İmtihan Âleminde Yaşıyoruz

Genç Dergisi, Yıl: 2023 Ay: Mart Sayı: 198

Muhterem Efendim, geçen ay ülkemizde yaşanan ve “asrın felâketi” olarak adlandırılan şiddetli depremlerle yüreklerimiz yandı, pek çok kardeşimiz vefât etti. Bir mü’min, bu hâdiseleri nasıl okumalı? Bu hususta neler söylemek istersiniz?

Evvelâ aziz milletimizin başı sağ olsun. Rabbim, hem tekrarından hem de beterinden muhafaza buyursun.

Meçhul ufuklardan kopup gelen bir âfet yaşadık. Yüreklerimiz yandı, gönüllerimiz mahzun oldu. Fakat bu necip milletin her bir ferdinin, bu büyük imtihanda din kardeşliğini nasıl samimî bir şekilde yaşayıp yaşattığına, sabır, rızâ ve metânetle îmanlarını koruduklarına şâhit olduk. Vefât eden kardeşlerimize Rabbimiz’in hükmen şehidlik makâmını lûtfetmesini niyâz ediyor, yaralı kardeşlerimize de âcil şifalar diliyoruz.

Şu bir hakîkat ki, bu fânî cihan bir imtihan yurdu…

Mevlânâ Hazretleri şöyle buyuruyor:

“İçinde bulunduğumuz cihan, hudutlu ve fânîdir. Aslolan, ebedî ve sonsuz âhiret yurdudur. Aklını başına topla da bu cihânın soluk nakışlarını, bozulacak olan şekillerini ve eriyecek olan sûretlerini ebedî âleme karşı kalbinde bir perde hâline getirme!”

“Her ne kadar bu Dünya, senin nazarında çok büyük ve nihayetsiz ise de, bilesin ki, ilâhî kudret karşısında o, bir zerre bile değildir. Gözünü aç da bir bak; bir zelzele, bir kasırga, bir sel felâketi, Dünyaʼyı ve içindekileri ne hâle getiriyor!”

İşte ülkemiz, “kıyâmete küçük bir misal olacak” derecede dehşetli depremler yaşadı! Nice mâmûreler yerle bir oldu! Pek çok insanımız, sevdiklerini, yakınlarını kaybetti. Hadîs-i şerîflerde kıyâmet alâmeti olarak zikredilen ânî ve toplu ölümler gerçekleşti!..

Bütün bunlarda bizler için sayısız ders ve ibretler var. Yaşanan bu âfetlerin elbette fizikî âlemde birtakım sebepleri, neticeleri, alınması gereken maddî tedbirleri var. Fakat bu büyük felâketi sırf zâhirî sebeplerle açıklamak da mümkün değil. Mânevî bir perspektiften de tahlil etmek ve gereken ibret ve dersleri almak gerekiyor.

Hicretin 5. yılında Medîne’de bir deprem olmuştu. Bu hâdise üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ashâbına, takvâya yönelmek sûretiyle Cenâb-ı Hakk’ı râzı etmeleri gerektiğini söylemiştir. (Bkz. İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, II, 221; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, el-Ukûbât, 29, no: 18)

Kurʼân-ı Kerîm nasıl ki Cenâb-ı Hakkʼın kavlî âyetleri ise, kâinat ve hâdisât da Cenâb-ı Hakkʼın kudret ve azamet tecellîlerinin, gönül gözüyle okunması gereken kevnî âyetleridir.

Hiç şüphesiz ki bu âlem, bir sebepler âlemi. Sebeplerin müsebbibi olan Allah -celle celâlühû-, her şeyin husûle gelmesini bazı sebeplere bağlamış. Fakat îman ve irfan sahipleri, sadece sebeplere değil, asıl müsebbip ve müessire dikkat kesilirler. Bu mânevî ufka nâil olamayanlar ise, sırf maddî sebepler içinde dolaşıp dururlar. Sadece fizikî sebeplere, yani fay hatlarına takılı kalırlar.

Rabbimiz âyette bir yaprağın bile ilâhî bir takdirle düştüğünü beyan buyuruyor. (Bkz. el-En’âm, 59) Yani bu kâinatta hiçbir şey gelişigüzel olmuyor. Şayet olsaydı, kâinâtın dengesi bozulurdu.

