İslâm’da Bâtınî Farzlar ve Bâtınî Haramlar (Kur’ânî Tâlimatlar 5)

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2019 Ay: Mayıs, Sayı: 171

CENNETLİK OLMAK

Bir adam, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e;

“−Ey Allâh’ın Rasûlü! Falanca kadın; çokça nâfile namaz kılması, nâfile oruç tutması, çalışması ve sadaka vermesiyle anılır. Fakat o kadın, diliyle komşularına eziyet eder!” dedi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz şöyle buyurdu:

“–O kadında hiçbir hayır yoktur! O kadın cehennem ehlindendir!”

Adam devamla; farz ibâdetlerini yerine getiren, nâfile ibâdetleri fazla olmasa da, muâmelâtı çok iyi olan, diliyle komşularına hiç eziyet etmeyen bir kadını sordu.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–O kadın, cennet ehlindendir!” (Ahmed, II, 440)

Peygamberimiz’in bu ölçüsünü, Hazret-i Ömer’in şu tavsiyelerinde de temâşâ ederiz:

Bir kimse Hazret-i Ömer’in yanında başka birisini methediyordu. Ondan sitâyişle bahsediyordu. Hazret-i Ömer; ona bir insanın, nefsine ağır gelen şartlardaki hâlini gösteren üç tane sual sordu:

  • Onunla hiç yolculuk yaptın mı?
  • Ticaret gibi bir alışverişte, içtimâî bir muâmelede bulundun mu?
  • Ona sabah, akşam komşu oldun mu?

Kişi, bu üç suâle de;

“–Hayır!” deyince, Hazret-i Ömer şöyle dedi:

“–Kendisinden başka ilâh olmayan Allâh’a yemin ediyorum ki, sen onu tanımıyorsun!”

Yine Hazret-i Ömer şöyle tavsiye ediyordu:

“Bir kimsenin (zâhiren) kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız. (Muâmelâta dair) şu hususlardaki hâline bakın:

  • Konuştuğunda doğru söylüyor mu?
  • Kendisine bir emânet verildiğinde emânete riâyet ediyor mu?
  • Dünyaya meylettiği zaman helâl-haramı gözetiyor mu?”

Aslında huşû ile kılınan bir namaz, bütün kötülükleri bertaraf eder. Namaz, bir mü’minin amellerinin seviyesini gösterir.

Tâbiîn neslinin büyük imamlarından Ebû’l-Âliye -rahmetullâhi aleyh- der ki:

“Biz, kendisinden (hadis) almak için bir kişinin yanına gittiğimizde, önce onun namaz kılışına dikkat ederdik; eğer namazını huşû ile kılıyorsa;

«O, diğer işlerini de güzel yapar.» diyerek yanına otururduk. Namazını huşû ve tâdil-i erkâna riâyet etmeden kılıyorsa;

«Onun diğer işleri de menfîdir.» diyerek (ondan hiçbir hadis almadan) yanından kalkardık.” (Dârimî, Mukaddime, 38/429)

Bu değerlendirme ve ölçülerin ortak noktası şudur:

BÂTIN ve ZÂHİRE AYRI DİKKAT

Rabbimiz; yüce kelâmı Kur’ân-ı Kerim ve Rasûlü Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz vasıtasıyla, bizlere tâlimatlarda bulunmuştur.

Bizlerden; birtakım vazifeleri yerine getirmemizi istemiş, birtakım fiillerden de uzak durmamızı ferman buyurmuştur. Rabbimiz’in emirlerine farz ve vâcibler, yasaklarına da haram ve kerâhetler diyoruz.

Lâkin bunların da bir kısmı zâhirîdir, yani gözle görülür, bâriz hususlardır; bir kısmı ise bâtınîdir, yani gizli kalabilen, kalbe ve niyetlere göre anlaşılan hususlardır.

Namazın zâhirini görüyoruz; fakat kılanın niyet ve huşûunu, ihlâs ve samimiyetini biz idrâk edemiyoruz. Lâkin onu Allah Teâlâ çok iyi bilmektedir.

Câhil ve gafil insan; görünür olan farzları gerçekleştirip, yine görünür olan haramlardan kaçınarak, vazifesini gerçekleştirdiğini zanneder. Bu büyük bir aldanıştır.

Ekseriyetle de insanlar bu gaflete düşmektedir.

Meselâ;

Hınzır etinden, bütün müslümanlar şiddetle nefret eder. Hınzır eti; müşahhas ve zâhirî bir haramdır. Onu Rabbimiz haram kılmıştır.

