İnanç ve Tefekkürde Şeytan Vesvese ve Kuruntuları

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2018 Ay: Kasım, Sayı: 165

Şeytanın sağdan yaklaşmaları çeşit çeşittir. Din, îman ve ibâdet yolundaki mü’minlere türlü, karışık vesveseler verir.

Meselâ, şeytan; aşırı derecede fikir ve kuruntularla meşgul olan kimi mü’minlerin kalbine îmân ile alâkalı şüpheler atmaya çalışır. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Sizden herhangi birinize şeytan gelir de;

«–(Şunu) böyle kim yarattı? (Şunu) böyle kim yarattı?» en sonunda;

«–Rabbini kim yarattı?» der (bu şekilde vesvese verir.)

İmdi şeytanın vesvesesi Rabbiniz’e kadar erişince o vesveseli kişi hemen;

اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ

«Kovulmuş şeytandan Allâh’a sığınırım!» desin ve vesveseye son versin!..” (Buhârî, Bed‘ü’l-halk 11; Müslim, Îmân, 214)

Bazı rivâyetlerde;

“«Allâh’a îmân ettim!» desin!” (Müslim, Îmân, 212) ilâvesi de vardır.

Bir insanın tahayyülü ve tasavvuru, zaman ve mekânla mahduttur. Akıl, sınırlıdır ve âcizdir. İnsan, eşyayı ancak zıddı ve benzerleriyle idrâk etmeye çalışır.

Hâlbuki Cenâb-ı Hak «Müteâl»dir, yüceler yücesidir ve idraklerin ötesindedir. Ne bir benzeri ne de bir zıddı vardır. Zamandan ve mekândan münezzehtir. Evvel ve Âhir’dir. Yani varlığının başlangıcı da yoktur, sonu da yoktur.

Bu bakımdan insan için, kavrayamayacağı hususta, yani sınırlarının ötesindeki bir sahada vesveselere dalmak, akl-ı selîme de muvâfık değildir. İnsan havsalası; Hâlık’ı hakkıyla idrâk etmek şöyle dursun, kendi rûhunu, sayısız galaksilerle dolu âlemi dahî idrakten âcizdir.

Bu sebeple Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Allâh’ın yarattıkları üzerinde tefekkür edin, Zât-ı üzerinde düşünmeyin. Zira siz O’nun kadrini (O’na lâyık bir sûrette) asla takdir edemezsiniz…” (Deylemî, Müsned, II, 56; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 81)

Burada tavsiye-i Peygamber; Allâh’ın sübûtî sıfatları üzerinde derinleşmek, Zât’ı hakkında hayallere kapılmamaktır.

Zaten beşer idrâkini îman ve irfân iklimine götürüp hidâyet nûruna vâsıl edecek olan Allah hakkındaki bilgiler de; Zât’ının mâhiyetine dair değil, sıfatlarına dairdir. Zira Allah Teâlâ, zaman ve mekândan münezzehtir. İnsan idrâki ise, zaman ve mekânla şartlandığından; onun mantığı, ancak maddî âlemden aldığı intibâlarla faaliyet gösterir. Bir şeyi kavrayabilmek için o şeyin görülebilen âlemde bir benzerinin ve bunun da zihinde bir intibâının olması lâzımdır. Allah ise, yarattıklarına benzememe sıfatı ile muttasıftır (muhâlefetün li’l-havâdis). Bu, sonradan meydana gelmiş olan hiçbir şeye benzememeyi, onlardan mutlak bir sûrette farklı, üstün ve mükemmel olmayı ifade eder. Bu mantıkî gerçek, kâinâta hâkim olan nizâmın mükemmelliğini idrâk etmenin bir neticesidir. Böyle bir âlemi yaratmak kudretindeki ilk sebep, yani Hâlık Teâlâ Hazretleri, -hâşâ- eseriyle asla mukayese edilemez. O; bütün yaratılmışların üzerinde bir kemâl, azamet ve kudret sahibidir. Böyle olması lâzım geldiği de, aklî ve mantıkî bir zarûrettir.

Bu itibarla eşi ve benzeri bulunmayan Allâh’ın zâtî mâhiyeti hakkında fikir yürütmek, beşer için ne mümkün ve ne de doğrudur.

