Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri
Yıl: 2015 Ay: Ekim Sayı: 128
TEVHİD’DEKİ VAHDET
İslâm tevhid dînidir. Tevhid, Allah’tan başka mâbud tanımamaktır. Kullara, mallara ve mevkîlere kulluğu reddetmektir. Zira tevhid akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur.
Tevhid şuuru, mü’minlerin içtimâî hayatına da akseder. Mü’minler yekvücut bir cemaat hâlinde, bir imamın ardında namaza dururlar. Bütün mü’minler tek bir Rab, tek bir Kitab, tek bir Nebî’nin sancağı altında birlik ve beraberlik şuuru içinde yaşarlar.
Vedâ Hutbesi’nde Fahr-i Kâinât Efendimiz’in şu beyanı, en hakikî eşitlik ve kardeşliğin îlânıdır:
“Ey insanlar!.. Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O’na karşı en çok takvâ sahibi olanınızdır. Arab’ın Arap olmayana -takvâ ölçüsünden başka- bir üstünlüğü yoktur.” (Müslim, Hac, 147)
Mü’minler bu uhuvvet ve vahdet sayesinde birbirlerinin dertleriyle dertlenirler; tek bir vücuttaki âzâlar gibi birinin sancısı her birini dilhûn eder, uykusuz bırakır. Kardeşlik dilde kalmaz; cömertlik, infak ve îsâr ile fiiliyata dönüşür.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, müslümanları böyle bir vahdet ve ittihâd içinde birleştirdikten sonra dâr-ı bekāya irtihâl etti.
İslâm tarihi boyunca, bu birlik-beraberlik kimi zaman kuvvetli oldu, bu da huzur ve ihtişam getirdi. Kimi zaman da tefrika İslâm dünyasını kasıp kavurdu, bunun neticesi de hezimet ve hüsran oldu.
Hazret-i Mevlânâ; İslâm dünyasının bilhassa Anadolu’nun siyasî ihtilâflarla, düşman işgalleriyle çalkalandığı, Selçuklu Devleti’nin son nefeslerini verdiği bir devirde yaşadı. Şu misal, farklı birçok hikmet yanında siyasî karmaşaların tabiatını da ifade etmektedir:
ANLAMSIZ ÇEKİŞMELER
Bir adam dört kişiye bir miktar para verdi;
“–Bu para ile işinize yarayanı alın!” dedi.
Dört kişiden biri Farsça biliyordu;
“–Bu parayla engür alalım.” dedi.
Öbür arkadaşı Arap idi;
“–Aksilik etme!” dedi. “Ben engür istemem, ‘ıneb isterim.”
Biri de Türk idi;
“–Ben ‘ıneb istemem, üzüm isterim.” dedi.
Rum olan diğeri;
“–Bırakın bu lafları!” dedi. “Bu para ile istafil alalım.”
Derken dört kişi birbirleri ile çekişmeye, dövüşmeye başladılar. Çünkü muhataplarının sözlerinin anlamından haberleri yoktu.
Çünkü engür, ‘ıneb ve istafil, hepsi üzüm demekti.
Onlar ahmaklıklarından, birbirlerine yumruk atıyorlardı. Çünkü faydalı ilimden hâlî ve cehâletle dolu idiler.
Eğer orada çeşitli dil bilir, sır sahibi üstün bir er bulunsa idi onları barıştırırdı. Onlara derdi ki:
“Ben bu para ile hepinizin istediğini alırım. Hiçbir art düşünceye kapılmadan, hile yoluna sapmadan gönlünüzü bana verirseniz, bu paranız istediğiniz şeylerin hepsini yapar. Bu paranızla dördünüz de murâdınıza erersiniz.”
Yazık ki; Türk, Rum ve Arap’ın kavgasından engür ve ‘ıneb şüphesi çözülemedi. Mânâ dillerini bilen bir Süleyman gelmedikçe, bu tefrika ortadan kalkmaz. (Mesnevî)
ÎMAN HARCI
Birbirinden farklı sayısız unsuru bir arada tutan mânevî kudret, îman harcıdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim; Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği, râzı olduğu müslümanları, kenetlenmiş, yekvücut olmuş bir binaya, bünyân-ı marsûsa benzetir:
“Muhakkak ki Allah, kendi yolunda sanki kurşunla birbirine perçinlenmiş duvarlar gibi saf bağlayıp omuz omuza savaşanları sever.” (es-Saff, 4)
Hazret-i Mevlânâ; peygamberlerin, Hak dostlarının, irfan sahibi kişilerin, birleştirici, kaynaştırıcı husûsiyetini; Hazret-i Süleyman’ın misâliyle şöyle îzah etti:
Süleyman -aleyhisselâm-’a Allah tarafından peygamberlik verilince bütün kuşların dilini bildi.