Nitekim Rahman Sûresi’nde Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“Göğü Allah yükseltti ve mîzanı (dengeyi) O koydu. Sakın dengeyi bozmayın.” (er-Rahmân, 7-8)

Bir diğer âyette de Rabbimiz, kullarını zaman zaman muhtelif şekillerde imtihan edeceğini bildiriyor:

“Andolsun ki, sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile imtihan ederiz. (Ey Rasûlüm!) Sabredenleri müjdele!” (el-Bakara, 155) buyuruyor.

Mâsumiyetlerine rağmen, peygamberlerin dahî çok büyük eziyetlere mâruz kalarak, âdeta çile çemberinden geçirilmeleri de, bu hikmete mebnîdir.

Bunun içindir ki mü’min, dâimâ havf ve recâ, yani korku ve ümit dengesi içinde, takvâ üzere hayatını idâme ettirecek. Buranın bir imtihan yurdu olduğunu, Rabbimiz’in de bizleri kimi zaman hayırla, kimi zaman şerle, bazen bollukla, bazen yoklukla sınayıp îman, tevekkül, teslîmiyet, hamd, şükür ve rızâ hâlimizi test ettiğini unutmayacak.

Meselâ bir insan düşünün. Arkasını göremediği bir duvarın önünde duruyor olsun. Duvarın arkasında bir hayat emâresi var mı yok mu, onu da bilmiyor. Fakat bu hususta pervasızca yorum yapıyor. Bu hâl abesle iştigal değil midir?

Maalesef, bu depremde hayatını kaybedenler hususunda; -hâşâ- “Allah merhamet sahibi olsaydı bu kadar insanı öldürmezdi!” diye câhilce veya art niyetle konuşan insanlar çıkabiliyor. Onlara sormak lâzım: “Sen ölüm ötesine şâhit mi oldun!” Dışarıdan zâhiren bakanlar için felâket gibi görünen pek çok husus, belki de o felâkete mâruz kalanların ebedî hayatları adına büyük bir lûtuf tecellîsi olmuştur. Bunu biz bilemiyoruz. Zira gaybı ancak Allah bilir. Ama bizler, Efendimiz’in tebliğatından öğreniyoruz ki, mü’minlerin başına gelen musîbet ve sıkıntılar, onların kulluktaki noksanlıklarına, günah ve hatâlarına kefâret veya mânevî derecelerinin yükselmesine vesîle olacaktır.

Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu hakîkati şöyle beyan buyuruyorlar:

“Yorgunluk, sürekli hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve gamdan, ayağına batan dikene varıncaya kadar müslümanın başına gelen her şeyi, Allah, o müslümanın hatâlarını bağışlamaya vesîle kılar.” (Buhârî, Merdâ, 1, 3; Müslim, Birr, 49)

Mü’min olarak vefât eden kardeşlerimiz, ümîd ediyoruz ki şehîden Rabʼlerine kavuştular. Şehidlik de, kıyâmet günü peygamberlerden sonra gelen en yüksek derece…

Kul olarak, gelmesi muhtemel âfetler hususunda elbette îcâb eden tedbirleri alıp Allâh’a tevekkül etmekle mükellefiz. Fakat şunu da unutmayacağız ki; tedbir, takdîre rağmen bir netice veremez.

Bunun yakın zamanımızdaki misâli; Japonya’daki Kobe depremidir. Orada her türlü tedbir alınmıştı. Evler ahşap olarak inşâ edilmişti. Ama ne yazık ki, deprem felâketiyle birlikte gaz boruları infilâk etti, büyük bir yangın çıktı ve altı bin insanın yanarak ölmesi engellenemedi. Hâsılı Kobe’deki yirmi saniye, insanların yıllardır biriktirdikleri her şeyi yok etmeye kâfî geldi.

Dolayısıyla böyle hâdiselerin vukû bulduğu zamanlarda diğer vakitlerde olduğundan daha ziyâde Cenâb-ı Hakk’a sığınmak ve istiğfârı dilden düşürmemek îcâb eder. Zira Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede:

وَمَا كَانَ اللّٰهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ

“…Onlar istiğfar ettikleri takdirde Allah kendilerine azâb edecek değildir.” (el-Enfâl, 33) buyuruyor.

İstiğfarla birlikte, belâların def’i, hayırların celbi için, hâcet namazı kılıp Rahmân olan Allah Teâlâ’nın merhamet ve şefkatine ilticâ etmeliyiz.

Allah -celle celâlühû- buyuruyor:

“Ey îmân edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin!..” (el-Bakara, 153)

Ayrıca:

“Bir kimse bir musîbetzedeyi tâziye ederse (yani maddî ve mânevî bakımdan gönlünü hoş ederse), onun ecrinin bir misli ona da verilir.” (Tirmizî, Cenâiz, 71/1073) hadîs-i şerîfini yaşamaya gayret edelim.

