İslam’a Bağlılığımızı Canlı ve Diri Tutmalıyız

DiNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

İSLÂM’A BAĞLILIĞIMIZI CANLI VE DİRİ TUTMALIYIZ

Muhterem kardeşler! Kıymetli delikanlılar!

Okunan âyet-i kerîmelerde, bizim, İslâmʼa bağlılığımızı canlı ve diri tutmamızı Cenâb-ı Hak telkin ediyor.

İlk okunan, Tevbe Sûresiʼnin 111. âyeti, Abdullah bin Revâhaʼnın bir hâdisesi üzerine indi. Medîneliler gelip Efendimizʼe biat ettiler. Allâhʼa biat ettiler, Efendimizʼe biat ettiler. Abdullah bin Revâha sordu:

“‒Yâ Rasûlâllah! (dedi) Bu biat karşısında (dedi) bize ne var (dedi). Mukâbili nedir (dedi). Mükâfâtı nedir?” dedi.

Efendimiz:

“‒Cennet var.” buyurdu.

Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi. “Mallarıyla canlarıyla Cennetʼi satın aldılar…”

Demek ki burada bir, kendimizi test edeceğiz. Allah bana bu canı niye verdi? Beni dünyaya niye getirdi. Bu dünya nedir? Binbir ilâhî nakışlar, insanın bütün ihtiyacı… Bütün bu mahlûkat niye yaratıldı? Onlara Cennet-Cehennem var mı? Demek ki benim için yaratıldı. Ben Cenâb-ı Hakkʼın “el-Bâri”, “el-Musavvir” sıfatından ne kadar hisseler alacağım? Ne kadar kalbimi inkişâf ettireceğim? Ne kadar kendimi Allâhʼa adayacağım?

“Bunun mukâbilinde Cennet var.” buyuruyor Rasûlullah. Arkadan, Cenâb-ı Hak da “canlarıyla mallarıyla Cennetʼi satın aldılar” buyuruyor. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 406)

Yani bu Cennetʼin pazarının dünyada olduğunun farkında olacağım. Mezarda bir Cennet pazarlama yok. Âhirette de bir Cennet pazarlama yok. Cennetʼin pazarlandığı yer burası…

Demek ki burada biz îmânımızı test edeceğiz. Malımı, canımı, Allâhʼın verdiği bütün nîmetleri ne kadar Allah yolunda seferber ediyorum? Kulluğum benim nasıl? Bunun mukâbilinde Cenâb-ı Hak bana neler verecek, neler ihsân edecek? Cenâb-ı Hak niye Cennetʼi yarattı? Niye Cennetʼin, mükemmelin mükemmeli olduğunu âyet-i kerîmelerde Cenâb-ı Hak bildiriyor?

Demek ki mükemmelin mükemmeli olan bir yere, mükemmelin girmesi lâzım.

Cenâb-ı Hak:

“Biz benî Âdemʼi mükerrem kıldık…” (el-İsrâ, 70) buyuruyor.

Demek ki ben ne kadar mükerremim bu hayatta?

Demek ki, okunan ilk âyet, bizim bu idrâkin içinde olmamızı (telkin ediyor).

Ondan sonra gelen âyet; bir nefs engelimiz var bizim. Bu nefs engelimizi biz ne şekilde aşacağız? Takıldığımız yerde nasıl hep istiğfar hâlinde yaşayacağız? Allâhʼın verdiği nîmetlere karşı, sıfır sermaye ile geldik. Bu nîmetlerin bedelini ödemeye gücümüz var mı? Ki peygamberler bile hep istiğfar hâlinde. Biz nasıl bir istiğfar hâlinde olacağız? Ne kadar kalbimiz inkişâf edecek? İlâhî azamet, ilâhî kudret akışları, ilâhî nakışlar karşısında hamd hâlinde olacağız, bir övgü hâlinde olacağız.

Bir sergi açılıyor, en nihâyet fânîlerin yaptığı bir sergi. Yahut da bir gösteri oluyor. Fânîlerin yaptığı bir gösteri. Ziyaret ediliyor, görülüyor, hoşuna gidiyor, şey oluyor.

Peki bu ilâhî sergi, şu cihan, ilâhî azamet tecellîleri karşısında, vâkıalar, hâdiseler, bizi ne kadar canlı tutuyor? Ne kadar bir heyecan veriyor ilâhî azamet? Oʼnun karşısında ne kadar âciziz, ne kadar tevbeye muhtacız, hamde muhtacız?..

Cenâb-ı Hakkʼa teşekküre muhtacız. Rükû etmeye, secde etmeye muhtacız. Nasıl bu? Kendimizi toparlayacağız, Allâhʼın şâhidi olacağız. Bu şekilde “emr-i biʼl-mâruf ve nehy-i aniʼl-münker”de bulunacağız.

Allâhʼın hudutlarına dikkat edeceğiz. Koyduğu hudutlara dikkat edeceğiz. O hudutlardan taşmayacağız.