Rasûlullah Efendimiz’in dahî Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ ettiği rivâyet olunmuştur:

“Yâ Rabbî, Sen’i gereği gibi ve lâyık olduğun veçhile tanıyamadım… Sana hakkıyla kulluk yapamadım…” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, II, 520)

Kader de insan idrâkinin ötesinde bir hâdisedir. Zira yine zaman ötesi bir tarzda Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz ilmini ve kudretini alâkadar etmektedir. Ayrıca kader, insana husûsen gizli bırakılmıştır.

Kehf Sûresi’nde bildirildiği üzere, Musa -aleyhisselâm- Hızır -aleyhisselâm- ile sırlı bir yolculuk yaptı. Şahit olduğu üç mevzuda ona itiraz etti fakat meselenin hikmetini öğrenince, teslîmiyet içinde hayran kaldı.

İnsan idrâkini aşan böyle îmânî meselelerde vesveseler, bir mü’mini son derecede rahatsız edecektir. Nitekim ashâb-ı kiramdan bazıları Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek şöyle demişlerdi:

“–Kimimizin aklından bir kısım vesveseler geçiyor ki, normalde bunu söylemenin
günah olacağı kanaatindeyiz.”

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sordu:

“–Gerçekten böyle bir korku duyuyor musunuz?”

Onlar;

“–Evet!” dediler.

Efendimiz, onları şöyle tesellî etti:

“–İşte bu (korku) îmandandır (akla gelen vesvese de zarar vermez).” (Müslim, Îmân, 209)

Şeytan bunlarla meşgul ederek hem huzuru kaçırmak hem de insanın kendi îmânından şüphe etmesini sağlamak ister. Demek ki, zihne ve kalbe inançla alâkalı olarak üşüşen böyle vesvese ve vehimleri bertaraf etmek lâzımdır.

Şeytanın istediği neticeden muhafaza olmak için, Peygamber Efendimiz’in şu hatırlatmasını da unutmamak çok faydalı olacaktır.

“Allah Teâlâ; içlerinden geçen fena şeylerle amel etmedikçe veya onu konuşmadıkça, o şey yüzünden ümmetimi hesaba çekmeyecektir.” (Buhârî, Talâk, 11; el-Eymân ve’n-nüzûr: 15)

Burada şu husus da unutulmamalıdır ki;

«Vesvese zarar vermiyormuş.» diyerek, dînin teslîmiyet gerektiren sahalarında felsefeye boğulmak, insanı daha da bunaltır.

Dînin bazı meseleleri, akıl üstüdür. Akıl yürütmeler, kıyaslar ve felsefî düşünceler o vadide insanı ancak huzursuzluğa ve şüpheye sürükler.

Nasıl, gözün bir görme hududu varsa; kulağın ancak belli bir aralığı işitme husûsiyeti varsa; aklın da mahdut bir sahası vardır. O hududun dışını idrâk edemez.

Aklın bittiği yerde ise hikmet devreye girer. Hikmete ise ancak teslîmiyete sahip ârif kullar nâil olurlar. Cenâb-ı Hak; çözülemeyen bir hâdisenin sırrî tarafından, o kullarını haberdar eder.

Dîni anlamaya tek başına akıl kâfî gelmediği için, Cenâb-ı Hak kitap ve peygamber göndermiştir.

Bütün akılcı feylesoflar birbirlerini tekzip ederek gelmiştir, bütün peygamberler ise birbirlerini tasdik ederek gelmişlerdir. Çünkü peygamberler, vahiy istikametinde aynı hakikati tebliğ etmişlerdir.

Vahiyden nasipsiz akıl ve felsefe, insanlığa saâdet getirmemiştir.

Eflâtun, hakikati aklıyla aramaya çalışırken yaratılanla yaratanı birbirine karıştırmış, şaşıya dönen bir mantıkla «panteizm»i ortaya atmıştır.

Meselâ Aristo; ahlâk felsefesinin birtakım kanun ve kaidelerinin temelini atmış olmasına rağmen, ilâhî vahiyden uzak olduğu için onun felsefesine inanıp hayatına tatbik ederek saâdete kavuşmuş bir kimse göremeyiz. Çünkü filozofların kalpleri tasfiye, nefisleri tezkiye görmemiş; fikir ve fiilleri, vahyin müstesnâ yardımlarıyla olgunlaştırılmamıştır. Bu sebeple, sistemleri de konferans salonlarından veya kütüphânelerin tozlu raflarında kalmış kara kaplı kitapların satırlarından dışarıya çıkamamıştır.