Fakat birçok gafil müslüman; yine Rabbimiz’in tâlimatlarıyla haram kıldığı gıybet (dedikodu), nemîme (lâf götürüp getirme) gibi günahlardan, hınzır etinden kaçtığı gibi kaçmamaktadır. Hâlbuki gıybet; içinde kul hakkı da bulunduğu için; hınzır eti yemekten belki de daha beter bir günahtır, âyet-i kerîmenin tarifiyle mü’min kardeşin ölü etini yemektir.

Gıybet; kişinin kendisini üstün gördüğünün, ayıbını aradığı kardeşini ise hor ve hakir bulduğunun alâmetidir. Yani kibrin ve kendini beğenmişliğin lisâna yansımasıdır. Cenâb-ı Hak; başkalarını kaş-göz hareketleri ve çirkin sözlerle yüzüne karşı veya gıyâbında alaya alan ve çekiştiren kişileri, ağır bir şekilde îkaz buyurur:

وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ

“Arkadan çekiştirmeyi (yani gıybeti), yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay hâline!” (el-Hümeze, 1)

Nefs, harama açılmış bir imtihan penceresidir. Nefsin mayasında haram temâyülü bulunduğu için, ona aldanan gafil insan haramın câzibesinden kendini kurtaramaz. İnsanın içinde haramlığa teşneliğin sebebi budur. İşte tezkiye-i nefs bunun için elzemdir. Kurtuluş çaresi, helâllere ve sâlih amellere rağbeti artırmaktır.

Günahlarda, imtihan îcâbı nefsânî bir câzibe olur. Kişi; bu nefsânî tada alışırsa, yaptığına türlü te’viller uydurur. En ağır günahlar bile kendisine tatlı bir mûsıkî gibi hoş gelir de bu bâtınî haramları çiğnemeye devam eder. Fakat kendini kandırmış ve kalbini vîrâneye döndürmüş olur. Bu şekilde, bâtına dikkat etmeyen kişilerin, zâhirî ibâdetleri de zayıflar ve sonunda tükenir.

Bu sebeple, Rabbimiz îkaz buyurur:

وَذَرُوا ظَاهِرَ الْاِثْمِ وَبَاطِنَهُۜ

“Günahın zâhirini de bâtınını da bırakın! …” (el-En‘âm, 120)

Âyet-i kerîmede bildirilen bu şuurla, zâhir ve bâtın haramlardan aynı nefretle içtinâb edilmelidir.

Meselâ;

  • İçkiden, kumardan uzak durulduğu gibi; hasetten ve riyâdan da uzak durulmalıdır.
  • Fâizi, rüşveti hayatımıza sokmadığımız gibi; yalanı, cimriliği ve acımasızlığı da hayatımıza asla yaklaştırmamalıyız.
  • Zinâya yaklaşmadığımız gibi; göz, kulak ve sözü tehdit eden iffetsizliğin gizli ve açık her türlüsüne de hiçbir kapı açmamalıdır.
  • Cinayetten yani adam öldürmekten kaçınıldığı gibi, kibirden ve gururdan da fersah fersah uzaklaşılmalıdır.

HİÇLİKTE ZAFER,ENÂNİYETTE HEZÎMET VARDIR

Sultan Alparslan’ın hayatında, bu bâtınî haram ve farzlara hassâsiyetin misallerini buluruz:

Malazgirt zaferinin gerçekleşeceği günün sabahında, Sultan Alparslan; kefen misâli bembeyaz elbiselere büründü ve askerlerine;

“‒Bugün emir veren bir kumandan ve emir alan bir asker yok, ben de sizin gibi bir neferim!” dedi.

Böylece Alparslan; bâtınî farzlardan olan tevâzu ve mahviyeti çok güzel sergilemiş; bâtınî haramlardan olan kibir, gurur ve enâniyetten kendisini muhafaza etmişti.

Bu müstesnâ hiçlik hâli, ilâhî yardıma vesile oldu; onu, kendisinden maddeten çok güçlü durumda olan kibirli kral Romen Diyojen ve onun mağrur Bizans ordusuna karşı büyük bir zafere eriştirdi.

Bundan bir yıl sonra;

Koca Sultan, fethettiği Hana Kalesi’nde bir bâtınî hâinin hançeriyle şehîd edildi.