Cenâb-ı Hak -böyle olursak- “Cennetʼi müjdele.” buyuruyor. (Bkz. et-Tevbe, 112)

Demek ki hayatımızı bir tanzim edebilme. Okunan Enʼam Sûresiʼndeki âyetler ise, günahların, günahın zâhiri ve bâtını, zâhirini de bırakın günahların, bâtınını da bırakın, buyruluyor. (Bkz. el-En‘âm, 120)

Biz günahın zâhirine ekseri, ehemmiyet veriyoruz. Bâtınına ne kadar şey veriyoruz, ehemmiyet şey yapıyoruz. Bunu da bizim, dâimâ zâhirine ehemmiyet verdiğimiz gibi, günahların, bâtınına o kadar ehemmiyet vermek zarûrî.

Cenâb-ı Hak “mutlakâ cezâsını bulacaklardır” buyuruyor. (Bkz. el-En‘âm, 120)

Yani sırf bu zâhirî hatalar değil, bâtınî hataların da belki, bâtınî hatalar, zaman zaman zâhirî ibadetlerimizi vesâiresini şey yapacak, kıymetini azaltacak.

Ondan sonra okunan âyet, bu da çok mühim:

“Üzerinde Allah adı anılmadan kesilen hayvanları yemeyin (buyuruyor.) Kuşkusuz bu bir günahtır…” (el-En‘âm, 121) buyuruyor.

Demek ki şimdi bir koyunu, bir sığırı keserken besmele çekmekle besmele çekmemek, bâtınî bir hâdise bu. Fakat bu bâtınî hâdise, zâhirini de mahvediyor. “O eti yemeyin!” diyor Cenâb-ı Hak. “O hayvanı yemeyin!” diyor.

Şimdi burada besmele, bâtınî bir hâdise. Demek ki zâhirle bâtını devamlı müşterek götürmeye mecburuz.

Ondan sonra Cenâb-ı Hak bize;

“Dirildikten sonra yürüyeceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayacak durumdaki kimse gibi olur mu? İşte kâfirlere, yaptıkları böyle süslü gösterilmiştir.” (el-En‘âm, 122)

Velhâsıl, Cenâb-ı Hak bize hep… Kurʼân-ı Kerîm; ilâhî bir îkaz, ilâhî bir davet, bir Cennet davetiyesi, Hâlıkʼın mahlûkuna gönderdiği bir mektup.

Demek ki hayat, kundak ile kefen arasında bir yolculuk. Ne kadar da, müddeti ne kadar belli değil. Cenâb-ı Hak müddetini koymamış. Zaten müddeti konulsa belki insan yaşayamazdı.

Demek ki ömür de beşik ile teneşir arasında zaman tüneli. Üzerinde metrajı yazmayan yumak, nerede kopacağı belli değil. Onun için “yarın diyenler helâk oldu” buyruluyor. Her an hazırlıklı olmaya mecburuz.

Bir kabristana gittiğimiz zaman, hepimiz orada, kendimiz yaşındakileri, kendimizden daha küçükleri orada görürüz. Dünya da bir sefere mahsus. Bir daha tekrarı da yok ömrün. Tekrar geliş-gidiş de yok. Yalnız “eyvah”, “vah vah”, pişmanlıktan başka bir şey yok.

“Yâ Rabbi! Dünyaya bizi döndür, amel-i gayr-i sâlihlerimizi amel-i sâlih hâline getirelim.” diyecekler.

Cenâb-ı Hak iki şey soruyor:

“Dünyada düşünecek kadar bir zaman vermedik mi?”

İkincisi;

“Bir peygamber göndermedik mi?” (Bkz. Fâtır, 37)

Gençlik çok mühim. Bilhassa delikanlılara:

Coğrafyada mevsimler devam eder. Dört mevsim vardır coğrafyada. O devamlı devam eder. Dünyanın kuruluşundan beri o dört mevsim devam eder. Sen de dünyada ne kadar yaşayacaksan, o dört mevsimi görürsün. Fakat insan ömründe mevsimler de bir sefer.

وَمَنْ نُعَمِّرْهُ (Kime uzun ömür verirsek… [Yâsîn, 68]) Cenâb-ı Hak buyuruyor. Bir sefer ilkbahar var. Sonra:

نُنَكِّسْهُ فِى الْخَلْقِ (…Biz onun gelişmesini tersine çeviririz… [Yâsîn, 68]) buyuruyor. Arkadan bir sonbahara dönüş var. O da ömür vermişse Cenâb-ı Hak. Onun için gençliğin kıymetini bilebilmek.

Efendimizʼin etrafında bulunanlar, ekseriyetle, Efendimizʼle tevhid mücadelesi verenler, ekseriyetle gençlerdi.

Habeşistanʼa Câfer-i Tayyar gittiği zaman belki sizler yaşındaydı. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- Hayberʼde sizler yaşındaydı. Mekke vâlisi, Mekke fethedildikten sonra, sizler yaşındaydı. Üsâme, ordu kumandanı olduğu zaman sizin yaşınızdaydı. Fatih de sizin yaşınızdaydı.

