İnsan ve Kâinat (Hikmet ve Sırları Okuma Sanatı 1)

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2023 Ay: Kasım, Sayı: 225

KAVLÎ ÂYETLER ve KEVNÎ AYETLER

Cenâb-ı Hak, insanı kulluk imtihanı için yarattı. Bu imtihanın muhteşem mükâfâtı cennet… Sonsuz huzur ve saâdet diyarı…

Cenâb-ı Hak; kullarını, cennete davet etti.

Kullarına ebedî saâdetin yollarında rehberlik etmesi için, yardım olarak da dünyaya ardı ardına peygamberler gönderdi. Onlara vahiy yoluyla, kavlî âyetler, yani Hak rızâsının kılavuzu olan kitaplar indirdi.

Hâtemü’l-Enbiyâ / Peygamberlerin Sonuncusu Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- oldu.

Semâvî kitapların sonuncusu ve zirvesi de, Kur’ân-ı Azîmüşşân oldu.

Sonsuz rahmet sahibi Cenâb-ı Hak, kullarına bir yardım daha lutfetti:

Âdetâ fiilî bir kitap olan «Kevnî âyetler»i, bir başka ifadeyle «Kâinat Kitabı»nı ihsân etti…

Kevnî âyetler;

Allâh’ın; «Kün / Ol!» emriyle yarattığı zerreden kürreye bütün âlemlerde her şeyde mevcut olan sonsuz sırlar ve hikmetler.

Bunlar; ancak kalben tekâmül etmiş, Mevlânâ ve Yûnus misâli velî gönüllerin tertemiz kalp gözleri ile okuyabildiği ilâhî satırlardır.

Şeyh Sâdî-i Şîrâzî’nin dediği gibi:

Akıl sahipleri nazarında yeşil ağaçların her bir yaprağı mârifetullah için bir dîvandır.

Gafiller için ise bütün ağaçlar bir yaprak bile değildir.”

Bir Hak dostu da şöyle der:

“Bu âlem;

  • Âkiller (düşünüp ibret alan akıl sahipleri) için seyr-i bedâyî (ilâhî sanatın ibretle temâşâsı),
  • Ahmaklar içinse yemek ile şehvetten ibârettir.”

Ziya Paşa’nın şu beyti, kevnî âyetlerin tefekkürünün nasıl bir irfan kaynağı olduğunu ne güzel ifade eder:

Bin ders-i maârif okunur her varakında,

Yâ Rab ne güzel mekteb olur mekteb-i âlem!

“Bu kâinat kitabının her bir yaprağında mârifet ilminin sır ve hikmet tecellîlerinden binlerce hakikat dersi okunur.

Yâ Rabbî! Bu cihan, tefekkür deryâsına dalanlar ve ilâhî vitrinleri seyrederek ibret alanlar için ne güzel bir mekteptir.”

NASIL BİR OKUYUŞ?

Yüce Rabbimiz; insanı, kavlî âyetler olan Kur’ân’ı ve kevnî âyetlerle dolu kâinâtı okuyabilecek, akıl, fikir, idrak, basar ve basîret ile de donattı.

Ancak;

Bu müstesnâ kitapları zihnin okuması kâfî değil. Kalbin okuması gerekli… Gönlün bu idrâki kazanması için, nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesinden geçmesi zarûrî…

İçinde yaşadığımız kâinatta, zerreden kürreye yaratılan her şeydeki hikmeti, kudreti ve azameti kalbimizin okuyabilmesi, Rabbimiz’in cennete davetine icâbet edebilmemiz yolunda bize en büyük yardımcı…

Zira Cenâb-ı Hak, gerçek zikri şöyle tarif buyurur:

“Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerindeyken (dâimâ) Allâh’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler (ve şöyle derler):

«Rabbimiz! Sen bu (âlemi) boşuna yaratmadın, Sen’i tesbih ederiz, bizi cehennem azâbından koru!»” (Âl-i İmrân, 191)

Yani gerçek zikir esnasında, dil Allâh’ı zikrederken, kalp de ilâhî azameti, ilâhî kudret akışlarını tefekkür hâlinde olacak.

