İnsanı, Allah Teâlâ’dan Uzaklaştıran Şeyler

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.


İNSANI, ALLAH TEÂLÂ’DAN UZAKLAŞTIRAN ŞEYLER

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

(Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. [eş-Şems, 9])

En mühim nokta burası.

Lâ ilâhe, yani Allah’tan uzaklaştıran her şeyi uzaklaştırmak. Nedir bunlar? Bir; enâniyet. Benlik, kibir, gurur… Bu yok bu yolda, tasavvufta bu yok.

Aziz Mahmud Hüdâyî kadıyken, Kâdı’l-Kudât iken ciğer sattırıldı.

Hâlid-i Bağdâdî, ilimlerin zirvesindeyken helâ temizlettirildi.

Yunus Emre’nin başı eşikte tutuldu, ondan sonra Tapduk Emre içeri aldı.

Velhâsıl insanda “ben” yok. Ben demeyecek, “Sen yâ Rabbi!” diyecek. “Sen’in lûtfun!” diyecek. “Ben kazandım, ben ettim, ben becerdim, ben şunu yaptım…” değil. “Yâ Rabbi lûtfettin!”

Cenâb-ı Hak Bedir’den sonra Enfal Sûresi’nde;

“Sen öldürmedin (Peygamber) Biz öldürdük; Sen atmadın Biz attık…” (el-Enfâl, 17) buyuruyor.

Tevhid akîdesinin ortaklığa tahammülü yok. Ortaklık istemiyor. “Ben” dediğin zaman gidiyor, helâk oluyor gidiyor yaptığın her şey. Onun için daima enâniyet değil, “Sen yâ Rabbi” diyecek. Enâniyet olmayacak. İntikam olmayacak, affedici olacaksın. Affedilmek istiyorsan kıyâmet günü, affedici olacaksın.

“…Allâh’ın sizi affetmesini istemez misiniz?..” (en-Nûr, 22) (buyuruyor) Cenâb-ı Hak Nûr Sûresi’nde.

Tecessüs olmayacak, kusur arama… Cenâb-ı Hak;

وَلَا تَجَسَّسُوا (“…Birbirinizin gizli hâllerini araştırmayın…” [el-Hucurât, 12]) buyuruyor. Eğer tecessüs edecek isen kendine tecessüs et. Kendi kusurlarına bak.

İsraf olmayacak. Hakkın yok. “اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ” Mülk Allâh’ındır. Kimsenin bir mülkü yok.

İsraf nedir? Aşağılık duygusunu bastırma hareketi eşyâ ile.

Haksızlık olmayacak. Kul hakkı, hakk-ı ibâd. Bu en ağır bir şey. En zor iş bu. Efendimiz vefât ederken iki şey üzerinde çok durdu:

“Namaz, namaz, namaz, emrinizin altındakilerin hukukuna dikkat edin.” (Bkz. Beyhakî, Şuab, VII, 477)

İhtiras olmayacak.

“Çalışmıştır, boşuna!” (el-Ğâşiye, 3) Cenâb-ı Hak buyuruyor. İhtirâsın, hırsın getirdiği, ziyandan başka bir şey yok.

Şefkat ve merhamet yoksulluğu olmayacak. Asr-ı saâdeti bir numûne olarak alacaksın.

Pintilik olmayacak. Kendine biriktirme olmayacak. Allah sana kendine biriktir diye vermedi.

Bir müslümana karşı kin olmayacak. Fitne olmayacak. Gıybet olmayacak. Bunlardan kalp temizlenecek; “Lâ ilâhe”…

Nasıl kirli bardağa nasıl temiz su konmaz, kalp de öyle.

Neler gelecek bu kalbe? İlâhî muhabbet gelecek. Allah ve Rasûlullah muhabbeti, bütün muhabbetleri aşacak.

Ömer -radıyallâhu anh- diyor ki:

“‒Yâ Rasûlâllah ben dedi, kendimden sonra en çok Sen’i seviyorum.” dedi.