O gün; son nefesini verirken dile getirdiği şu samimî itiraflar, çok ibretli bir hiçlik dersi mâhiyetindedir:

Alparslan diyordu ki:

“–Her ne zaman düşman üzerine azmetsem; Allah Teâlâ’ya sığınır, O’ndan yardım isterdim. Dün ise, bir tepe üzerine çıktığımda; askerimin çokluğundan ve ordumun büyüklüğünden, sanki ayağımın altındaki dağ titriyor gibi geldi. Kalbimden bir an için;

«‒Ben, dünyanın hükümdarıyım, bana kim galip gelebilir!» diye gafilâne bir düşünce geçti.

İşte bu düşünceden dolayı Cenâb-ı Hak; beni, karşımdaki en âciz bir kulu ile cezalandırdı.

Şu son demde;

Kalbimden geçen o hatadan ve daha önce işlemiş olduğum bütün kusurlarımdan dolayı Allah Teâlâ’dan af diliyor, tevbe ediyorum. Tek niyâzım, bu tevbemi Rabbim kabul ederek bu cezamı bir şerbet-i şehâdet eylesin.

Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Rasûlullah!..”

Tarihimizde; bâtınî haramların en büyüklerinden olan enâniyetten muhafaza olmak için, büyük bedeller ödemiş, benliği terk ederek, mânevî zafere ulaşmış nice şahsiyetler vardır.

Tâcı tahtı terk etmiş İbrahim bin Edhemler, medresedeki şöhretten uzak durarak uzlette hakikati aramış İmâm-ı
Gazâlî
ler, kadılığı bırakıp kaftanıyla ciğer satmış Aziz Mahmud Hüdâyîler; ilimde Şemsü’ş-şümûs / Güneşler Güneşi diye şöhrete ulaşmışken, bir tekkenin tuvaletini temizleyip, sırtında kovalarla su taşımaya talip olan Hâlid-i Bâğdâdîler vardır.

Onlar sadece zâhirle iktifâ etselerdi, onlardaki bu mânevî tecellî ve zuhûrat asla meydana gelmezdi. Sâir sultan, kadı veya âlimler arasında gelip geçmiş bir isim olarak kalırlardı. Fakat benliklerini ayaklarının altına alınca, ilâhî yardımla Hakk’a dostlukta zirveleştiler.

Eğer Hüdâyî Hazretleri; Üftâde Hazretleri’nin terbiyesine girmeseydi, sıradan bir kadı olarak kalacaktı. Cihan sultanlarına üstad olamayacaktı. Ancak Üftâde Hazretleri’nden aldığı kalbî tahsil ile, bir mânâ sultanı oldu. Cihâna yön veren sultanları irşâd etti.

Bu kalbî tahsile birkaç misal:

Hazret-i Mevlânâ, Selçuklu medreselerinde büyük bir müderris idi.

Şems-i Tebrîzî ise sade bir dervişti. Mevlânâ kadar ilmi yoktu. Fakat gönlü, aşk ve irfan ile doluydu. Hikmet hazinesiydi. İn‘ikâs ile kendi kalbindeki aşk ve vecdi Mevlânâ’nın kalbine de aktardı.

Şems, bilhassa şu hassâsiyet ve merhameti, onun zihnine değil gönlüne öğretti:

“–Eğer yeryüzünde üşüyenler varsa, sen ısınma hakkına sahip değilsin!..”

Müderris Mevlânâ Celâleddin; ancak bu dervişten öğrendikleriyle, mânâ ummânı bir Hazret-i Mevlânâ oldu…

Şems; Mevlânâ’ya ne öğretti, onda nasıl bir tesir meydana getirdi ki, bu seviye ve bu bereket hâsıl oldu? Mevlânâ Hazretleri’nin; Şems’ten alabileceği zâhirî, aklî bir bilgi yoktu. Fakat gönlünden alacağı, nice hikmetler vardı.

Şems; kalbindeki vecd, istiğrak ve aşk ile Mevlânâ Hazretleri’nin gönlündeki prangaları kırdı ve onun kalbine büyük bir ufuk açtı. Zâhirî ilmiyle kalbî ilmi bir âhenk teşkil etti. Neticesinde ilhamlar, tulûat ve sünûhatlar doğmaya başladı. Hâlâ cihânı irşâd etmekte olan Mesnevî-i şerif, Dîvân-ı Kebîr, Fîhi Mâ Fîh gibi eserlerini Hazret-i Mevlânâ, ancak bu tahsilden sonra kaleme alabildi.