ANAHTAR, TEFEKKÜR

Çünkü tefekkür, îman anahtarı…

  • Perverde olduğumuz nimetleri tefekkür; vefânın, hamdin ve şükrün anahtarı…
  • İlâhî azameti hakkıyla tefekkür, hiçliğimizi idrâk edip Rabbimiz’i kalben tanımakta mesafe almanın anahtarı…
  • Sonsuz kudreti tefekkür, âhirete îmânın ve ona gerektiği şekilde hazırlanabilmenin anahtarı…
  • Yaratılışımızı tefekkür, haşre îmânın anahtarı…
  • Zelzele, hastalık, kıtlık, kuraklık gibi âfetleri tefekkür; son nefes, kıyâmet ve sonrasında bizleri bekleyen korkunç ahvâle hazırlanmanın, takvânın ve istikametin anahtarı…

Bu anahtarlara sahip olursak, cennet kapıları bize açılır. Bu sebeple sormalıyız:

Cenâb-ı Hak bizden nasıl bir tefekkür istiyor?

  • Semâyı, nasıl tefekkür edeceğiz?
  • Toprağı, nasıl tefekkür etmeliyiz?

Kavlî âyetler mecmûası Kur’ân-ı Kerim, kevnî âyetlerin tefekkürlerinin tâlimleriyle dolu.

Meselâ;

Cenâb-ı Hak suâl ediyor ve tefekkür etmeye çağırıyor:

“Onlar deveye, onun nasıl yaratıldığına bakmazlar mı?” (el-Ğâşiye, 17)

Deveye onlarca isim veren, develer hakkında şiirler yazan, bu mübârek hayvanın etinden, sütünden, derisinden ve tüyünden yararlanıp hem de ona binip yükünü taşıtan câhiliyye insanı; deveyi bu zorlu çöl şartlarına uygun şekilde yaratıp kendilerine âmâde kılan Zât’ı tefekkür etmediler. O’na âciz putları ortak koştular.

Ancak Rasûlullah Efendimiz’in irşâdından sonra, sahâbe-i kiram, «gerçek bilenler» hâline geldi. Tefekkürler inkişâf etti. İnsan vücudunun bir damla sudan, kuşun basit bir yumurtadan, ağacın ve meyvelerin yok denilecek kadar küçük bir çekirdekten meydana gelişi ve benzeri hikmet dolu hâdiseler üzerinde derin tefekkürler başladı. Hayat, Allah rızâsına endekslendi. Merhamet, şefkat, hakkı tevzîdeki derinlik, zirveleşti.

Kavlî âyetleri de kevnî âyetleri de okumanın eşsiz üslûbunu, Rasûlullah Efendimiz’in tâlimatlarında görüyoruz:

HAZMETTİREREK TÂLİM

Ebû Abdurrahmân es-Sülemî şöyle anlatır:

Rasûlullâh’ın ashâbından, bizlere Kur’ân-ı Kerim tâlim eden biri vardı. Bize şu haberi verdi:

“Biz, Peygamber Efendimiz’den on âyet alır, bunlardaki bilgi ve amelleri öğrenmeden diğer on âyete geçmezdik. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bize hem ilim hem de ameli (birlikte) öğretirdi.” (Ahmed, V, 410; Heysemî, I, 165)

Yani Fahr-i Kâinât Efendimiz âyetleri tâlim ederken; ezberletir, yaşar, yaşatır ve tefekkür ettirirdi. Kavlî âyetleri tebliğ ettiği gibi, kevnî âyetleri de tebliğ ederdi.

Ebû Rezin -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Bir gün;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Allah Teâlâ, mahlûkātı yeniden nasıl diriltir? Bunun dünyadaki misâli nedir?” diye sordum. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Sen, hiç kavminin yaşadığı vâdiden kurak mevsimde geçmedin mi? Sonra bir kere de her tarafın yemyeşil olduğu bahar mevsiminde oraya uğramadın mı?” buyurdular.

Ben;

“–Elbette!” deyince;

“–İşte bu, Allâh’ın yeniden yaratmasına delildir. Allah ölüleri de böyle diriltecektir!” buyurdular. (Ahmed, IV, 11)

Bu tefekkür, Kur’ân-ı Kerim’de öğretilir:

“Allâh’ın rahmetinin eserlerine bir bak:

Arzı, ölümünün ardından nasıl diriltiyor!