“‒Ömer! Olmadı bu dedi. Olmadı dedi. Kendinden çok beni seveceksin.” dedi. (Bkz. Buhârî, Eymân, 3)

Öyle ilâhî aşkı, o lezzeti tadacak. Onu tattıktan sonra bütün dünyevî lezzetler bir çakıl taşı gibi olacak.

Mütevâzı olacak bir mü’min.

“İbâdurrahman yeryüzünde mütevâzı olarak dolaşırlar…” (el-Furkân, 63) buyruluyor.

Kibir olmayacak, enâniyet olmayacak. Tevâzu olacak. Verirken bir tevâzu ile vereceksin. Biz büyüklerimizde bir zarfta bir zekât, bir sadaka, hayır-hasenat verirken zarfın üzerine;

“Çok kıymetli, çok muhterem Mehmed Efendi, kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.” yazarlardı.

Niye?

يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ (“…Sadakaları (Allah) alır…” [et-Tevbe, 104])

Çünkü “sadakaları Ben alırım” Cenâb-ı Hak buyuruyor.

Yine İhyâ’da geçiyor Gazâlî, hadîs-i şerifte;

“Verilen sadaka başta Allâh’ın eline geçer. (Allâh’ın eline veriyorsan ama, nefsine veriyorsan değil.) Oradan, verilen kimseye geçer.” (Münâvî, Künûzü’l-Hakâik, s. 34)

Onun için tevâzu çok mühim bir mü’minde. Tevâzuun zıddı kibirdir, enâniyettir.

Hakşinaslık olacak. Hakkı sevmek olacak.

Bir mü’min el-emîn, es-sâdık olacak. Herkesin îtimâd ettiği, hepsinin hüsn-i hâl kağıdı verdiği bir kişi olacak.

İhsan sahibi olacak, ikram sahibi olacak. Allâh’ın verdiği nîmetleri paylaşacak. Tebessümlü olacak, mütebessim olacak. İhsan sahibi olacak. Mazlumları düşünecek. Ben de öyle olabilirdim diyecek.

Vakar içinde olacak. İslâm’ın haysiyetini koruyacak. Hayâ ve edep olacak. Gözünde hayâ, kulağında haya, hissiyâtında, duygusunda hayâ olacak. Merhamet olacak. Ashâb-ı kirâmın merhametini, cömertliğini örnek alacak.

Adâlet olacak, en büyük haksızlıktan korkacak.

وَلَا تَجَسَّسُوا (“…Birbirinizin gizli hâllerini araştırmayın…” [el-Hucurât, 12])

Kimseye tecessüste bulunmayıp hüsn-i zanda olacak, affedici olacak, sabır ehli olacak. Cenâb-ı Hak sabredenleri…

En mühimi “hizmet” olacak. Allah için hizmet olacak.

Kanaat sahibi olacak, ikram olacak, ihlâs olacak, en mühimi “edep” olacak.

Kulda bu güzel hususiyetler toplanacak ki o şekilde Allâh’ın rahmeti o kalpte tecellî etsin. O kalp, Rasûlullah Efendimiz’le beraber olsun.

Gözüyle bir mü’min rahmet tevzî edecek. Hiçbir zaman;

وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ

(“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay hâline!” [el-Hümeze, 1])

Hiçbir mü’min kardeşini küçük görmeyecek, alay etmeyecek. Bakışları şefkat ve merhamet dolu olacak. Kalbi bir röntgen gibi olacak.

“…Sen onları sîmâlarından tanırsın (teaffüf sahiplerini)…” (el-Bakara, 273) Cenâb-ı Hak buyuruyor.

Bakışları bir pozitif olacak, bir enerji verecek. Yani nazarı ihyâ edecek. Haset olmayacak, kıskançlık olmayacak. Hep bunlar da ne kadar bizde var? Ne kadar varsa o kadar biz Allah Rasûlü’yle beraberliğimiz var.