Muhammed İkbal’in temsilî olarak dile getirdiği şu hakikat ne kadar mânidardır:

“Bir gece, kütüphânemde bir güvenin, pervâneye şöyle dediğini duydum:

«–İbn-i Sînâ’nın kitapları içine yerleştim. Fârâbî’nin eserlerini gördüm. (Onların bitmek bilmeyen kuru satırları ve o satırlardaki solgun harflerin arasında gezindim ve onları kemirdim. Bu meyanda Fârâbî’nin fazîletler şehri mânâsına gelen el-Medînetü’l-Fâzıla’sını sokak sokak, cadde cadde dolaştım. Fakat) bu hayatın felsefesini bir türlü anlayamadım. Kâbuslu çıkmaz sokakların hazin bir yolcusu oldum. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın… (Sen ise ey pervâne, hep nur içindesin!..)»

Güvenin bu feryâdına mukabil, pervâne; güveye, yanık kanatlarını gösterdi:

«–Bak!» dedi. «Ben bu aşk için kanatlarımı yaktım.» Sonra da şöyle devam etti:

«–Hayatı daha canlı kılan, çırpınış ve muhabbetlerdir; hayatı kanatlandıran da aşktır!..»

Yani pervâne; güveye, yanık kanatlarını göstererek hâl lisânı ile;

«Sen bu felsefenin çıkmaz sokaklarında helâk olmaktan kendini kurtar! Mesnevî’nin aşk, vecd ve feyz dolu mânâ deryâsından nasiplenerek vuslata kanatlan!..» demekteydi.”

Sadece akıllarıyla yol almaya çalışan feylesoflar, bu noktalarda dalâlete / sapıklığa yuvarlanmıştır.

Vahyin tayin ettiği hududun içinde aklı kullanan kelâm âlimleri, bir yere kadar yol alabilmiştir.

Hattâ bazı kelâm âlimleri de bu çıkmazlardan çıkamamışlardır. Meselâ; ya kaderi inkâr ya cüz’î iradeyi inkâr bataklığına düşmüşlerdir.

Sûfîler ise, teslîmiyet ile huzûr-ı kalp ile mârifet yolunda devam edebilmişlerdir.

Çünkü yegâne çare hadîs-i şerifte emredildiği gibi; «Îmân ettim!» diyerek; «سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا: İşittik, itaat ettik!» diyerek tam teslîmiyet göstermektir.

Nitekim;

İLK CİDALCİ ŞEYTAN!..

Cenâb-ı Hakk’a karşı cidâle ilk kez kalkışıp da helâk olan, şeytandır.

Cenâb-ı Hak, iblisin de aralarında bulunduğu meleklere;

“Âdem’e secde edin!” buyurmuştu.

İblis; haset etti, kibirlendi ve bu emre isyan etti. Cenâb-ı Hak; niçin secde etmediğini sorunca, inadından dolayı kendine bir mantık üretmeye çalıştı ve o mantığa sarılarak -hâşâ- Allâh’ı ithama kalkıştı. Yani cidâle girişti. Bu ahmakça mantık şu idi:

“Beni ateşten yarattın. Onu çamurdan yarattın. Ben ondan üstünüm! (Ben ona secde etmem! Ben ona değil, o bana secde etmeli!..)”

Hâlbuki Cenâb-ı Hak; “Hanginiz üstün?” diye sormamıştı. Ateşin, çamurdan üstün olduğuna dair bir beyanda da bulunmuş değildi. Çünkü üstünlük hangi maddeden yaratıldığında değildir. İşte iblis, bu hususta kibrinin içinde helâk oldu. Zira Allah indindeki üstünlük takvâ iledir.

Nitekim öyle insan vardır ki; içinde bulunduğu inkâr, fücur ve sû-i ahlâktan dolayı hayvandan aşağı düşer, esfel-i sâfilîne yuvarlanır. Fakat insan; Cenâb-ı Hakk’a dost olarak, âlâ-yı illiyyîne de yükselir, melekleri de geride bırakabilir.

Böylece şeytan, ilâhî emre karşı cidâle girerek helâk oldu. “Bir an nefsime uydum, hasede kapıldım, büyüklendim. Affet yâ Rabbî!..” diyemedi.

Menfî duygularının esiri olan aklıyla itirazlar üretti. Ahmaklığa sürüklendi.

Aynı şekilde;

Bugün Kur’ân’daki ilâhî tâlimatlar hakkında, cidal ve itirazlarda bulunanlar var.