Onun adâleti zamanında; ceylân kaplanla dost oldu, savaşı bıraktı. Güvercin, doğanın pençesinden emîn oldu. Koyun, kurttan çekinmemeye başladı.
Süleyman Peygamber; düşmanlar arasında arabulucu oldu, onları barıştırdı. Bütün kuşlar arasında birlik görüldü.
Ey azgın gafil! Sen bir karınca gibi ne diye tane peşinde koşup durmadasın? Aklını başına al da Süleyman’ı (Peygamber’i, Hak dostunu) ara, onu bul!
Madde peşinde koşana, yem arayana yem tuzak olur. Fakat Süleyman arayan, hem Süleyman’ı hem de yemi elde eder. Yani hakikati bulur.
Şu âhirzamanda insanlar, bir an için olsun birbirlerinden emin değildir. Halk nefsânî menfaatler yüzünden birbirine düşmüşlerdir.
Bizim devrimizde de bir Süleyman var; bizi barışa o kavuşturur, cevrimizi, cefâmızı ancak o yok eder.
Hiçbir ümmet yoktur ki; kendilerine Allâh’ın rahmetini müjdeleyen, azâbından korkutan bir peygamber gönderilmesin. (Mesnevî)
Hazret-i Mevlânâ, sözü Medine’de birbirine düşman Evs ve Hazrec’i «ensâr» vasfında birleştiren Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e getirir:
TEK BİR CAN GİBİ
Vaktin Süleyman’ı, can kuşlarının gönüllerini birleştirir ve onların gönüllerinde hiçbir toz ve pas bırakmaz. Hepsini sâfî ve berrak bir hâle getirir. Onların gönüllerini ana gönlü gibi şefkatle doldurur. Peygamber Efendimiz;
“Müslümanlar tek bir can gibidir.” buyurmuştur.
Mü’minler tek bir can oldular ama Allâh’ın Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sayesinde oldular. Yoksa her biri, diğerine mutlak düşmandı.
Medine’de «Evs» ve «Hazrec» adlarında iki kabîle vardı. Bunlar, birbirlerinin kanını içecek can düşmanları idiler. Hazret-i Mustafâ’nın feyzi ve Müslümanlığın nûru ile onların eski kinleri yok oldu gitti.
O düşmanlar, önce bağdaki üzümler gibi, yani üzüm salkımındaki taneler gibi birbirlerine bağlı idiler; birbirlerinin kardeşi idiler.
“Mü’minler kardeştir.” (el-Hucurât, 10) kelâmının tesiri altında kaldılar da, sıkılmış üzüm taneleri gibi eriyip bir oldular. (Mesnevî)
Hakikaten;
Câhiliyye devrinde; zulüm, azgınlık, cehâlet ve korkunç kan dâvâları ile âdetâ kan gölüne dönen bedevî çölleri, İslâm’ın nûru ile üstün bir medeniyet bahçesi oluverdi. Âyet-i kerîmede bu husus şöyle beyan buyurulur:
“Hep birlikte Allâh’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allâh’ın size olan nimetini hatırlayın:
Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz…” (Âl-i İmrân, 103)
Bugün bize mukaddes bir mîras olarak intikal eden İslâm kardeşliği, o saâdet asrının bir bereketidir. İslâm kardeşliği sayesindedir ki mü’minler; ırk, kavmiyet, meşrep ve mezhep gibi farklılıklara rağmen asırlarca birlik ve beraberliğin huzuruyla yaşamışlardır. Bu huzuru kaybetmek, ferdî ve içtimâî kayıpların en hazinidir. Birlik ve beraberliği baltalayan nefsânî ihtirasların, benlik dâvâlarının, siyaset ve riyâset kavgalarının, hiddet ve nefretin yegâne çaresi, «İslâm kardeşliği»dir.
Hazret-i Mevlânâ; o devirde Anadolu’da bozulan, tam teessüs etmemiş olan kardeşliği sağlamanın önündeki engeli, yine inançsızlar olarak gösterir. Toplulukların arasındaki asıl meselenin, îman-küfür mücadelesi olduğuna misâli, yine üzüm üzerinden şöyle verir:
ÎMAN-KÜFÜR MÜCADELESİ
«Kâfir koruk» ile «mü’min üzüm» birbirine zıttır.
Çünkü biri ham ve ekşi, biri olgun ve tatlıdır.
Fakat koruk olgunlaşıp da üzüm hâlini alırsa, aradaki zıtlık kalkar, o da üzümün iyi bir dostu olur.
Taş kesilen, ham kalan koruğu, Cenâb-ı Hak; ezelde kendisine îman tatlılığı verilmeyen kâfire benzetmiştir.