Dili, gönlü rahmet olacak. Tebessüm olacak. Hep sahâbe öyle. Ebû Kursâfe diyor:

“Annemle diyor, teyzemle diyor, Allah Rasûlü’nü ziyarete gittik diyor. Annemle teyzem, ben çocuktum diyor. Çıktık, dedi ki diyor:

«‒Bu nasıl bir insan ki sanki sözünden konuşurken bir nur akıyordu.»” (Heysemî, VIII, 279-280)

El, gönül, göz harama uzanmayacak.

Helâli de biriktirmeyecek. Âhireti kazanmak için bir malzeme olduğunun idrâki içinde olacak. Yani âhiret hasadı için dünya tarlasına salih ameller dikecek. Cenâb-ı Hak:

اَحْسَنُ عَمَلًا (daha güzel amel) buyuruyor. (Bkz. Hûd, 7; el-Kehf, 7, el-Mülk, 2)

“عَمَلًا صَالِحًا” (sâlih amel) buyuruyor. (Bkz. el-Kehf, 110)

“Yoldan eziyet verici şeyleri kaldırın.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Sulh 11, Cihâd 72, 128; Müslim, Zekât, 56)

Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri, yedi sene hayvanlara, hasta hayvanlara, yollarda kimsenin ayağı takılmasın ve hastaları tedavi… “En çok dereceleri burada aldım.” buyuruyor.

Sahâbe Çin’e giderken yorulmadı, üşenmedi. Emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker için bütün fedakârlıklara katlandı.

Cenâb-ı Hak…

“Yeryüzündekilere merhamet edin ki gökyüzündekiler size merhamet etsin.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 58)

En çok acınacak, yolu kaybetmiş gâfillerdir. İslâm’dan uzaklaşmış kimselerdir. Bunlara merhamet etmek, bunlara yaklaşmak, bunları tedavi etmek.

Velhâsıl İslâm bizden “insan-ı kâmil” istiyor.

Efendim bir de en mühim, “seher vakitleri”… Efendimiz’in seher vakitleri çok mühimdi.

Âişe Vâlidemiz diyor ki:

Efendimiz normal bir namaz kıldırırken cemaate dönüp bakardı; yaşlı var mı, hasta var mı, çocuk var mı, kadın var mı? Ona göre okurdu sûreleri. Fakat yalnız olarak, o teheccüdlerde çok uzun okuduğunu Âişe Vâlidemiz bildiriyor. Ayakta durmaktan ayakları şişerdi buyuruyor. Secde yerini ıslatırdı gözyaşıyla diyor. (Bkz. İbn-i Hibbân, II, 386; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, IV, 157)

Hattâ seyahatlerde bile Efendimiz yine o seherleri yine ihyâ ederdi, o zor çöl seferlerinde bile. Tavsiye ederdi çok. Hattâ namaz farz olduktan sonra mahalleyi dolaştı. Baktı her evden Kur’ân-ı Kerîm sesleri geliyordu. Çok huzur buldu, evine döndü. Onun için bu seherler çok mühim.

Cenâb-ı Hak;

“…Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?..” (ez-Zümer, 9) buyuruyor. Kimi bilmek? Niçin dünyaya geldin? Kimin mülkündesin? Nereye gideceksin? Gelişin niye, gidişin niye? Bunun bir idrâki içinde olmak. Bilmek bu… Mârifetullah’tan bir nasip alabilmek.

Cenâb-ı Hak:

سَاجِدًا وَقَائِمًا

“…(Geceleri) secde ve kıyam hâlinde olurlar…” (ez-Zümer, 9) buyuruyor.

Gönül âlemleri nasıl olacak?

يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ

(“…Âhiretten korkan…” [ez-Zümer, 9]) Âhireti unutmayacak, bir duâ hâlinde olacak.

Yine Cenâb-ı Hak:

“İbâdurrahman (Allâh’ın rahmetinin tecellî ettiği kullar) « سُجَّدًا وَقِيَامًا»” buyruluyor. “…Secde ve kıyam…” (el-Furkân, 64)

Onun için seherler çok mühim. Dünyevî bir şey kaybettiğimiz zaman ne kadar üzülüyoruz?! Dünyevî en nihâyet. Bir seheri kaybettiğimiz zaman onu iyi düşünmemiz lâzım.