Ulaştığı zirvede Hazret-i Mevlânâ; büyük bir mânevî lezzet duyarak, kendini şöyle tarif ediyordu:

مَنْ بَنْدَهِٔ قُرْ آنَمْ اَگرْ جَانْ دَارَمْ

مَنْ خَاكِ رَهِ مُحَمَّدْ مُخْتَارَمْ

“Bu can bu tende oldukça ben, Hazret-i Kur’ân’ın kölesiyim; Hazret-i Muhammed Muhtâr’ın mübârek yolunun toprağıyım!..”

Taptuk Emre Hazretleri de, Hazret-i Yûnus’u aynı şekilde mâneviyat ve hizmet harmanında yoğurdu. Eşikte onun enâniyetini tedavi etti, kalbî ihtilâçlarını sükûnete erdirdi.

Bundan sonra koca bir deryâ gibi dîvânı olan Yûnus yetişmiş oldu…

BÂTINÎ ve ZÂHİRÎ FARZLAR

Haramların mukabili olarak, farzlarda da zâhir ve bâtın iki kısım vardır. Namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibâdetler, zâhirî farzlardır ve huşû ile edâ edilmeleri her müslümanın vazifesidir. Bunun yanında, bâtınî farzlar da vardır:

Güzel ahlâk, merhamet, cömertlik, adâlet, tevâzu, ihlâs, samimiyet, iffet, hayâ, huşû, takvâ ve sabır gibi nice mânevî hasleti bu grupta mütalâa etmemiz îcâb eder. Çünkü Rabbimiz, bu hasletleri de müslümanlardan istemektedir.

Zâhirî farzları edâ etmekle; Cenâb-ı Hakk’a karşı kulluğu edâ ettiğini zannetmek, hazin bir aldanış olur.

Hak dostları ve ârif kullar; dâimâ, bâtınî âlemin ihyâsına dikkate davet etmişlerdir.

Nitekim Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- buyurur:

“Dört şey vardır ki zâhirini îfâ fazîlet, bâtınını îfâ ise farzdır:

  1. Sâlihlerle oturup kalkmak fazîlet, onlara uymak farzdır.
  1. Kur’ân okumak fazîlet, onunla amel etmek farzdır.
  1. Kabirleri ziyaret etmek fazîlet, ona hazırlanmak farzdır.
  1. Hastayı ziyaret etmek fazîlet, ondan ibret almak ise farzdır.” (İbn-i Hacer, Münebbihât, s. 14)

Haramların hem zâhirinden hem bâtınından kaçınmaya ve farzların hem zâhirî hem bâtınî olanlarını vecd ile îfâ etmeye ayrı bir ihtimam gösterilecek mevsim ise, Ramazân-ı şeriftir.

KUR’ÂN MEVSİMİ

Ramazân-ı şerif, Kur’ân-ı Kerîm’in nâzil olduğu aydır.

Bu sebeple; bu ayda hem Allâh’ın kelâmını tilâvet etmeye, hem de onun mânâsını anlayıp idrâk etmeye, yani Kur’ân’ın ahkâmını, hudûdunu ve ahlâkını, hâlimize tatbik etmeye büyük ehemmiyet vermeliyiz.

Kulluk; her nefeste yaşanır, son nefese kadar devam etmelidir. Dînî hayatı; sadece birtakım mübârek gün ve mevsimlere tahsis etmek, şuurlu ve takvâlı bir mü’minin davranışı değildir.

Hattâ Yahyâ bin Muâz -rahmetullâhi aleyh- der ki:

“Kişi diliyle tevbe ve istiğfâr ettiği hâlde, kalbinde günah işleme temâyülü varsa ve Ramazan’dan sonra günaha dönerse bilsin ki; orucu reddolunmuş, kabul kapısı yüzüne kapatılmıştır.”

Bu bakımdan;

Ramazan’daki ibâdetlerimizin kabulünün delili; Ramazan’dan sonraki hâl ve istikametimizdir.

Lâkin Rabbimiz, kullarına merhametinden dolayı; dünyanın âlâyişine, nefs ve şeytanın hilelerine kapılıp gafletin girdaplarında boğulup gitmemeleri için, mü’minlere mübârek zamanlar lutfetmiştir. Üç aylar ve bilhassa Ramazân-ı şerif böyle bir rahmet ve mağfiret iklimidir.

