İnsanlık O Muhteşem Ahlâk ve O Muhteşem Medeniyete Muhtaç

Ebedî Fecre

Yıl: 2015 Ay: Ocak Sayı: 119

KUR’ÂN’IN MEDH ETTİĞİ AHLÂK

Cenâb-ı Hak buyurur:

وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظٖ۪يمٍ

“(Ey Habîbim!) Şüphesiz Sen muazzam bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4)

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in yegâne muallim ve mürebbîsi Cenâb-ı Hak’tır. O’nu Rabbimiz terbiye etti. O’nun müstesnâ ahlâkı; insanlığa nümûne-i imtisal, en ideal örnek, en mükemmel misal, fiilî kıstas…

Cenâb-ı Hak buyurur:

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ ف۪ى رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَث۪يرًا

“Andolsun ki, sizden Allâh’a ve âhiret gününe kavuşacağını uman ve Allâh’ı çok zikreden (mü’min)ler için Rasûlullah’ta üsve-i hasene (en mükemmel bir örnek) vardır.” (el-Ahzâb, 21)

O muhteşem ahlâk, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına vâsıl eden irşad pusulası…

O muhteşem ahlâk; dünyada huzur ve saâdetin, ukbâda felâhın ve cennetin anahtarı…

O muhteşem ahlâk; her türlü karanlığı izâle eden bir sirâc-ı münîr, parıl parıl bir hidâyet kandili…

O ahlâka muhtacız. O muazzam ahlâkı, yaşayarak yaşatarak berrak aynalar hâlinde insanlığa da yansıtmamız zarûrî… Çünkü;

İNSANLIK O’NA MUHTAÇ

Huzurlu ikliminde bulunduğumuz velâdet kandili vesilesiyle, o ahlâkın ihtişâmından misalleri zikretmek ve hayatımızı, O’nun ahlâkıyla mîzân etmek, muvâfık olacaktır.

Lâkin ifade etmeye mecburuz ki;

Bizim lisanlarımız; O mekârim-i ahlâkın tamamlayıcısı, yani güzel ahlâkın en mükemmel temsilcisi, «baştan ayağa nur» olan Mefhar-i Mevcûdât Efendimiz’i tarif etmekten âcizdir. Yapabileceğimiz; o sonsuz rahmet deryâsından susuz sînelerimize birkaç damla serperek, gönülleri bir nebze ferahlatmaya çalışmaktan ibârettir.

O’nun ahlâkı Kur’ân idi.

Kur’ân-ı Kerim, Cenâb-ı Hakk’ın kelâmdaki en zirve sanatıdır.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, Rabbimiz’in insandaki en zirve sanatıdır.

Bu iki nûrânî ayna, birbirini temâşâ ettirir.

Cenâb-ı Hak buyurur:

“Ey îmân edenler! (Söz ve fiillerinizle) Allâh’ın ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin (Allâh’ın emri ve Rasûlü’nün sünnetini aşılmaz hudut bilin.) ve Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” (el-Hucurât, 1)

Şu hadîs-i şerif de bu âyet-i kerîmenin tefsîri mahiyetindedir:

إِنَّ أَحْسَنَ الْحَد۪يثِ كِتَابُ اللّٰهِ، وَأَحْسَنَ الْهَدْيِ هَدْيُ مُحَمَّدٍ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

“Sözlerin en güzeli Allâh’ın kitabıdır. Yolların en doğrusu Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yoludur.” (Buhârî, İ‘tisâm, 2)

Demek ki Allâh’ın kitabıyla beraber, Rasûlullâh’ın sünnet-i seniyyesi ve ahlâk-ı hamîdesi de hayatımıza istikamet belirlemekte, hudutlarımızı bilmekte ölçümüzdür.

Kıyâmete kadar her mü’mine nümûne olan Efendimiz’in hayatı dâimâ îtidal üzere idi. İfrat ve tefritlerden uzak idi.

O; rikkatle edâ ettiği ibâdet hayatıyla, bize Allâh’a kulluğun kemâlini gösterdi. Ancak, sadece ibâdet hayatıyla değil; aile reisliği, idarecilik, iş ve içtimâî veçheleriyle de, hulâsa hayatın her köşesini nûruyla tenvir etti.