Şüphesiz O, ölüleri de mutlaka diriltecektir.

O, her şeye kādirdir.” (er-Rûm, 50)

Tefekküre, doğru bir istikamet verilmezse; yersiz yakıştırmalar, bâtıl telâkkîlere ve kuruntulara yol açar.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in oğlu Hazret-i İbrahim vefât ettiği gün güneş tutulmasının gerçekleştiği bir gündü. Halktan bazıları;

“–Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in oğlu Hazret-i İbrahim vefât ettiği için güneş tutuldu.” dediler.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onların bu düşüncelerini tasvip etmeyerek;

“Güneş ve ay Allâh’ın âyetleridir. Güneş de, ay da, bir kimsenin ölümü veya doğumu ile tutulmaz!” (Müslim, Küsûf, 29) buyurdular.

Güneş ve ay olmasa, dünya ne hâlde olurdu? Onlar hakikaten ilâhî kudretin bambaşka delilleri. Güneş ve ay tutulmaları, farklı birer ilâhî kudret nişâneleridir ki; insanların ölüm ve doğumlarına göre değil, ilâhî programa göre gerçekleşirler.

Demek ki;

Tefekkürün de bir rehbere ihtiyacı vardır.

Kavlî âyetlerin rehberliğinde, o tefekkürlere misaller verelim:

ARZ İLE TEFEKKÜR

“O Rab ki, Arz’ı sizin için bir döşek, göğü de (kubbe misâli) bir tavan yaptı.

Gökten su indirerek onunla, size gıdâ olsun diye (yerden) çeşitli mahsuller çıkardı.

Artık bunu bile bile Allâh’a şirk koşmayın!” (el-Bakara, 22)

Şair;

“O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler.”

demiştir. Yani balıklar denizin içinde iken, suyun kendileri için ne büyük bir nimet olduğunu idrâk edemezler. Ne zaman ki; ağa yakalanıp sudan çıkarılırlar, o zaman çırpınmaya başlarlar.

İnsanoğlu da ancak uçsuz bucaksız fezâyı tefekkür ettiğinde, içinde yaşadığı dünyanın kendisi için ne kadar uygun yaratılmış ve âyet-i kerîmelerin ifadesiyle rahat bir döşek, güvenli bir beşik, elverişli bir yatak gibi donatılmış olduğunu görür.

İnsanoğlu birkaç asırdır, teleskoplarla cihânı, imkânları nisbetinde müşâhede ediyor. Henüz, hayat için küre-i arz gibi elverişli bir yer bulamadı.

Cenâb-ı Hak; yeryüzünü insan için, dağlarla, nehirlerle, vâdilerle ve yollarla donattı. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam dağları, yolunuzu bulmanız için de ırmakları ve yolları yarattı.” (en-Nahl, 15)

Yerin altında devâsâ bir ateş okyanusu olan mağma denizi var. Zelzeleler olduğunda ve yanardağlar patladığında nasıl bir ateşin üzerine olduğumuzu idrâk ediyoruz.

Dağlar; o ateşten zeminin üzerindeki nisbeten çok ince olan yerkabuğunu, mümkün mertebe zaptetmek, sarsıntıyı emip azaltmak üzere çakılmış kazıklar mesâbesinde.

Semâmızda da güneş, muazzam bir ateş topu. Öyle büyük ki, içine 1 milyon 300 bin dünya sığar. Dış yüzündeki sıcaklığı 6 bin santigrat derece, içinin sıcaklığı ise 20 milyon santigrat derecedir.

Cenâb-ı Hak bizi bu iki ateşin arasında selâmet içinde yaşatıyor.

Düşünelim:

Güneş daha yakın olsa, ışınlarının açıları dünyaya daha keskin gelse, yanar kavrulurduk.

Yerkabuğu mevcut sağlamlığında olmasa; sürekli depremlerle helâk olur, volkanlarla hayatı sürdüremezdik.