“Kur’ân’ın bazı emirleri yereldir, tarihseldir.” hezeyânıyla, Kur’ân’ı emekli etmeye, onun yerine akıl maskesi altında kendi hevâ ve heveslerini koymaya kalkanlar var. Bu zehirli fikirleri müsteşriklerden yani, İslâm düşmanı yabancı filozoflardan almakta ve yaymaktadırlar.

Tarihselcilik de Allah ile mücadeleye kalkışan şeytanın yaptığı mantık şaşkınlığından ve hamâkatinden başka bir şey değildir.

Hâlbuki Cenâb-ı Hak, buyurur:

اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَاالذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ

“Kur’ân’ı kesinlikle Biz indirdik; elbette onu yine Biz koruyacağız.” (el-Hicr, 9)

Kur’ân-ı Hakîm; Cenâb-ı Hakk’ın kullarına gönderdiği, kıyâmete kadar korunan, mer’î ve mükemmel mektubudur.

Bugün bazı gafillerin, yaptıkları yanlışları müdafaa etmek için söyledikleri;

“Peygamber bugün gelseydi, O da böyle yapardı, böyle derdi…” gibi boş sözlerle, şeytanın verdiği vesveselere kapılmaları da, ucu küfre varan tehlikeli hâdiselerdir.

Şeytânî bir yorum da şu:

“Edison ampulü bularak insanlara bu kadar iyilik yaptı. Şimdi o cehennemlik mi olacak?”

Hâlbuki, cennete giriş için gerekli olan hakikat; bir şey îcat etmek değildir, îmandır. Bir amelin sâlih olabilmesi de îman şartına bağlıdır. Îmân etmeden ölen kişi, amellerinden sadece dûçâr olacağı azâbın derecelendirilmesi bakımından istifade edebilir.

Kaldı ki, Edison ve benzeri mucitler; Cenâb-ı Hakk’ın verdiği aklı ve malzemeyi kullanarak, ayrıca insanlığın kendilerine kadar getirdiği tecrübenin üzerine inşâ ederek bir îcatta bulunmuşlardır. Yaratmamışlar, sadece var olan fakat henüz bilinmeyen bir şeyin üzerindeki örtüyü kaldırmışlardır. Çoğu kez dünyada bunun karşılığını, maddiyat, şöhret vb. şekilde almışlardır. Cenâb-ı Hak, Ganî’dir, âlemlerden müstağnîdir.

Îmandan mahrum kişileri, cennete girmeleri gerektiğini söyleyecek kadar aşırı şekilde methetmek ne kadar lüzumsuz ve boştur. Cenâb-ı Hak, râzı olmadığı bütün gayretler hakkında şöyle buyurur:

عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ

“Çalışmıştır boşuna!” (el-Ğâşiye, 3)

Diğer taraftan;

  • Cebir ilmi, sıfır ve rakamlar; müslümanlar tarafından bulunmuş ve Avrupa’ya müslümanlar vasıtasıyla ulaşmıştır.
  • Ekvatorun uzunluğunu, Abbâsi Halîfesi Me’mûn (786-833) zamanında; Ahmed bin Musa ve kardeşleri birlikte, Sincan’da ve Kûfe’de yaptıkları ölçümler ve hesaplar sonunda, % 2,5’luk bir yanılma ile 39 bin kilometre olarak hesaplamışlardır.
  • Matematikte Hârizmî, kimyada Câbir bin Hayyân, mekanikte Ebu’l-İzz İsmail el-Cezerî, astronomide Fergânî ve Battânî, tıpta İbn-i Sînâ gibi nice müslüman dehâlar, ilim tarihinin çok mühim buluşlarına imza atmışlardır.

Meselâ coğrafyanın ilim hâline gelmesini sağlayanlar da müslümanlardır. Dünyanın pek çok ülkesini köşe-bucak dolaşan Evliyâ Çelebi (1611-1682), 29 sene hiç durmadan bir kıtadan diğerine yolculuk eden İbn-i Battuta (1304-1369)’nın seyahatnâmeleri, birer tarih ve coğrafya hazinesidir.

Kristof Kolomb (1446-1506), Amerika’nın varlığını müslümanlardan, özellikle İbn-i Rüşd’ün kitaplarından öğrendiğini kaydeder.