Mâlûm; çeşitli mesleklerde, tahsil ve spor faaliyetlerinde kamplar olur. İnsanlar o demlerde büyük bir hedefe kilitlenir ve sadece çalışmalarına teksif olurlar. Sâir zamanlarda kendilerini meşgul eden şeylerden uzak kalırlar. Yani ihtilâttan men hâlinde yaşarlar. Böylece az zamanda muhtemel bir muvaffakiyet dolayısıyla dünyevî bir gaye için çok büyük bir gayret, imkân ve vakit harcarlar.

Tabiri câizse;

Ramazân-ı şerifte de
mü’minler; ruhlarının vecd ve istiğrâkı içinde, ibâdet hayatının aşk ve huzurunda yaşarlar. Diğer taraftan ise nefslerini kötü alışkanlıklardan korumuş olurlar. Böylece dünyevî ve uhrevî bir berekete nâil olurlar.

İşte bu mânevî mevsim; dînî heyecan sahibi bir mü’min
için, senenin kalbi ve mihveridir.

Nitekim Muallâ bin Fadl -rahmetullâhi aleyh- şöyle der:

“Selef-i sâlihîn; Cenâb-ı Hakk’a, altı ay kendilerini Ramazân’a ulaştırması için duâ ederlerdi. Geri kalan altı ayda da idrâk ettikleri Ramazân’ı kabul buyurması için duâ ederlerdi.” (Kıvâmu’s-Sünne, et-Terğîb
ve’t-Terhîb
, II, 354)

Ramazân-ı şerîfi en güzel şekilde nasıl değerlendirebiliriz?

ORUÇ

Ramazân-ı şerifte oruç farz kılınmıştır. Zâhir ve bâtın inceliği, ibâdetlerin edâ keyfiyetinde de karşımıza çıkar.

Oruç; zahirî ölçülerinin yanında bâtınî yönleri itibarıyla, daha geniş ve ihâtalı bir ibâdettir. Ağıza, mideye ve nefsânî arzulara oruç tutturulduğu gibi; dile, göze, kulağa ve kalbe de oruç tutturulması îcâb eder.

Yani;

Oruçlu iken ağza bir şey girmemesine dikkat edildiği gibi;

  • Ağızdan da yanlış bir sözün çıkmamasına,
  • Gözlerin bir şeytan vitrinini seyretmemesine,
  • Kulakların kötü ve çirkin şeyler dinlememesine ve
  • Gönlün, kalb-i selîme yakışmayacak duygu ve niyetlerle kirletilmemesine dikkat etmek gerekir.

Bütün bunlar, aslında oruç değilken de dikkat edilmesi gereken hususlardır. Ancak, oruçlu iken bilhassa ihtimam gösterilmelidir. Zaten orucun hikmeti;

لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

“Takvâya ermeniz için…” (el-Bakara, 183) ifadesiyle beyan buyurulmuştur.

Birçok hadîs-i şerif, orucun bu mânevî ve bâtınî tarafını bize bildirir:

ZEDELENMİŞ ORUÇLAR

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün;

“–Oruç, oruçluya yakışmayan şeylerle (nefsânî arzularla) zedelenmedikçe (tutan için) bir kalkandır.” buyurdu.

Ashâb-ı kiram;

“–(Oruçlu) onu ne ile zedeler?” diye sorunca Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Yalan ve gıybetle… (yani diliyle…)” cevabını verdiler. (Nesâî, Sıyâm, 43)

Hak dostlarından Abdullah Dehlevî Hazretleri, bulunduğu meclislerde lüzumsuz sözler sarf edilmesine müsaade etmezdi. Birisi gıybet etse hemen ona mâni olur ve;

“–O söylediğin söze ben daha lâyığım! (Bende daha fazlası var!)” derdi.

Oruçlu olduğu bir gün, yanında gıybet ettiler. Hazret;

“–Eyvah, orucumuz bozuldu!” buyurdu.

Bir talebesi;

“–Efendim, siz gıybet etmediniz ki!” dediğinde ise;

“–Evet, biz gıybet etmedik, ama dinledik. Gıybette, söyleyen de dinleyen de aynıdır.” buyurdu.

Şu hadîs-i şerifler de, oruçların bâtınına dikkat etmeyenlerin hazin âkıbetini bildirmektedir:

“Kim yalan konuşmayı ve yalan dolanla iş yapmayı terk etmezse; Allâh’ın, o kimsenin yemesini ve içmesini bırakmasına ihtiyacı yoktur.” (Buhârî, Savm, 8)

“Nice oruç tutanlar vardır ki, orucundan kendisine kuru bir açlıktan başka bir şey kalmaz!..” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 21)

Yani makbul bir oruç için; dedikodu, kibir, nemîme, israf, pintilik ve emsâli kötü ahlâkın girdabından korunmak zarûrîdir.

