnşâallah.

En mühimi bu.

En güzel mîras, bir annenin-babanın en güzel bırakacağı mîras, şahsiyet ve karakter mîrâsıdır. Onu Cennet yolcusu eder.

Ömer bin Abdülaziz’e diyorlar ki:

“–Sen devamlı elinde ne varsa infak ediyorsun, dağıtıyorsun. Çocuklarına biraz bıraksan olmaz mı? Senin arkandan ne olacaklar?”

O da diyor ki:

“–Benim çocuklarım diyor, benim yolumdaysa diyor, benim gibi olurlar, rahat ederler, huzur bulurlar. Benim gibi olmayacaklarsa zaten bırakacak bir şey olmaz.” buyuruyor.

Bu da güzel bir ölçü.

Bir de Efendimiz’e, hicrette, Ebû Talha, yetim olan çocuğunu getirdi:

“–Yâ Rasûlâllah dedi, bu dedi, on yaşında Enes dedi, Siz’e hizmet etsin.” dedi.

Efendimiz 53 yaşında. Yani 53 yaşında bir peygambere, 10 yaşında bir çocuk nasıl hizmet edebilir?

Efendimiz kabullendi. Örnek olacak, yetiştirecek Efendimiz onu.

Diyor ki:

“Beni diyor (Enes), Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir yere gönderirdi. Ben de çocuklarla, mahalle çocuklarıyla oynamaya dalardım. Hemen arkamdan gelirdi:

«–Enescik!» derdi.

Bakardım, Efendimiz’de asık bir surat yok, bir tebessüm, güleryüz.

«–Enescik!» derdi, «Seni şuraya göndermiştim değil mi?» derdi.

Hemen ben de:

«–Evet yâ Rasûlâllah! Hemen gideyim.» derdim. Hemen gidip îfâ ederdim.”

Enes 10 yaşında geldi. Efendimiz’le 10 sene bir beraberliği oldu. Efendimiz vefat ettiği zaman, Enes 20 yaşındaydı. Rivâyete göre 100 yaşına kadar yaşadı Enes. Diyor ki Enes:

“Ben diyor, rüyâ gördüğüm zaman diyor, Rasûlullah’ı mutlakâ görürdüm diyor. O’nu görmediğim bir rüya yoktu.” diyor.

Demek ki terbiyede en mühim unsur muhabbet.

Enes, hoca oluyor. Efendimiz’in yanında büyüdü 10 sene. Bir talebesi diyor ki:

“–Hocam diyor, üstad diyor, sanki diyor, bir yere bakarken diyor, Efendimiz’e bakıyorsun diyor. Sanki diyor bir şey söylemek istediğiniz zaman, sanki o mecliste Efendimiz var gibi konuşuyorsun.” diyor.

“–Evet diyor, vallâhi diyor, öyle bir hasretim ki diyor, kıyâmet günü yanına gideceğim diyor; «Yâ Rasûlâllah! Sen’in küçük hizmetçin geldi, ne olursun beni yanına al.» diyeceğim.” (Ahmed, III, 222. Krş. Buhârî, Savm 53, Menâkıb 23; Müslim, Fedâil 82)

Ne görüyoruz burada?

Muhabbet.

Muhabbet görüyoruz.

Ve râbıtası hep devam ediyor.

O râbıta devam ediyor. Bu çok mühim. Bu, anne-babanın sanatı olmuş oluyor. O anne-baba unutulmuyor. Cenâb-ı Hak unutturmuyor.

Peki Efendim, Allah râzı olsun diyoruz, inşâallah…

Peki.

Başka sohbetlerimizde, değerli dinleyicilerimiz inşâallah.

İnşâallah, inşâallah.

Yine Osman Hocamız’la birlikte olacağız, başka başka konularda. Evet değerli dinleyicilerimiz, İstanbul’un Sırları programında bugün İslâm’da kadın ve kadına verilen önem hakkında, üzerinde durduk. Kendisine tekrar teşekkür ederiz; Efendim sağolun.

Efendim, ben son olarak birkaç cümle daha -gerçi tekrar olacak ama- yani bir sâliha hanımefendi, âilenin huzurunu temin eden, gönülleri aydınlatan âdeta billur bir avize gibidir. Âilesine Cennet saâdeti bahşeden hoş kokulu bir çiçek, saâdet bahçelerinin en kıymetli tezyinâtıdır o anne. Şefkat, merhamet, iffet, edep, hayâ, tevâzu, cömertlik, tefekkür ve tahassüs ile zirveleşen bir fazîlet âbidesidir.

Allah, inşâallah cümlemizin yavruları, kız evlâtlarımızı, inşâallah bu sıfatlarda olmasını ve ümmet-i Muhammed’e rahmet olmasını Cenâb-ı Hak inşâallah nasîb eylesin.

Âmîn, âmîn, Allah râzı olsun.

Yine Muhammed İkbal, yine burada, Pakistan’ın meşhur feylesofu:

“Ey örtüsü namusunun perdesi olan müslüman kadın diyor. Senin yüzündeki nûr, îman kandilimizin sermayesidir. Toplum fidanının âb-ı hayatı sensin. Ümmetin emânetini koruyan muhafız da sensin, muhâfaza eden de sensin. Fıtratındaki ulvî hasletleri aklınla keşfet, kalbinle keşfet. Hazret-i Fâtıma, senin için bir numûnedir. Ondan gözünü ve gönlünü ayırma. Tâ ki senin dalında da bir Hüseyin meyvesi çıksın. Gülistan, eski mevsimine gelsin.”

İnşâallah.

İnşâallah…