İşte o nurdan bir demet misal:

CÖMERTLİKTE EN MUHTEŞEM

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde;

“Gerçek mü’minde şu iki haslet asla bir araya gelmez:

Cimrilik ve kötü ahlâk!..” buyurmuşlardı. (Tirmizî, Birr, 41/1962)

Efendimiz, rüzgârlardan daha cömert idi. Darlıkta da, genişlikte de dâimâ infak hâlindeydi. Bir devlet merkezi olarak, Medine’ye ganîmetlerin geldiği zamanlar olurdu. Fakat Efendimiz onları sabaha çıkarmadan fakirlere dağıtırdı.

Cömertliğin en yüksek derecesi; ihtiyaç duyduğu hâlde kendi nefsine, evlât ve iyâline başkalarını tercih etmektir. Efendimiz, îsârın zirvesini yaşardı. Ashâb-ı suffanın, yani Kur’ân talebelerinin ihtiyaçlarını, kendi kızından ve ailesinden önde tutardı.

Dilese, ehl-i beytini hiç sıkıntı çekmeden yaşatabilirdi. Çünkü kâh mübârek elinin herkesi bolluk ve berekete gark eden mûcizeleri, kâh bolca gelen ganîmetler ve diğer O’na pervâne imkânlar, ev halkını hiç darlık çekmeden yaşatmaya fazlasıyla müsaitti. Ancak O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; esas hayat olan âhiretin ferahlığını tercih ettiği için, o kadar infak ederdi ki, çoğu kere kendilerine bir şey kalmazdı.

Hazret-i Âişe buyurur:

“Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ailesi, O’nun vefât ettiği âna kadar, iki gün arka arkaya arpa ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Buhârî, Eymân, 22; Müslim, Zühd, 22; İbn-i Mâce, Et‘ıme, 48)

Çünkü;

Maddiyat; mahlûkāta şefkat için, i‘lâ-yı kelimetullah için, hidâyetlere vesile olabilmek için sadece bir vasıta idi.

Nitekim;

Kureyş müşriklerinin ekâbirinden Safvan bin Ümeyye, müslüman olmadığı hâlde Huneyn ve Tâif gazâlarında, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanında bulunmuştu.

Cîrâne’de toplanan ganîmet mallarını gezerken Safvan’ın bunların bir kısmına büyük bir hayranlık içinde baktığını gören Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Pek mi hoşuna gitti?” diye sordu.

“–Evet.” cevabını alınca;

“–Al hepsi senin olsun!” buyurdu.

Bunun üzerine Safvan kendisini tutamayarak;

“–Peygamber kalbinden başka hiçbir kalp bu derece cömert olamaz.” diyerek şahâdet getirdi ve müslüman oldu.

Kabîlesine dönünce de;

“–Ey kavmim! (Koşun,) müslüman olun! Çünkü Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, fakirlik ve ihtiyaç korkusu duymadan çok büyük ikram ve ihsanlarda bulunuyor.” dedi. (Müslim, Fedâil, 57-58; Ahmed, III, 107)

EN SAMİMÎ TEVÂZÛ

Efendimiz, «Kul ve Rasûl» olarak mahlûkātın eşrefi ve seyyidi olduğu hâlde, son derecede samimî bir tevâzû ile yaşardı. Yüksek vasıflarını ifade etmek zarûretinde kaldığında dahî;

«لَا فَخْرَ» Lâ fahre! : “Övünmek yok, bunları övünmek için söylemiyorum.” kaydıyla beyan buyurmuştu.

Engin tevâzuu ve merhameti sayesinde, toplumun her tabakasından insanın gönül dünyasını fethetmişti. O’na ilk inanan müslümanların çoğu zayıf, fakir ve kölelerdi. Çölden gelmiş bir bedevî veya âzadlı bir kölenin O’nun nazarında insanlık zâviyesinden zengin ve eşraftan kişilerden hiçbir farkı yoktu. O yalnız kalbî kıvâma, takvâya öncelik verirdi.