Rabbimiz dâimâ tefekküre davet ediyor:

“Allah size âyetlerini gösteriyor. Şimdi, Allâh’ın âyetlerinden hangisini inkâr edersiniz?” (el-Mü’min, 81)

SU, YAĞMUR ve DENİZLER…

Bütün canlılar sudan yaratıldı. Su hayat kaynağı, hayatın olmazsa olmazı. Yeryüzünde Cenâb-ı Hak, muhteşem bir su arıtma sistemi kurmuş. Güneşin buharlaştırdığı sular semâya yükseliyor, su buharı kütleleri bulutları oluşturuyor. Gerekli şartların oluşmasıyla semâda rafine olan o sular; yağmur, kar, dolu hâlinde tekrar yeryüzüne iniyor.

İçtiğimiz suyun bir tek damlasının, ilk yaratıldığı andan beri mâcerasını bir tefekkür edelim:

O bir damla su kim bilir, hangi canlıların vücuduna girdi? Kan oldu, idrar oldu, ter oldu. Bitkilere girdi, usâre oldu. Rızık oldu. Zehir oldu. Şifâ oldu. Toprakta çamur, buzulda kar kütlesi oldu. Kim bilir o damla kaç kez buharlaştı ve semâda yeniden kirlerinden arındı.

Bütün bu mâcera bilinip de yazılacak olsa, yerden göğe kadar uzanan ciltlerce kitaba sığmazdı. Lâkin her oluş, levh-i mahfuzda kayıtlı. Bir yaprağın da, bir damlanın da yere düşüşü ilâhî bilginin dışında cereyan edemez.

Yağmurun her safhası rahmet…

  • Kütle hâlinde inmeyip, tane tane yağması bir rahmet… Kovadan boşalırcasına yağsaydı her yağmur bir musîbet olurdu.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Gökten uygun bir ölçüde yağmur indirip onu arzda durdurduk. Bizim onu gidermeye de elbet gücümüz yeter.” (el-Mü’minûn, 18)

Hakikaten, arz üzerindeki su yüz binlerce yıldır aynı sudur.

  • Dünyanın dörtte üçü tuzlu denizlerle kaplı. Göğe yükselen su, tuzdan arınmasa, bize gökten; tuzlu, asitli, acı bir su inerdi. Hâlbuki tertemiz, berrak bir su iniyor. Âyet-i kerîme tefekküre davet ediyor:

“Ya içtiğiniz suya ne dersiniz?

  • Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren Biz miyiz?
  • Dileseydik onu tuzlu yapardık.

Şükretmeniz gerekmez mi?” (el-Vâkıa, 70)

  • Denizlerdeki suyun sıcaklığını uzun süre koruması, gece ve gündüz arasındaki sıcaklık farkını azaltır ve gecelerin aşırı soğuk olmasını engeller.
  • Suyun gaz, katı ve sıvı hâlleri vardır. Suyun sıcaklığı +4 dereceden aşağıya düştüğünde, su katılaşmaya başlar. Bu safhada yani buz olduğunda, suyun yoğunluğu azalır ve donan göllerin buzları dibe çökmez. Böylece canlılar hayatta kalır.
  • Suyun ışığı geçirmesi sayesinde, su altı bitkileri hayâtiyetlerini sürdürür.
  • İnsan vücudunun da % 60’ı, beynimizin % 70’i, kanımızın % 80’i sudur. (Bkz. Veysel EROĞLU, Suya Atılan İmza, Hâtıralarım 1, s. 94-96)
  • Suyun yeryüzünde kirlenip, gökyüzünde arınması da, Hazret-i Mevlânâ gibi Hak dostlarının ulvî tefekkürlerine vesile olmuştur.

Demek ki insan da, süflî dünya muhabbetiyle kirlendiğinde, ulvî duygularla tevbeye yönelmeli ve temizlenmeye gayret etmelidir.

  • Suyun kimyevî formülü de sırlıdır. İki hidrojen ve bir oksijenden meydana gelir ki, hidrojen yanıcı ve oksijen yakıcı bir maddedir. Su ise ateşi söndürür.
  • Sulu meyvelerle dolu dallar; yerçekiminin aksi istikamette, yerden yukarı doğru hangi pompayla bu suyu göndermektedir? Ve bir dalı kestiğimiz zaman biz bu çıkan suyu niçin göremeyiz?