Şu an o kardeşlerimizin gönülleri mahzun, kalpleri kırık. Allâhʼa yakınlığın yolu da, kırık gönülleri ihyâ ve âbâd etmekten geçiyor.

Nitekim Mûsâ -aleyhisselâm-;

“–Yâ Rabbi! Senʼi nerede arayayım!” diye niyâz ettiğinde Cenâb-ı Hak ona şöyle buyurdu:

“–Benʼi, kalbi kırıkların yanında ara!” (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)

Dâimâ düşüneceğiz ki, o musîbetzedelerin yerinde bizler olabilirdik; onlar da bizim yerimizde olabilirdi. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz ahvâlin şükrü sadedinde, onlara karşı bir infak seferberliğine girmemiz de zarurî.

Âfet bölgelerindeki o mahrum, mağmum, yaralı ve yorgun insanlara “şefkat alâ halkıllâh” şuuruyla ellerimizi ve gönüllerimizi uzatalım. İmkânlarımız ölçüsünde onların acı ve ıztıraplarına merhem olmaya çalışalım. Yüreklerimizdeki merhameti artıralım. Îman kardeşliğini daha yüksek bir seviyede yaşamaya çalışalım ki, Rabbimiz de bizlere merhametiyle muâmele eylesin, dara düştüğümüzde imdâd eylesin, nusret ve inâyetini üzerimizden eksik etmesin.

Diğer taraftan Hazret-i Mevlânâ’nın:

“Böyle durumda sen Allâh’a yalvarmaya bak! Ağlayıp inle, tesbîhe sarıl, amel-i sâlihleri artır!” buyurduğu gibi, tevbe-istiğfarla birlikte hayır-hasenâtı ve sâlih amelleri artırmalıyız.

Bizler, on binlerce insanın vefatıyla neticelenen elîm bir âfetten sonra sanki tekrar dünyaya döndürülmüş ve kendilerine tevbe edip amel-i sâlihler işleyebilmek için son bir mühlet daha verilmiş kimseler durumundayız bugün. Artık âdeta yeniden bağışlanmış bir hayatı yaşıyoruz. Öyle ki, bu durumda Mahşer günü; “Ey Rabbimiz! Bizleri tekrar dünyaya gönder de amel-i sâlih işleyelim!” demeye de mâzeretimiz kalmamıştır.

O hâlde, yaşanan acı ve îkaz dolu hâdiseler, bizler için ciddî bir intibâha vesîle olmalı. Bu hâdiselerden ders alarak derin bir tefekkür-i mevt iklîmine girmeli, “Ölmeden evvel ölünüz!” sırrı ile hayatımızı rızâ-yı ilâhî istikâmetinde yeniden tanzim etmeliyiz. Bilhassa Hakk’a tevekkül ve rızânın sekînet ve muvâzene ufkunda gönlümüzü; sabır, teslîmiyet, istikâmet ve duâlar ile yoğurmalıyız.

Esas ve ebedî hayat olan âhirette huzur ve saâdete nâiliyet bakımından, bu fânî âlemde rükû ve secdelerimiz, duâ ve niyazlarımız, kulluk gözyaşlarıyla yoğrularak Hakk’ın rahmet deryasına dâhil olmalı.

Hazret-i Mevlânâ ne güzel söyler:

“Ağlayıp inlemek, sağlam ve sarsılmayan büyük bir sermayedir. Allâhʼın rahmeti ise çok kuvvetli bir dayanaktır.

Ey gülüp duran gâfil! Gülmenin zevkini tattın, bir de ağlamanın zevkini tat. Tecrübe et ki, o şeker madenidir.

Allah için ağlayan göz, ne mübârek bir gözdür. Allah için ağlayan bir kalp, ne mübârek bir kalptir.

Ağlayıp inleyene muhakkak merhamet edilir. Rabbin lûtuf ve merhamet deryası, ağlayanlar için taşar.”

Rabbimiz, ümmet-i Muhammed’i her türlü âfet, musîbet ve felâketten muhafaza eylesin. Gönüllerimize huzur, sükûn ve sekînet bahşeylesin. Belâ ve musibetler bakımından karanlık geceler gibi geçen şu günleri; nurlu, bereketli ve müjdeli sabahlara tebdîl eylesin.

Âmîn!..