Bir kuşluk vakti, Peygamber Efendimiz, etrafında ashâb-ı kiram olduğu hâlde hazırlanan sofraya diz çöktü. Bunu gören bir bedevî o edepli oturuşa garipseyerek hayret etti;

“–Bu nasıl bir oturuş böyle?” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de;

“–Allah Teâlâ beni şerefli bir kul olarak yarattı, inatçı ve baskıcı bir kimse değil!” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Et‘ime, 17/3773)

O; Cenâb-ı Hakk’ın kendisine lutfettiği muhteşem ahlâka mukabele olarak, öncelikle o güzel ahlâkı düşmanlarına bile hayran bırakıcı bir mahiyette tevzî edip her hâlükârda şükür hâlinde yaşadı.

Efendimiz’in tevâzuunun en güzel misalleri de, O’nun en güçlü, en kudretli olduğu zamanlardadır.

Rasûlullah Efendimiz, maddî kuvvet ve iktidarın zirvesindeydi. On bin sahâbîden müteşekkil ordusuyla, Mekke-i Mükerreme’yi fethetmişti. O gün, korku ve heyecanla ve âdetâ titremekten dişleri birbirine vurarak;

“–Yâ Rasûlâllah! Bana İslâm’ı telkin buyurunuz!” diyen bir hemşehrisine, imkânlarının en zayıf olduğu zamandan şu misâli zikrederek sükûnet telkin etti ve;

“–Sakin ol kardeşim! Ben bir kral veya hükümdar değilim. (Muhtereme vâlidelerini kastederek) Kureyş’ten güneşte kurutulmuş et yiyen senin eski komşunun yetimiyim!..” buyurdu.

Tevâzuunu affı, merhameti takip etti.

AFFIN EN YÜCESİ

O Rahmet Peygamberiydi. Kendisini taş yağmuruna tutanları affetti. Hz Zeyneb’i şehid edenleri bile affetti. Amcasına işkenceleri revâ görenleri affetti. Çünkü O; insanlığı, Allâh’ın affına lâyık hâle getirmek üzere vazifeliydi. Affetmeyi seven, Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanmış bir zât idi.

Mekke fethi günü, Kureyşli müşrikler, heybetli İslâm ordusu karşısında mukavemet dahî gösterememişlerdi. Acziyet içerisinde Mescid-i Harâm’a doluşmuş, kendileri hakkında 20 yıldır yaptıkları zulmün kısâsı endişesi içinde bekleşiyorlardı.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Ey Kureyş cemaati! Ey Mekkeliler! Ne dersiniz? Şimdi, hakkınızda benim ne yapacağımı sanırsınız?” diye sordu.

Kureyşliler:

“–Biz, Sen’in hayır ve iyilik yapacağını düşünür ve; «Sen hayır yapacaksın!» deriz. Sen, kerem ve iyilik sahibi bir kardeş; kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun! Güç ve kudrete kavuştun, bizlere iyi davran!” dediler.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Benim hâlimle sizin hâliniz, Yûsuf -aleyhisselâm- ile kardeşlerinin durumu gibi olacaktır. Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi, ben de;

«Bugün size hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur! Allah sizi bağışlasın! Çünkü O merhamet edenlerin en merhametlisidir!» (Yûsuf, 92) diyorum. Gidiniz, sizler, âzad ve serbestsiniz!” buyurdu. (İbn-i Hişâm, Sîret, IV, 32; Vâkıdî, Megâzî, II, 835; İbn-i Sa‘d, Tabakāt, II, 142-143)

O Rahmet Peygamberi; câhiliyye karanlığında, kaba ve nâdan bir toplum içinde yaşayan insanların arasına gönderilmişti. Risâlet ömrü boyunca sayısız kabalık ve hakarete maruz kaldı. Lâkin, sabretti, müsâmaha ve hilm gösterdi.