Her biri ilâhî sanat hârikaları…

  • Kristalleşirken aldığı şekiller üzerinden, suyun hâfızası olduğu tespit edilmiştir. Kötü ve çirkin sözler söylendiğinde bu kristallerin karışık şekiller aldığı, güzel ve mânevî sözler söylendiğinde nizâmî şekillere büründüğü tespit edilmiştir.

Bu tespit, şifâ niyetiyle okunan duâların suya üflenip içilmesi gibi uygulamalara ilmî bir çerçeve çizmektedir.

  • Yağmur suları; vâdilerden geçerek, dağların bağrında minerallerle zenginleşiyor. Şifâlı sular hâlinde yeniden yeryüzüne çıkıyor. Nehirleri, içmeleri, menba sularını meydana getiriyor. Kimisi termal, sımsıcak… Kimisi buz gibi…
  • Suyun bir başka nimeti; içinde yüzmeye, gemilerin üzerinde yolculuk etmesine müsait yaratılmış olmasıdır.

Âyet-i kerîme deniz nimetlerini bizlere bir bir hatırlatmakta:

“İçinden taze et (balık) yemeniz ve takacağınız bir süs (eşyası) çıkarmanız için denizi emrinize veren O’dur.

Gemilerin denizde (suları) yara yara gittiklerini de görüyorsun.

(Bütün bunlar) O’nun lütfunu aramanız ve nimetine şükretmeniz içindir.” (en-Nahl, 14)

O balıklar âlemi, nice sır ve hikmetlerle dolu. Denizler elli, yüz metre gibi aralıklarla tabaka tabaka görünmez perdelerle ayrılmış gibidir. Balık türleri, kendi tabakalarında yaşar, kendi sahasını aşmaz. Böylece muhteşem bir çeşitlilik meydana gelir.

Balıkların da diğer canlılar gibi oksijene ihtiyacı vardır. Onlar suda erimiş oksijenden istifâde ederler. Sudan çıktıklarında ise, solungaçları havadan oksijen alamadığı için ölürler.

Yine deniz balıkları; tuzlu suyun içinde yaşadığı hâlde, o tuz balığın etine işlemez. Balık yerken üzerine tuz atarız.

Denizler, birbirine boğazlarla bağlı olduğu hâlde, birbirlerine tamamen karışmamakta. Her birinin tuz yoğunluğu ve benzeri husûsiyetleri farklı. Asırlar sonra insanlar tarafından ilmî sebepleriyle keşfedilebilen bu hakikat de, âyet-i kerîmede bildirilmekte:

“İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmazlar. O hâlde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?” (er-Rahmân, 19-21)

Kar yağışı bir başka sır… O bembeyaz bir güzellikte değil de, simsiyah yahut kıpkırmızı yağsaydı, kalplerimize nasıl bir dehşet ve kasvet verirdi.

Kar yağdığında yeri kalın bir yorgan gibi örtüyor. Bölgesine göre günlerce, haftalarca yerde kalıyor.

Kar eridiğinde ortalıkta hayvanâtın cesetleriyle karşılaşmıyoruz. Mahlûkat; kendilerine insiyâkî olarak vahyolunan tâlimatlarla, yerin altına çekiliyor, soğukta donmaktan muhafaza oluyor. Bahar gelince, tekrar ortalığa çıkıyorlar.

Bahar mevsimi, tek başına ilâhî sanatın muhteşem bir temâşâ zamanı. Vâdilerde açan bin bir çiçek, yemyeşil bir örtü ile kaplanan zemin, gelinler gibi süslenmiş ağaçlar, bülbül ve benzeri kuşların tatlı tatlı şakımaları, şırıl şırıl dereler ve güzel ıtırlar taşıyan lâtif rüzgârlar…

Bir mütefekkirin dediği gibi:

“Gören, duyan ve hisseden kalpler, bu kâinatta ilâhî kudret ve azamet tecellîlerinden başka bir şey görmezler.

Bu âlemde güllerle, sümbüllerle, bülbüllerle konuşamayan, onların hâl lisânından anlamayanlara ne yazık!

Cenâb-ı Hakk’ın «el-Bârî» ve «el-Musavvir» esmâsının tecellîlerinden gafil kalan; rüzgârların, derelerin ve dağların sessiz lisânından bir şey hissetmeyen hantal kalplere ne yazık!..”