Bîrûnî (973-1048) asırlar önce Amerika’nın varlığından söz etmiş, Pîrî Reis (1465-1554) Kitâb-ı Bahriye isimli eserinde, Avrupa’nın haritasını çizmiştir. Ayrıca Pîrî Reis’in dünya haritası, bugün dahî tarih ilminin çözemediği hâdiselerden biridir. Bu haritada «Grönland Adası», aslına uygun olarak üç parça hâlinde gösterilmektedir. Hâlbuki bu, ancak insanoğlunun aya ayak basması ile tespit edilebilmiş bir hakikattir.

İdrisî (1100-1166), günümüzden 800 küsur sene önce, zamanımızın dünya haritalarına benzer haritalar çizebilmiştir.

Unutmamalı ki;

Kristof Colomb, Macellan, Amerigo Vespucci gibi batılı kâşiflerin çoğu eşkıyâ kimselerdir. Hakikaten bunlar Afrika’nın ve Amerika’nın mazlum insanlarını yıllarca sömüren, köle yapan, öldüren, harâmî ve hırsız eşkıyâlardır.

Asıl kâşifler ise; İbn-i Battuta, Evliyâ Çelebi ve emsalleri İslâm şahsiyetleridir. Bunlar gittikleri her coğrafyadan dünyayı en güzel şekilde haberdar etmişlerdir.

Bir başka ilim dalında; tarih felsefesinin en seçkin sîmâlarından olan İbn-i Haldun (1332- 1406), sosyoloji ilminin kurucusu olarak anılmakta, Mukaddime’siyle bugün bile ilim dünyasına ışık tutmaktadır.

Mimarî denilince de dünyada ilk akla gelen, muhteşem eserleriyle hâlâ gönüllerde yaşayan Mimar Sinan (1489-1588)’dır.

Astronomi’de Uluğ Bey ve Ali Kuşçu’nun kurdukları rasathaneler ve çıkardıkları gökyüzü haritaları ilim tarihinde öncü gayretlerdir.

Maalesef günümüzde batıya karşı aşağılık kompleksiyle kaleme alınan ilme dair eserlerde bunlardan hiçbir şekilde bahsedilmez de dâimâ ehl-i küfrün îcatları öne çıkarılmaya çalışılır.

Bu inkâr, batının nankörlüğünün tezâhürüdür.

Kendi değerlerinden habersiz şark için ise; bu gaflet, aşağılık kompleksinin neticesidir.

Hâlbuki batı, ulaştığı terakkîyi müslümanların meydana getirdiği ilmî zenginliğe borçludur. Gerek haçlı seferlerinde gerek Endülüs üniversitelerinde batılılar, ilmî gelişmelerle tanışmış ve ancak ondan sonra kendilerini geliştirebilmişlerdir.

Geçtiğimiz aylarda vefat eden Fuad SEZGİN, ömrünü bu hakikatin ispat ve beyanına vakfetmiş bir âlim idi. O yaptığı çalışmalarla göstermektedir ki;

Günümüzde Avrupa merkezci anlayışla, matematiğin ilk kez tabiat ilimlerinde kullanılması, Roger Bacon (1219-1292)’a, optik ilminin ve fotoğraf makinesinin temeli olan «Karanlık oda»nın îcadı da Levi ben Gerson (1288-1344)’a mâl edilmektedir. Hâlbuki her ikisinde de öncelik İbn-i Heysem (v. 1041)’e aittir.

Trigonometri’nin müstakil ilim olarak inşâsı, Regiomontanus (v. 1476)’a ithaf edilmektedir. Hâlbuki Nasîruddin Tûsî (v. 1274)’ye aittir.

Güneş merkezli âlem tasavvuru, ilk olarak Kopernik ve Kepler’e isnâd edilmektedir. Hâlbuki bu ilim adamları, Endülüslü ez-Zerkālî (11. asır) gibi âlimlerin tesiri altındadırlar. Her sahada daha yüzlerce misal verilebilir. (Fuad SEZGİN, İslâm’da Bilim ve Teknik, 2008, Kültür A.Ş., c. I, s. 163-166)

Tâ 16’ncı asırda dahî; batının, ilmî hakikatler karşısındaki taassubu şu seviyedeydi:

Müslüman âlimlerden tercüme edilen eserler sayesinde, Avrupa’da astronomiyle alâkalı hakikatler yayılmaya başlamıştı. Galile de, Kilise’nin iddia ettiğinin aksine, dünyanın döndüğünü söyledi. Bu sebeple engizisyon mahkemesine verildi. Ömür boyu hapse mahkûm edildi. Galile, cezadan kurtulmak için ifadesini değiştirdi. Kapıdan çıkarken yine şöyle demekten kendini alamadı:

“Ben dönmüyor desem de dünya dönüyor!”