RİYÂZAT

Diğer taraftan hakkı verilmiş bir oruç; mü’mine helâllerden dahî riyâzat içinde, mahdut bir şekilde istifâde etmeyi tâlim eder. Helâllerde dahî arzularını dizginlemeyi öğrenen bir mü’min; haramlara karşı koymayı, biiznillâh daha iyi başaracaktır.

Hazret-i Mevlânâ; riyâzat vesilesiyle, bedenden rûhâ yönelmeye davet ederek şöyle der:

“Ramazan geldi; artık maddî yiyeceklerden elini çek ki, gökten mânevî rızıklar gelsin. Bu ay, gönül sofrasının kurulduğu aydır. Gönlün, bedenin hatalarından kurtulduğu aydır. Gönüllerin aşk ve îmân ile dolduğu aydır.” (Mesnevî)

Bir mütefekkir de şöyle der:

“Eğer sen bu cihanda güzel bir eğitimci olmak istiyorsan, gökyüzünün talebesi ol! (Kitap ve Sünnet’in tahsilini îfâ et! Bir ömür onların muhtevâsında dâimî bir vecd, heyecan ve istiğrâk ile yaşa!)”

Hazret-i Mevlânâ yine buyurur:

“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur.” (Mesnevî)

Bu idrâk ile düşünüldüğünde, iftar vakitlerinde tıka basa yemek yemenin de orucun esas gayesi olan riyâzat ve nefsin arzularıyla mücâhede sırrına muvâfık olmadığı anlaşılır.

KUR’ÂN’I YAŞAMAK

Ramazân-ı şerîfi en güzel şekilde ihyâ edebilmek için, bu ayda Kur’ân’a bir başka ihtimam göstermeliyiz.

Peygamber Efendimiz her Ramazan, Hazret-i Cibrîl’e o seneye kadar nâzil olan Kur’ân-ı Kerîm’i arz ederdi. Mübârek ömürlerinin son Ramazân’ında bu arza-i ahîra adı verilen mukaddes tilâvet ve takdim iki kez tekrarlanmıştı. Ramazanlarda camilerimizde ve evlerimizde okunan mukabeleler, o hâtıranın yâdıdır.

Peygamberimiz her vesile ile Kur’ân okurlardı. Kur’ân ile vaaz ve nasihat eder, Kur’ân ile duâ buyurur, geceler boyu Kur’ân okuyarak namaz kılarlardı. Suffe talebelerine Kur’ân tâlim ederlerdi. İbn-i Mes‘ûd -radıyallâhu anh- gibi talebelerinden Kur’ân dinlerlerdi.

Hicret yolunda kendilerine yaklaşan Sürâka; o ânı anlatırken, yine Peygamberimiz’in Kur’ân okuduklarını bildirmişti. Efendimiz’in ömrü hep Kur’ân’ın bereket ve mâneviyâtıyla dopdolu idi.

Bizim de;

Ramazân-ı şerifte, vakitlerimiz Kur’ân ile ziynetlenmelidir. Mukabelelere iştirâk etmeli, hatimler indirmeli, Kur’ân-ı Kerîm’in mânâsında, istikametli âlimlerin tefsirleriyle derinleşmeye gayret etmeli ve mutlaka âyetlerin muhtevâsına girme gayreti göstermeliyiz.

Bilhassa infâk âyetlerinin…

İNFAK

Ramazân-ı şerif gelince, Peygamber Efendimiz; her zamanki cömertliğinden de ileri bir şekilde, çok cömert olurdu.

Cömertlik ve merhamet, bâtınî farzların en mühimlerindendir. Çünkü Rabbimiz; mü’minlere Zâtını en çok Rahmân ve Rahîm ism-i şerifleriyle vasfederek, onlara birer Rahmet İnsanı olmalarını telkin buyurmuştur.

Oruçla rakîkleşen, şefkat ve merhamette derinleşen kalpler; fukarânın, muhtaçların, mahrumların ve mazlumların hâlini çok daha iyi hissederler. Muhteşem mâzîmizde de Ramazanlar, fukarâya infak seferberliği şeklinde ihyâ edilmiştir.

Şu ne güzel bir misaldir:

Sultan III. Mustafa, bir Ramazan’da Şeyhülislâm Mehmed Emin Efendi’nin konağına iftara gitmişti. Söz esnasında;

“–Mehmed Emin Efendi! Arada size gelmek isterim, fakat konağınız pek uzak yerde!” dedi.