TOPRAK TERKÎBİ İLE TEFEKKÜR

İnsan muhtaç bir varlık. Suya muhtaç, havaya muhtaç, gıdâya muhtaç, örtüye muhtaç, ısıya muhtaç, ışığa muhtaç…

Bütün bu ihtiyaçları kendisine lutfeden Rabbine şükür ve vefâ içinde olması lâzım.

Cenâb-ı Hak, gıdâmızı tefekkür etmemizi emrediyor:

“İnsan, yediğine bir baksın!

Şöyle ki:

  • Yağmurlar yağdırdık.
  • Sonra toprağı göz göz yardık da oradan ekinler, üzüm bağları, sebzeler, zeytin ve hurma ağaçları, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik.

(Bütün bunlar) sizi ve hayvanlarınızı yararlandırmak içindir.” (Abese, 24-32)

Ayağımızı basıp geçtiğimiz toprak ne muazzam bir fabrika!.. Onda en mükemmel çiçeklerin eşsiz renkleri var. Toprağı kazsak, incelesek o renkleri göremiyoruz. Fakat nebâtatta o renkleri hayranlıkla temâşâ ediyoruz.

Bir tekstil fabrikasında renk ve stil uzmanları çalışır. Kimya bilgileri ve hammaddeleriyle, renkler üretir ve iplikleri, kumaşları boyarlar.

Bir saksının içindeki birkaç avuç toprak bunları daha eşsiz bir şekilde yapmakta!.. Zerre kadar tohumda saklı bilgiyi deşifre edip; menekşeleri, orkideleri, karanfilleri eşsiz renklerde boyuyor.

Aynı toprak terkîbinde; acı, tatlı, ekşi türlü türlü tat ve kokularda lezzetler var.

Rabbimiz aklını kullananlara sesleniyor:

“Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar, üzüm bağları, ekinler, bir kökten ve çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır. Bunların hepsi bir su ile sulanır. (Böyle iken) yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız.

İşte bunlarda akıllarını kullanan bir toplum için ibretler vardır.” (er-Ra‘d, 4)

Bir başka hikmet ve sır…

Parmağımızı batırmak istesek, toprağa batmaz. Gücümüz yetmez. Hiçbir kas gücü olmayan tohumun içindeki cılız filiz; o toprağı yarar, fide olur, fidan olur, ağaç olur…

Cenâb-ı Hak; taşların ortasından biten, mermerleri yaran ağaçları bize seyrettirerek, Allah yolunda ümitsiz olmamamız gerektiğini bize ilham eder. Sabrın ve sebâtın muvaffakiyetteki tesirine bir misal verir.

Nebâtat âlemindeki müthiş bir başka sır da şudur:

Bir tek ağacın tohumlarının her biri yetişkin birer ağaç olacak olsa, yeryüzünü istîlâ ederdi. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın takdiriyle her birinin nesli bir ekolojik denge içinde yayılır.

Avustralya gibi insanlar tarafından tabiata çokça müdahale edilmiş yerlerde, bu denge bozulmuş ve garip istîlâlar ardı ardına yaşanmıştır.

Bitkilerin de mahlûkat gibi çift yaratılmış olması, hattâ elektrik ve atomlara varıncaya kadar çift yaratılış sırrının mevcudiyeti, hem bir Kur’ân mûcizesidir, hem de vahdâniyetin / tekliğin Cenâb-ı Hakk’a mahsus olduğunun bir nişânesidir.

MAHLÛKATTAKİ SIR ve HİKMETLER

Cenâb-ı Hak; el-Bârî, el-Musavvir isimlerinin tecellîsi olan, bin bir çeşit mahlûkat da halk etmiştir.

Kimisi; zarif kanatlara sahip tâvus kuşu, mükemmel sesli ötücü kuşlar, okyanus zeminindeki rengârenk balıklar gibi muhteşem sanat ve güzellikten örnekler sergiler.

Meselâ;

Flâmingo; boyu 1,5 metreye kadar ulaşan, sulak yerlerde ve sazlıklarda beslenen, büyük ve zarif bir kuştur. Bu kuş bazen, incecik bacaklarından birini toplar ve 4 kilograma varan ağırlığı ile incecik bacağı üzerinde zarâfet ve insicamla durur ve dinlenir.