Dolayısıyla, ilmî ve fennî terakkî husûsunda da müslümanların kompleks duymalarını gerektirecek bir sebep yoktur.

Bir misal olarak, Avrupa’nın önemli mütefekkirleri olan Thomas Aquinas, Pascal, Descartes ve David Hume, düşünce sistemlerini oluştururken, İmam Gazâlî’nin eserlerinden istifade etmişlerdir.

Bir başka şeytânî telkin de tavizciliktir.

Son senelerde maalesef gördük ki;

Şeytanın sağdan yaklaşmasının bir tezâhürü olarak; güya İslâmî bir gayeyle yola çıkan kimilerinin, İslâmî esasları çiğneyip, türlü cinayetlere, dîne ve vatana ihânete kadar vahim noktalara gelmiş olmalarıdır. Onları bu hâle getiren, hedeflerine giden her yolu mubah görmeleridir.

Hâlbuki şer‘î bir gayeye, gayr-i şer‘î yollar ve usûllerle gidilemez. Neticede; tutulan gayr-i meşrû yol, gayeyi de gayr-i meşrû hâle dönüştürür.

Bu da, tutulan bâtıl yolun putperesti olmak olur. Hadîs-i şerifte beyan buyurulduğu üzere; Kur’ân ve Sünnet, kıyâmete kadar her mü’min için ve her İslâmî çalışma için yegâne kıstastır.

Şeytanın gösterdiği gayr-i meşrû yollara misal verelim:

Günümüzde şeytan; güya tebliğ, emr-i bi’l-mâruf, İslâmî faaliyet, akademik çalışma bahaneleriyle, karşı cinsle karışık oturma ve neticesinde (halvet) baş başa kalma fırsatları oluşturmaktadır.

Neticesi; gönül meyilleri ve nefsânî yakınlaşmalar, feyiz ve rûhâniyetin yok olması, çeşitli seviyelerde zinâ, boşanmalar, yıkılan aileler ve perişan olan çocuklardır.

Hâlbuki dînimizin bu hususta prensipleri açıktır. Peygamberimiz’de, sahâbede, ecdâdımızda asla böyle karman çorman faaliyetler görmüyoruz. Erkekler kendi dünyalarında, hanımlar kendi dünyalarında hizmet ederler. Zarûrî olan görüşmeler ise, asgarî seviyede tutulur ve ciddî bir üslûpla ve birtakım tedbirlerle gerçekleştirilir.

Şeytanı bu hüsran ve dalâlete sürükleyen husûsun «cidal» olmasında, bizler için bir ders de şudur:

KARDEŞLE CİDAL YOK

Allah Teâlâ, mü’minler arasında da cidal istemiyor. Hacda da «cidal: Çekişme» bilhassa yasaklanıyor ve bu kardeşliğin ömre yayılması arzu ediliyor.

Çünkü şeytan; mü’minler arasında cidâli ve çekişmeyi yayarak, fitne ve fesâda sebebiyet vermek ister. Âyet-i kerimede; şeytanın mü’minlerin arasını bozmaya çalışacağı bildirilerek, bilhassa bu sahada yalan, çirkin ve yaralayıcı sözlerin tesirine dikkat çekilmektedir:

وَقُلْ لِعِبَاد۪ي يَقُولُوا الَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُۜ اِنَّ الشَّيْطَانَ يَنْزَغُ بَيْنَهُمْۜ اِنَّ الشَّيْطَانَ كَانَ لِلْاِنْسَانِ عَدُوًّا مُب۪ينًا

“Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.” (el-İsrâ, 53)

Cenâb-ı Hak; îkaz ediyor.

Çünkü;

Şeytan, îman kardeşleri arasına, gıybet/dedikodu, nemîme/söz taşıma gibi günahlarla fitne sokar.

Temsîlî olarak anlatılır ki:

Sâlih bir zât, bir gün şeytanı iki elinde iki şişe ile görmüş. Bu şişelerde ne olduğunu sormuş. Şeytan da demiş ki:

“Bunların birinde bal, diğerinde de kül vardır.

Balı gıybet yapanların ağızlarına sürüyorum ki, daha çok gıybet etsinler.