Mehmed Emin Efendi de, nezâket ve tevâzu içinde üstü kapalı bir îzahta bulundu:

“–Sultanım! Sayenizde yakın yerlerde bir ev tedâriki mümkündür, lâkin gördüğünüz gibi şu civar hânelerin hiçbirinde mutfak yoktur.”

Bu ince açıklama, hayli kapalı olduğundan dolayı Padişah, şaşkınlıkla sordu:

“–Acayip, bu evlerde yemek pişirmezler mi?”

Bunun üzerine Mehmed Emin Efendi; mahcûbiyet ve mahviyet içinde, Sultan’a; gönül dünyasının hassâsiyetini yansıtan şu cevabı verdi:

“–Sultanım! Cümlesinin sabah ve akşam yemekleri zarûreten âcizâne fakirhâneden gider. Onun için buradan ayrılmak istemem.” (Süheyl ÜNVER, Bir Ramazan Bin Bir İstanbul, s. 64)

Muhterem pederim Musa Efendi -kuddise sirruhû- zamanındaki iftarlar hatırımdadır:

Bir gün faytoncular (at arabacıları) davet edilirdi. Bir başka gün, temizlik vazifelileri buyur edilirdi. Ulemâ, komşular ve akrabalar için nice sofralar açılırdı. Kimsenin boynu bükük bırakılmaz, herkesin gönlü alınırdı.

Günümüzde de iftarlar veriliyor fakat, bazen iftar, verenin gövde gösterisine dönüşebiliyor. Aynı husûsu aslen «velîme» adlı bir sünnet olan, düğün davetlerinde de görüyoruz. İki şeye dikkat etmeli:

Birincisi: Lüks, israf kabîlinden hareketlere saparak gövde gösterisi yapmak değil, mütevâzı bir cömertliğin ihtişamı sergilenmeli.

İkincisi: Davetlilerin tespitinde, ayrımcılık yapılmamalı. Kimse istihkar edilmemeli. Meslektaşlarına iftar verdiyse, çalışanlarına da vermeli, her iktisâdî vaziyetten akrabalarını da davet etmeli.

Bizim medeniyetimizde sınıf ayrımı yoktur. Şimdi maalesef kapitalist dünya, müslümanlara da tesir ediyor. Zengin-fakir ayrı dünyalarda yaşıyor, kaynaşamıyor. Bunlar, bizim medeniyetimize yakışmayan hususlardır.

Ramazân’ı ihyâ edeceğimiz bir ibâdet de namazlardır:

SECDELER

Ramazân-ı şerifte namazlara da ayrı bir ehemmiyet vermek îcâb eder. Namazları cemaatle edâ etmeye riâyete henüz alışmamış kardeşlerimiz, bu Ramazân’ı bir mîlât edinmelidir. Tâdîl-i erkâna riâyet edilen, ferah ve huzurlu terâvihlere devam edilmeli; Ramazan geceleri, eğlence vb. mâlâyânî ile hebâ edilmemelidir.

Sahur, seher vaktinde vücudun ihtiyacı olan gıdâ ve suyu almaktır ve sünnettir. Ramazân-ı şerif, bize bedenle beraber rûhun da ihtiyacının seher vaktinde teheccüd ve zikrullah ile verilmesinin lüzumunu bildirmektedir.

Ramazân-ı şerîfin son on gününde Peygamberimiz, mescidde îtikâfa girerlerdi. Aynı günlerde imkân bulunursa, Medîne-i Münevvere’de Mescid-i Nebevî’nin ve Peygamberimiz’in rûhâniyetiyle dopdolu bir ziyaret ve umre de senelik bir mânevî enerji biriktirme mâhiyetindedir. Gidemeyenler de, Rasûlullah Efendimiz’e -her nerede olurlarsa olsunlar-, kalbî bir râbıta içerisinde Ramazân-ı şerîfin son günlerindeki büyük ikrâma nâil olmaya gayret etmelidir:

KADİR GECESİ

Kadir Gecesi; Kur’ân-ı Kerîm’in Hazret-i Peygamber’e indirildiği, bin aydan daha hayırlı olan mübârek gecedir. Ümmet-i Muhammed’e ne büyük, ömürlük bir ikramdır.