Cenâb-ı Hak yaratışta her türlü çeşitliliği göstererek, sanatının muhteşem zenginliğini temâşâ ettirir.

Meselâ kimi canlılar iki ayaklı, kimisi dört ayaklı, kimisi çok ayaklıdır. Kimisi ayaksız olarak gövdesi üzerinde sürünür.

Kimisi anne karnında büyüyüp annesinin memesinden süt emerken, kimisi yumurtadan çıkar.

Karadaki canlı çeşitliliği kadar, su altında da muazzam çeşitlilik vardır.

Her biri ilâhî sanatın ayrı bir nakışı… Kudret ve azametin ayrı birer tecellîsi…

Kimi mahlûkat, nimetlerin kaynağıdır. Koyun, keçi, sığır, deve, tavuk gibi etinden, sütünden, yününden, derisinden ve yumurtasından istifâde ettiğimiz canlılardır.

At da Cenâb-ı Hakk’ın insana âmâde kıldığı muhteşem bir nimet olmuştur. Asırlarca insanlar onun üzerinde seyahat etmiş; bu asil canlı, taşıdığı mücâhidlerle âdetâ bir bütün olmuştur.

Bal arısı, ipek böceği, inci çıkarılan istiridye gibi, her biri akıllara durgunluk veren ilâhî sanatın tezâhürleridir.

Her birinin Allah’tan kendilerine mahsus gelen bir vazife listesi var. Arı kısacık ömründe, bal üretiyor. Koyun, süt üretiyor. Horoz güçlü ötüşüyle insanları uyandırırken, tavuk da her gün yumurta üretiyor. Hiçbiri kendi programının dışına çıkmıyor.

Bir tavuğu düşünelim:

Her gün âdetâ küçük bir fabrika gibi insanların istifâdesi için yumurta yapar. İçinde ne kadar protein, kalsiyum, vitamin ve sâir maddelerin olduğunu bilmeden, ilâhî bir insiyak ile onu îmâl eder.

Üstelik o tavuk, bizim yiyemeyeceğimiz akrep gibi mahlûkātı da yer. Fakat yumurtası bize şifâ olur.

Kimisi, doğrudan istifâde etmesek de bize ibret ve tefekkür kaynağıdır. Örümceğin ördüğü incecik ağ, sivrisinekteki o incecik iğne, yarasa gibi canlılardaki radar sistemi, yunusların birbirleriyle haberleşme şekli, kanguruların yavrularını keselerinde besleyip büyütmeleri, muazzam yolculuklar yapan göçmen kuşlar ve emsâli mahlûkat bize ilâhî sanattaki sonsuz çeşitliliği ve muhteşemliği temâşâ ettirir.

Kimisi, bize problemleri çözmekte örnek olmuştur. İnsanlık, uçan kuşları asırlardır hayranlıkla seyretmeseydi; uçak, helikopter gibi uçan vasıtalar îmâl etmeye teşebbüs eder miydi?

Kimi mahlûkat zararlı gibi görünür. Yılanlar, çıyanlar, akrepler, vahşî ve yırtıcı hayvanların varlığı bizler için birer ibrettir.

Bir ismi de Müntakim olan; yani müstehak olan zâlimlerden mazlumların intikamını alan, ceza veren Allâh’ın gazabının, galeyân ettiğinde, nasıl tecellî edeceği hakkında bize tefekkür malzemesi sağlar. Âdetâ korkunç bakışıyla insanı hareketsiz hâle getiren yılanlar, acımasız timsahlar ve benzerleri cehennemdeki azaplar için bir nümûnedir.

Cenâb-ı Hak;

Ashâb-ı sebti yani cumartesi yasağını çiğneyen ve onları îkāz etmeyen bedbahtları, şahsiyetsiz maymunlara çevirmiştir.
(Bkz. el-Bakara, 65; el-A‘râf, 163-165)

Hazret-i İsa’dan, semâdan bir sofra inmesini talep ettikten ve bu mûcize sofradan yedikten sonra, onunla istihzâ edenleri bir rivâyete göre emre uymayıp hıyânet edenleri hınzırlara döndürmüştür. (Bkz. el-Mâide, 60; Tirmizî, Tefsîr, 5/3061)

Diğer taraftan çirkin ve korkutucu mahlûkat; şeytan ve avenesi hakkında, gafil ve fâsıklar hakkında birer temsil vazifesi görür.