SONSUZ SABIR ve HİLM

Ümmetinden muhtaç olanların ihtiyacını gidermek için Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zaman zaman borç aldığı olurdu. Nitekim Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in îsar hâlindeki fedâkârlık ve cömertliğini şöyle anlatır:

“Allah tarafından Peygamber olarak gönderildiği günden vefâtına kadar Rasûlullâh’ın pek çok işine, O’nun nâmına ben baktım. Meselâ kendisine bir müslüman geldiğinde, onun fakir olduğunu görürse bana emir verirdi, gider borç alır o kimseye giyecek ve yiyecek alırdım…” (Ebû Dâvûd, Harâc, 33-35/3055; İbn-i Hibbân, Sahîh, XIV, 262-264)

Efendimiz’in infâk için borç alması; hem yokluğa rağmen muhtaca sahip çıkma fazîleti sergilemekte, hem de borç hukuku hususunda muhteşem bir edep ve ölçü oluşturmaktaydı. Şöyle ki:

Ebû Saîdi’l-Hudrî -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Bir bedevî Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek, Efendimiz’den alacağını istedi ve bunu yaparken sert davrandı. Hattâ;

«–Borcunu ödeyinceye kadar seni rahatsız etmeye devam edeceğim.» dedi.

Ashâb-ı kiram, bedevîyi azarlayıp;

«–Yazık sana! Sen kiminle konuştuğunu bilmiyorsun galiba!» dediler.

Adam;

«–Ben hakkımı talep ediyorum.» dedi.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbına;

«–Sizler niçin hak sahibinden yana değilsiniz?» buyurdu ve Havle Bint-i Kays -radıyallâhu anhüma-’ya adam göndererek;

«–Sende kuru hurma varsa benim borcumu ödeyiver. Hurmamız gelince borcumuzu sana öderiz.» dedi.

Havle;

«–Hay hay! Babam Sana kurban olsun ey Allâh’ın Rasûlü!» dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bedevîye olan borcunu kapadı ve ayrıca ona yemek ikram etti. (Bu tavırdan memnun kalan) bedevî;

«–Borcunu güzelce ödedin. Allah da Sana mükâfâtını tam versin!» diye memnuniyetini ifade etti.

Bunun üzerine -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

«–İşte bunlar (borcunu hakkıyla ödeyenler) insanların hayırlılarıdır. İçindeki zayıfların, incitilmeden haklarını alamadıkları bir cemiyet iflâh olmaz…» buyurdular.” (İbn-i Mâce, Sadakât, 17)

İşte Efendimiz’in adâleti ve hilmine eşsiz bir misal…

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; günahkârları, kaba saba insanları, yaralı kuşlar gibi görüyordu. Onlardan asla incinmiyordu. Ümmetini ateşten uzaklaştırmak için, cehâletten kurtarmak için şefkatle çırpınıyordu. Çünkü O’nun vicdanı, mes’ûliyet duygusuyla dopdoluydu;

EŞSİZ MES’ÛLİYET ŞUURU

Fahr-i Kâinât Efendimiz kendini bütün toplumdan mes’ul görürdü.

Şu ifadeleri, şefkat ve mes’ûliyet şuurlarının ne yüksek bir şahididir:

“Ben her mü’mine kendi nefsinden daha ileriyim, daha yakınım. Bir kimse ölürken mal bırakırsa, o mal kendi yakınlarına aittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana aittir; yetimlere bakmak da benim vazifemdir.” (Müslim, Cuma, 43; İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ümmetini de toplumdaki kanadı kırıklarla meşgul olmaya teşvik ederek şöyle buyurmuştur:

“Müslümanlar içinde en hayırlı ev; içinde yetime iyi muâmele edilen evdir. Müslümanlar içinde en kötü ev de yetime kötü muâmele edilen evdir.” (İbn-i Mâce, Edeb, 6)

Bugün ülkemize sığınan Suriyeli yetim, öksüz bîçârelerin mes’ûliyetini hissetmek ve gereğini yapmakta, Peygamberimiz’e ümmet olmanın îcâbını yerine getirebiliyor muyuz?

Gönüllerimiz, O’nun gibi rahmet taşırıyor mu?

Lisanlarımız O’nun gibi gül râyihaları neşrediyor mu?

Çünkü bugün Efendimiz’in bilhassa zarâfeti unutulmakta:

GÜLLERDEN DAHA ZARİF, BÜLBÜLLERDEN DAHA FASİH…

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; nezâket, zarâfet ve rikkatle dolu bir gönül insanıydı.