Onun için gençlik, çok mühim bir ilkbahar mevsimi. Gençlikte çıkan meyveler, sebzeler, istediğiniz kadar toprağa güç verin, sonbaharda çıkmaz. Onun için gençliğin kıymetini bilebilmek.

Nasıl bilinecek gençliğin kıymeti? Takvâ ile bilinecek. Eğer takvâ sahibi olursak, Cenâb-ı Hak bizi istikâmette korur.

Cenâb-ı Hak:

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ buyuruyor.

“…Siz takvâ sahibi olursanız, Allah size öğretir…” (el-Bakara, 282) Hak ve şer o kalpte gerçekleşir, istikâmet olur, gerçekleşir.

Şimdi gelelim, okunan âyetlerde kısaca bu Tevbe 111-112, onun son âyetine geleceğim ben, son âyetlerine. Burada, Allâhʼın verdiği hudutlara dikkat etme (üzerinde duruluyor)…

Cenâb-ı Hak bizden farzları, zâhirleriyle ve bâtınlarıyla beraber istiyor. Yani farzların sırf, zâhirinde kalmak değil, bâtınını da beraber (îfâ etmemizi istiyor).

وَالْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللّٰهِ

“…Allâhʼın hudutlarını koruyanlar…” (et-Tevbe, 112) buyruluyor. Allâhʼın hudutlarını koruyanlar.

Yine Hucurât Sûresiʼnin birinci âyetinde:

“Ey îmân edenler! Allâhʼın ve Rasûlüʼnün önüne geçmeyin. Allahʼtan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.”

Yani ümmete bir edep tâlimi. Yani Allah ve Rasûlüʼnün önüne geçmemek. İbadette bile geçmemek.

Efendimiz, “savm-ı visâl”i tutturmadı ümmetine. Üç saat evvel oruç tutsak, üç dakika evvel bozsak olmaz. Namazı ezan vakti girmeden kılsak, misli misli kılsak olmaz. “Allah ve Rasûlüʼnün önüne geçmeyin!”

Din, zâhiriyle bâtınıyla beraber yaşanacak. Haramlar; zâhiriyle bâtınıyla haramlardan kaçınılacak. Bu şekilde insan, kâmil hâle gelecek. Ve Cenâb-ı Hak o kişiyi, o yüreği, o kalbi Cennetʼe davet ediyor. Çünkü burada kalp mükemmel olacak. Mükemmelin mükemmeli olan Cennetʼe davet edilecek.

Zâhirî farzlar. Nedir zâhirî farzlar? Namazdır, oruçtur, zekâttır, hacdır ve emsalleri… Bu hepsi, bizim rûhumuza verilecek bir vitamin. Eğer bunlar verilmezse ruh ölür. Ölü kalp olur. Canlı cenaze olur. Niye? Âyet, Ankebût Sûresiʼnin başında;

“…Îmân ettik demekle kurtulacaklarını mı zannediyorlar?” (el-Ankebût, 2) buyruluyor.

Demek ki bu farzları yapmak zarûrî. Biz bunlara muhtacız. Namaza muhtacız biz; Cenâb-ı Hakʼla mülâkat. Fahşâdan münkerden korunacağız. Fakat bunu rûhâniyetle îfâ edersek olacak bu. Geometri olarak değil.

Oruç öyle. لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ “…Umulur ki felâh bulursunuz (kurtulursunuz) (el-Bakara, 183) buyuruyor Cenâb-ı Hak. Umulur ki buyruluyor. Demek ki hayat bir riyâzat hâline girecek oruçta.

Düşüneceğiz; ne kadar haramlardan, şüphelilerden kaçacağız? Nasıl bir riyâzat yaşayacağız?

Bu, sırf oruç, midemize değil. Gözümüze, kulağımıza, bütün uzuvlarımıza oruç intikal edecek. Bu şekilde bir, Allâhʼın verdiği nîmetlerin bir kadrini tefekkürümüz artacak. Duyuşlarımız artacak. Merhamet artacak.

Zekât, sadaka, infak, hizmet. Bunu da Cenâb-ı Hak, verdiği nîmetlerin bedelini soruyor.

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ buyruluyor.

“Sevdiklerinizden vermedikçe birre vâsıl olamaz (Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşamaz)sınız…” (Âl-i İmrân, 92) buyruluyor.

Cenâb-ı Hak bana bunu niye verdi, bana bu güç-kuvveti niye verdi? Ben bunu nerede sarf ediyorum? Bu imkânlar niye verildi bana? Ben bunu nerede sarf ediyorum?

Demek bunlar… Hac öyle: Refes yok, fısk yok, cidâl yok. Edepsizlik yok. Allah korusun, şehevî hâller yok. Kırıp dökme yok. Cidâl yok, münâkaşa yok. İncelik olacak, zarâfet olacak bir müʼminde. Ot koparmayacak. Ot koparma yasaklanıyor. Bir Harem bölgesinde olmanın bir farkına varacaksın. Bir hayvan öldürme yok. Avcıya avı gösterme yok…