Kadir Gecesi bizler için, şu hakikatleri tefekkür etme vesilesi olmalıdır:

Birincisi; Cenâb-ı Hakk’ın bu büyük ikrâmı başka hiçbir peygambere nasip olmamıştır. Fahr-i Kâinât Efendimiz’in Rabbimiz katındaki kıymeti ne kadar muazzamdır ki, Cenâb-ı Hak; bu ihsânı sadece O’na ve O’nun ümmetine bahşetmiştir.

İkincisi; Kadir Gecesi, Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın indirildiği gece olduğuna göre, Kur’ân’ın Cenâb-ı Hakk’ın indindeki kıymet ve değerini idrâk etmemiz îcâb eder.

Üçüncüsü; bizler ümmet-i Muhammed’iz. Kadir Gecesi’ne O’na ümmet olmak sayesinde nâil olduk. Meccânen bu büyük lutfa nâil olduk. Lâkin her nimet gibi, bu büyük nimetten de hesaba çekileceğiz. Bu nimetin bedeli de;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Müslim, Birr, 163) hadîs-i şerîfi muhtevâsınca;

  • Hayatımızın her safhasının, Rasûlullah Efendimiz’in sünnet ve sîretiyle beraber olması,
  • O’nu yakından tanıyabilmemiz ve bu vesileyle;
  • Cennette Habîbullah Efendimiz’le beraber olabilme iştiyâkıyla gayret etmemizdir.

Dördüncüsü; Kadir Gecesi, Rabbimiz’in cömertliğini tefekkür etmemize vesile olmalıdır. Herkesin cömertliği kendine göredir. Yerin ve göklerin hazinelerine sahip olan Rabbimiz; bir geceye, bin aylık (83 senelik) ecir ve sevap lutfetmektedir.

Bu muazzam ecir ve sevap imkânına, tâ Receb ve Şâban aylarından itibaren hazırlanmak îcâb eder.

Yine Ramazân-ı şerîfin ilk yirmi günü ve gecesinde; bu büyük ikrâma, mânen, rûhen ve bedenen hazırlanmalı; son on gününde de Kadir Gecesi’ne nâil olmanın arzusuyla bütün cehd ü gayretimizi seferber etmeliyiz.

Cenâb-ı Hak; arayıp gayret etmemiz için, Kadir Gecesi’ni bir sır olarak bırakmıştır. Bir işaret kabîlinden Fahr-i
Kâinât Efendimiz; Ramazân-ı şerîfin son on gününde ve tek sayılı gecelerde aramamızı işaret buyurmuştur.

İşte Ramazân-ı şerîfi bu şuurla ihyâ edebilenler; bayram sabahına, -kul hakları hariç- bütün günahları affedilmiş, tertemiz bir şekilde çıkabilecektir. Bu ne muhteşem bir lütuftur!

Kul haklarına gelince;

Ramazân-ı şerif vesilesiyle bir mü’min, bilerek veya bilmeyerek bir kul hakkına girmişse, vakit kaybetmeden ve ne pahasına olursa olsun hak sahibiyle helâlleşmeli, sonra da tevbeye sarılmalıdır. Zira -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:

“Ey insanlar! Kimin üzerinde bir (kul) hak(kı) varsa onu hemen ödesin, dünyada rezil rüsvâ olurum diye düşünmesin! İyi biliniz ki dünya rüsvâlığı, âhirettekinin yanında pek hafif kalır.” (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319)

Gıybet ve dedikodunun da mühim bir kul hakkı olduğunu unutmamalıyız.

Rabbimiz; bizden mevsimlik değil, bir ömre yayılmış bir kulluk ister. Bu sebeple, asıl gaye, Ramazân’ı ömre yaymak için olmalıdır. Bu hikmetle, Kadir Gecesi’nin günü mahfuzdur. Onu idrâk için, insanın dâimâ hazırlık ve teyakkuz içinde olması îcâb eder. Bu mânâyı ifade için;

“Her gördüğünü Hızır, her geceni Kadir bil!” tavsiyesinde bulunmuşlardır.

Cenâb-ı Hak; bu Ramazân-ı şerîfi, bizler için, zâhirî ve bâtınî bütün haramlardan kaçınma şuuru, yani takvâ tahsilinde muvaffak olabileceğimiz bir mânevî mektep eylesin ve neticesinde de cümlemize ebedî beraati ihsan buyursun…

Hâsılı Rabbimiz; bizleri, Ramazân-ı şerîfi hayatımızın bütün muhtevâsına intikal ettirebilmeye nâil eylesin, böylece son nefesimiz ebedî bir bayram olsun!

Âmîn!..