O’ndaki güzellik, heybet, nûrâniyet ve letâfet o derecede idi ki; Allâh’ın Peygamberi olduğuna dair, ayrıca bir mûcize, delil ve burhâna ihtiyaç yoktu.

Yüzünde nûr-i melâhat, sözlerinde selâset (akıcılık), hareketlerinde letâfet, lisânında talâkat, kelimelerinde fesâhat, beyânında fevkalâde belâgat vardı. Fuzûlî söz söylemeyip her kelâmı hikmet ve nasihat idi. Lügatinde asla dedikodu ve mâlâyânî yoktu. Herkesin akıl ve idrâkine göre söz söylerdi. Mülâyim ve mütevâzı idi. Gülmesinde kahkaha gibi aşırılık olmazdı. Dâimâ mütebessim idi. O’nu ansızın gören kimseyi haşyet sarardı. O’nunla ülfet ve sohbet eden kimse, O’na cân u gönülden âşık ve muhib olurdu.

İnsanları hayra davet ederken ve onlara İslâm’ı tebliğ ederken; güzel öğütlerle, hikmetli söz ve misallerle konuşmak, Peygamber Efendimiz’in üslûbu idi. Bütün insanları kuşatan engin merhametiyle O; iyilik, hidâyet, kurtuluş, fazîlet ve insanlık adına, tatlı tatlı, ağır ağır yağan bereketli yağmur gibi, gönülleri yeşertirdi. Biriyle konuştuğunda, yalnız başıyla değil bütün vücuduyla ona yönelirdi.

O; insanların en fasih, veciz ve hikmetli konuşanı, en özlü söz söyleyeni ve merâmını en doğru şekilde ifade edeni idi.

Söz tükenir, mürekkep kurur, fakat O Rahmet Deryâsı’nın vasıfları bitmez. O’nun muhteşem ahlâkını insanlığa ulaştırmanın en güzel yolu da, o ahlâkı bizzat yaşamak gayretinde olmaktır. O’nun rûhânî dokusundan nasipdar olmak heyecanını yaşamaktır.

İki kişi Hazret-i Selmân’a selâm verip;

“–Sen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sahâbîsi misin?” diye sordular. O da;

“–Bilmiyorum.” cevabını verdi. Gelenler, acaba yanlış birine mi geldik diye tereddüt ettiler. Selmân -radıyallâhu anh- sözlerini şöyle tamamladı:

“–Ben Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördüm, O’nun meclisinde bulundum. Ancak Allah Rasûlü’nün asıl sahâbîsi, O’nunla birlikte cennete girebilen kişidir.” (Heysemî, VIII, 40-41; Zehebî, Siyer, I, 549)

O’nunla birlikte cennete girebilmek ise; îmanda da, ibâdette de, ahlâkta da ve muâmelâtta da O’nunla yaşayış beraberliği içinde olmaya bağlıdır. Bugün velâdet kandili ve diğer mübârek kandilleri değerlendirmeyi böylesi bir beraberlik şuuru ile idrak ve ihyâ edebilirsek, ancak o zaman lâyıkıyla istifade etmiş oluruz.

Yani;

O’ndan istifademiz, O’nun rûhânî dokusundan hisse almamızla ve bu hisseyi de takvâ kıvâmında yaşamamızla mümkündür…

Cenâb-ı Hak, âdemoğlunu mükerrem kıldı. Kul; Rasûlullah Efendimiz’in sırât-ı müstakîm üzerindeki ibâdet, ahlâk ve muâmelâtı istikametinde merhaleler kat ederek mükerrem olacak ve böylece muhteşem olan cennete lâyık hâle gelecek.

Rabbimiz yaşayabilenlerden eylesin!..

Rabbimiz, bizi Rasûlü’nün ahlâkıyla ahlâklanabilen kullarından eylesin. Âhirzamanda O’nu özleyen ve O’nun görmeyi arzu ettiği kardeşlerinden olabilmeyi nasip ve müyesser eylesin!..

Âmîn!..