Meselâ âyet-i kerîmelerde;

Başlangıçta mânevî derecelere sahip bir ilim ehliyken, hevâsına ve şeytana uyarak eriştiği makamları kaybeden, sonunda azgınlardan olan Bel‘âm bin Bâûrâ, üstüne varılsa da varılmasa da dilini sarkıtıp soluyan bir kelbe benzetilmiştir. (Bkz. el-A‘râf, 175-177)

Tevrât’ı okudukları hâlde, onunla amel etmeyen yahudi din adamları, sırtında kitap yüklü olan, fakat onun kıymet ve muhtevâsından habersiz olan merkeplere benzetilmiştir. (Bkz. el-Cum‘a, 5)

Yine çirkin sese, merkeplerin sesi misal olarak verilmiştir. Hakikaten herkes, bülbül ve benzeri güzel ötücü kuşların sesini hayranlıkla dinler, fakat hiç kimse, bir merkebin kulak tırmalayıcı sesini dinlemeyi arzu etmez.

İnsan da, bu misalden ibret alarak, kaba saba sözlerden ve sesini kulak tırmalayıcı bir tonda kullanmaktan sakınmalı, topluma dâimâ huzur ve sürur vermeye gayret etmelidir.

Mahlûkat üzerine bir başka Kur’ânî misalde;

Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nimetleri şuursuzca yiyen, fakat şükürden habersiz, sır ve hikmetlerden bîgâne yaşayan gafiller «davarlar»a benzetilmiştir. (Muhammed, 12)

Hattâ davarlar, irâdî değil Allâh’ın kendilerine verdiği sevk ile davrandıkları için, kâfirlerin davarlardan daha şaşkın oldukları da ayrıca ifade buyurulmuştur. (el-A‘râf, 179; el-Furkān, 44)

Hayvanlar âlemindeki çeşitli mahlûkat, Hak dostları için de mecaz vâdisinde güzel birer misal teşkil eder. Meselâ Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Kuzunun kurttan kaçmasına şaşılmaz. Zira kurt, kuzunun düşmanı ve avcısıdır. Asıl hayret edilecek şey; kuzunun kurda sevdâlanıp gönül kaptırmasıdır…”

“Nice balık vardır ki su içinde her şeyden eminken, boğazının hırsı yüzünden oltaya tutulmuştur. Yani oltanın ucundaki yarım solucana râm olarak hayatına kasdetmiştir.”

Cenâb-ı Hak; bütün bu canlılara öyle husûsiyetler vermiştir ki, benzer gıdâlarla beslenenler dahî farklı mahsuller meydana getirmekte ve bunlar da hayatı bütünüyle mümkün kılacak bir şekilde birbirlerini tamamlamaktadırlar.

Meselâ yeşil bir dut yaprağını sığır veya koyun yese, ondan; et, süt ve yün hâsıl ettiği hâlde, küçücük bir kurtçuk olan ipek böceği aynı yapraktan ipek meydana getirmektedir. Aynı şeyi bir cins geyik yese, ondan misk yapar.

Aynı orman, vâdi veya dağda yaşayan nice mahlûkat vardır ki, her birinin rızkı farklıdır. Muazzam bir nizâm içinde her birinin yiyeceği ayrı ayrı halk ve ikrâm olunur. Biri diğerinin rızkına mâni olmaz.

Bütün bu tefekkürler, îman heyecanımızı artırmalı ve iştiyakla şu hakikati söyletmelidir:

ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِ

“…İşte bunlar, Azîz olan (ve her şeyi) pek iyi bilen Allâh’ın takdiridir.” (el-En‘âm, 96)

Cenâb-ı Hak; “Yaratan Rabbin adıyla oku!” (el-Alak, 1) emrine ittibâ ederek, kâinattaki sır ve hikmetlere âşinâ olabilen ve bu tefekkürü; îmâna, İslâm’a ve ihsâna anahtar eyleyebilen bahtiyar kulları zümresine bizleri de ilhak buyursun.

Âmîn!..                                 

(Devam edecek)