Külü de yetim ve fakir olanların yüzlerine sürüyorum ki, çirkin gözüksünler de merhamet sahipleri onlara yardım etmesin!”

Bu kıssanın hissesi şudur:

Şeytanın vesveselerine kapılmış bir gafile; en ağır ve çirkin günahlar dahî, bir mûsıkî gibi hoş gelmeye başlar.

Gıybet; bir kişinin, kardeşini gıyâbında bir ayıbıyla istihkâr ederek, kendi benliğini öne çıkarması demektir.

Sâdî-i Şîrâzî babasının bu hakikati kendisine nasıl öğrettiğini şöyle anlatır:

“Çok iyi hatırlıyorum. Çocukluğumda da ibâdetlere çok düşkündüm. Geceleri kalkar, ibâdetle meşgul olurdum. Bir gece babamın yanında oturuyordum. Bütün gece gözümü yummamış, Kur’ân-ı Kerîm’i elimden bırakmamıştım. Bazı kimseler ise etrafımızda uyuyorlardı. Babama;

«–Şunların bir tanesi bile başını kaldırıp iki rekât teheccüd namazı kılmıyor; sanki ölü gibi uyuyorlar.» dedim.

Bu sözüm üzerine babam kaşlarını çattı ve;

«–Oğlum! Başkalarının dedikodusunu edeceğine, keşke sen de onlar gibi uyusaydın!» karşılığını verdi.”

Yani babası, Sâdî’ye âdetâ şu dersi veriyordu:

“–Senin hor gördüklerin, seher vaktinin feyiz ve rahmetinden mahrum kalsalar da onlara Kirâmen Kâtibîn melekleri menfî bir şey yazmıyor. Senin amel defterine ise, din kardeşlerini küçük görme ve gıybet günahı yazıldı…”

Şakîk-i Belhî Hazretleri’nin verdiği şu dersi tatbik etmek gereklidir:

“İnsanların birbirine düşman olup birbirlerini öldürdüklerini gördüm. Allah Teâlâ’nın;

اِنَّ الشَّيْطَانَ لَكُمْ عَدُوٌّ فَاتَّخِذُوهُ عَدُوًّاۜ

«Elbette şeytan sizin düşmanınızdır. Onu düşman tanıyın!» (Fâtır, 5) âyet-i celîlesini düşündüm ve asıl düşmanın şeytan olduğunu anlayınca, yalnız onu düşman tanıdım ve hiçbir müslüman kimseye adâvette bulunmadım.”

Cenâb-ı Hak ne güzel buyurur:

فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَصْلِحُوا ذَاتَ بَيْنِكُمْۖ وَاَط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُٓ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ

“…Siz (gerçek) mü’minler iseniz Allah’tan korkun, (mü’min kardeşleriniz ile) aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlü’ne itaat edin.” (el-Enfâl, 1)

GİZLİCE DAMARLARDA

Şeytan insanın iç âlemine vesveseler verir. İnsan, içinde ortaya çıkan bu vesveselerin şeytandan geldiğini idrâk edemeyebilir. Çünkü, insan şeytanı göremez.

Âyet-i kerîmede buyurulduğu üzere;

“Ey Âdem oğulları! Şeytan; ana-babanızı, çirkin yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın!..

Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler.

Şüphesiz biz şeytanları, inanmayanların dostları kıldık.” (el-A‘râf, 27)

Hadîs-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:

Şeytan insanın vücudunda kan gibi dolaşır.” (Buhârî, İ‘tikâf, 11; Müslim, Selâm, 23-25)

Kendisine bu şekilde musallat olan şeytanı, insan bertaraf etmezse, onun damarlarına iyice yerleşir. Fikir ve hissiyâtına tamamen çöker.

Bugün böyle bir keşif henüz yapılmamıştır, lâkin belki de psikiyatrik rahatsızlıkların birçoğu; mânevî kirlerden, şeytanî mekân, söz ve telkinlerden sakınmamak neticesinde, insandaki sinir sisteminin çökmesiyle gerçekleşmektedir.

Bu sebeple;

İnsan; içinden geçen menfî duygulara, vesveselere ve kuruntulara hâkim olmayı bilmelidir.

Cenâb-ı Hak, kalplerimizi îman ve yakîn ile doldursun. Şüphe ve vesvese kirlerinden temizlesin. Huzura ve itmi’nâna erenlerden eylesin!..

Âmîn!..