Cenâb-ı Hak:

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ buyuruyor. “…Seherlerde istiğfar ederler.” (Âl-i İmrân, 17) buyuruyor.

Onun için huzur ile;

“اَسْتَغْفِرُ اللهَ الْغَظِيم, اَسْتَغْفِرُ اللهَ الْغَظِيم, اَسْتَغْفِرُ اللهَ الْغَظِيم…”

Cenâb-ı Hak bizden istiğfar etmemizi istiyor. Peygamberimiz bile -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Ben (günde) yetmiş kere, yüz kere istiğfar ederim.” buyuruyor. (Bkz. Ebû Dâvud, Vitr, 26; İbn-i Hanbel, Müsned, II, 450)

Cenâb-ı Hak bize istiğfar kapılarını açıyor. Fakat istiğfar da lâfta olmayacak, tatbikat olacak. “تَوْبَةً نَصُوحًا” (samimi bir tevbe) olacak. (Bkz. et-Tahrîm, 8)

Efendimiz;

“Kelime-i tevhid ile îmânınızı yenileyin.” buyuruyor. (Ahmed, II, 359; Hâkim, IV, 285/7657)

“Lâ ilâhe illâllah” diyoruz. Bu kelime-i tevhid.

Lâ ilâhe illâllâhu’l-melikü’l-hakku’l-mübîn…

Yani Lâ ilâhe; “Yâ Rabbi diyoruz, Sen’den uzaklaştıran her şey yok.” İllâllah; “Ancak Sen varsın.” diyoruz.

Bunun hâli gündüz de devam edecek. Kelime-i tevhîdi seherlerde kendimize telkin edeceğiz. Gündüz de bunun tatbikâtını yapacağız.

Salevât-ı şerîfe var. Efendimiz’e selâm gönderiyoruz. Selâm gönderiyoruz ama o selâmın tatbikâtı lâzım. Dâimâ hayatın her safhasında Efendimiz’i örnek olarak alacağız. Bu hâlde Efendimiz nasıl olurdu?

Tefekkür-i mevt var seherlerde. Ölümü düşünmek. Ölümden ne kaçacak bir yer var, ne kurtulacak yer var. Kıyâmette de insan:

“…Kaçacak bir yer var mı?” (el-Kıyâme, 10) der. Nasıl bir bunalım!..

Demek ki bu tefekkür-i mevt, ölümü düşünmek:

“Ben öldüm, kefenlediler, mezara koydular. Bütün eş-dost vs. gitti. Amellerimle beraber kaldım…”

Efendimiz buyuruyor:

“Bütün lezzetleri kökünden kesen ölümü çok çok hatırlayın.” buyuruyor. (Tirmizî, Zühd, 4)

Buyruluyor:

حَاسِبُوا اَنْفُسَكُمْ قَبْلَ اَنْ تُحَاسَبُوا

O “hesaba çekilmeden kendimizi hesaba çekmemiz” isteniyor. Ne kadar hayır var, ne kadar şer var ömrümüzde.

مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا

(“Ölmeden evvel ölünüz.”) buyruluyor. Nasıl insan öldüğü zaman bütün o nefsânî arzular bitecek. Ölmeden evvel bu nefsânî arzuları bitirebilmek.

Onun için seherler çok güzel bize bir telkin. Bir mânevî açlığımızı doyurma.

Zikir var. Nasıl bir vücutta birtakım fakülteler var, cihazlar var. Hep yediklerimiz oradan geçiyor. Hepsi bir güç-kuvvet veriyor. Nasıl bir açlığa dayanamıyoruz. Mânevî açlığın da farkında olabilmek…

İşte seherler o mânevî açlığı doyurma. O şekilde bir gündüze girme. Gündüz de o seherin rûhâniyetiyle Allâh’ın istemediği şeylerden kendini koruyabilme.

Bir tefekkür hâlinde yaşayabilme:

Şu karanfili buraya muhakkak ferahlık versin diye konuldu. Kalp öyle bir hâle gelecek ki bu karanfili kim hediye etti? Allah bu karanfili halketmeseydi getirip bunu koyabilir miydik? Kul daima bir tefekkürün içinde olacak.

Bir yağmura bakacak: “Aman yâ Rabbi!” diyecek. Şu yağmur, nasıl binlerce, tonlarca su. Tebahhur ettiriyor, Güneş tebahhur ettiriyor. Hepsi havada temizleniyor. Kirlisi, çirkini, necâsetlisi… Tekrar Cenâb-ı Hak. Bir Akdeniz yukarıda geziyor. Cenâb-ı Hak yeri geldiği zaman tekrar onu indiriyor. Tekrar suluyor, ikram ediyor vs. ediyor, tekrar o buharlaşıyor, tekrar kiri temizleniyor, tekrar geliyor. Cenâb-ı Hak soruyor Vâkıa Sûresi’nde:

“Ya diyor, onu tuzlu olarak gönderseydik ne yapardınız?” diyor. (Bkz. el-Vâkıa, 70) Bir düşünün diyor.

Velhâsıl seherler hep böyle bir tefekkür içinde geçecek. “Aman yâ Rabbi!” diyecek kul.

Gündüz de o şeyle girilecek; gözü, kulağı, ağzı şerlerden korunacak. O şekilde yine geceye bir hazırlık yapılacak.

Yani Güneş’in doğması, Güneş’in batması, Ay’ın çıkması gibi. Bir devr-i dâim hâlinde olacak mâneviyatla kalp.

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:

(O müttakî kimseler geceleri namaz kılmak, istiğfar etmek için) yanlarını tatlı yataklarından kaldırırlar, Rab’lerine azâbından korkarak, rahmetini umarak duâ ederler…” (es-Secde, 16)

Beyne’l-havfi ve’r-recâ (korku ve ümit arasında).

Yine çok, bu gece hakkında çok âyet var.

Yine “Müttakîler geceleri pek az uyurlar. Seher vakitlerinde de istiğfara devam ederler.” (ez-Zâriyât, 17-18) Zâriyat Sûresi’nde.

Furkan’ın sonunda:

(O Rahmân’ın kulları) ki Rab’lerinin huzurunda kıyama durarak secdelere kapanarak geceleri ihyâ ederler.” (el-Furkân, 64)

Yine Efendimiz de:

“O (Allah) ki (gece namazına) kalktığın zaman Sen’i görüyor. Yine secde edenler arasında dolaşmanı da (görüyor).” (eş-Şuarâ, 218-219)

Onu da teşvik edeceğiz -inşâallah- âile efrâdımıza.

Mevlânâ’nın güzel bir şeyi var, diyor ki:

Doldur o aşk-ı ilâhiyle yine doldur yine bir sun,

Dursun gece ey dost onu durdur ne olursun!

Vur uykumu zincirlere vur geçmesin anlar;

Varmaz gecenin farkına varmaz uyuyanlar…

Cenâb-ı Hak uyandırsın! Kabirde uyanacağız ama her şey bitmiş olacak. Kardeşler, bu şeye çok dikkat edeceğiz -inşâallah-. Kendime söylüyorum.

Abdullah bin Deylemî Hazretleri buyuruyor ki:

“Dînin zayıflayıp gücünün kaybolmasının baş sebebi, Sünnet’in terk edilmesi olacak. Halatın lif lif çözülüp nihâyet kopması gibi din de sünnetlerin bir bir terk edilmesiyle ortadan kalkar.” (Dârimî, Mukaddime, 16)

Unutmayalım. Bugün biz Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i tanıyabilirsek, yarın Mahşer’de O da bizi tanır. Bizi Havz kenarında bizi kabul eder. Gönlümüz O’nu görecek kıvamda olursa, O da bizi görür. Biz O’nu duyar ve dinlersek, O da bizi ihsanlarıyla âbâd eder.

“İki emânet bırakıyorum; Kur’ân ve Sünnet’imdir.” buyuruyor. (Bkz. Hakim, I, 171/318)

“Sakın (diyor Vedâ Hutbesi’nde) günah işleyerek benim yüzümü kara çıkartmayın, mahcup etmeyin.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)