O ne kardeş olur, ne de bir tek can olur. O, kötülükte iğrenç bir dinsiz olur, kalır. O iğrenç dinsizin gönlünde gizlediği şeyleri, kaderin sırrını söyleyecek olursam, dünyada akıllar şaşar, anlayışlarda fitneler kopar, insanlar sapıklığa düşer. (Mesnevî)
Maalesef İslâm dünyasında kardeş kanının durmamasının bir sebebi de, îmanların zâfiyete uğramasıdır. Batılılaşma belâsıyla, taklit hastalığıyla, düşmanları dost zannetme dalâletiyle İslâm âleminde, köklerine yabancı yahut mâzîsinden habersiz, içi boşaltılmış nesiller yetiştirilmiştir. Bu zavallı nesiller için; batıda üretilmiş birtakım ideolojiler, îman şuurunun yerini almıştır. Bâtıl yollardaki hempâlıklar, İslâm kardeşliğinin yerini işgal etmiştir.
Mü’min ile kâfir arasındaki ayrılık, çok muazzam bir zıtlıktır. Kur’ân-ı Kerîm’e göre;
Mü’min diridir, kâfir ölü.
Mü’min nurdur, kâfir karanlık.
Kâfir kâfirliği bırakmadıkça ikisinin yan yana gelmelerine, ittifak etmelerine imkân yoktur. Hazret-i Mevlânâ da sahih inancını kaybetmiş olanlarla dostluğun yeşertilemeyeceğini şöyle ifade eder:
“Îmanlı kişi; feyizli, ekime müsait, tertemiz bir tarlaya benzer. Îmansız kişi ise; çorak, hiçbir şey bitirmeyen kötü bir arazidir. Îmanlı, melek gibi masumdur. Îmansız ise şeytan ve canavar misâlidir.”
Birçok mü’min bile; dünya şartlarında mü’minlerle inançsızların karışık vaziyetinden dolayı, aradaki farkı tam olarak tespit edemez. Hâlbuki, dünya şartlarındaki benzerliğe ve beraberliğe aldanmamak îcâb eder. Bunun misâli de, terazinin iki kefesidir:
“Terazide arpa altınla yoldaş olur; ama bu, arpanın da altın gibi değerli olmasından değildir.”
Eski terazilerde altını tartmak için, bir ölçü birimi olarak karşı kefeye arpa tanesi koyarlar. Bu geçici beraberlik, altın ile arpanın kıymetçe beraberliğini ifade etmez. Aralarında mukayese kabul etmez bir değer farkı vardır.
Cenâb-ı Hak, mü’minlerin îman kıymetini ve bu kuvvetin ancak birlik-beraberlik içinde zuhur bulduğunu unutmamalarını ifade ederek şöyle buyurur:
ÜSTÜN GELECEK MÜ’MİNLERDİR
وَلَا تَهِنُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَنْتُمُ الْاَعْلَوْنَ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنٖ۪ينَ
“Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer mü’min iseniz, üstün gelecek olan sizsiniz.” (Âl-i İmrân, 139)
Îman-küfür mücadelesi birbirini kendine dönüştürme çalışmasıdır. Birbirlerine galebe çalmaya çalışırlar.
Arpa, altına dönüşmez. Fakat ilk teşbihe dönersek; koruk, ham ve ekşi üzüm, olgun ve tatlı üzüme dönüşebilir.
Hazret-i Mevlânâ; birlik beraberliği sağlamakta meselenin, tebliğ ve irşâd ile îmanları yeşertmek, korukları olgunlaştırmak olduğunu hatırlatır:
Ümitsiz olmamak gerekir. Kâfir koruklara da Allah acır, onların içindeki istîdatlı iyi koruklar, sonunda gönül ehlinin nefes ve terbiyesi ile mü’minlere karışır, bir tek gönül sahibi olurlar. Hepsi de üzüm olmaya koşarlar. Aradaki ikilik, yani korukluk ve üzümlük farkları ile beraber, kin ve kavga da kalkar. Korukların hepsi de üzüm olunca, kabuklarını yırtarlar, birbirlerine karışır, şıra olurlar. Böylece «vahdet, birlik» hepsinin vasfı olur. (Mesnevî)
Bunun sağlanması için de tebliğ ve irşâda ihtiyaç vardır. Farklı dillerde de olsa, herkesin muhtaç olduğu huzur ve selâmette insanları birleştirecek Süleyman dilli gönüllerin irşâdına…
Nitekim Anadolu; Hazret-i Mevlânâ, Yûnus Emre, Hacı Bektâş-ı Velî, Şeyh Edebâlî, Ahmed Yesevî, Şâh-ı Nakşibend, Aziz Mahmud Hüdâyî, İdrîs-i Bitlîsî hazerâtı gibi Hak dostlarının, Habîbullah vârislerinin gayretleriyle vahdete erişti. Herkes îman potasında eridi. Aynı mâbûda inanan, tek bir peygamberin ümmeti, tek bir gayeye doğru koşan cihangir bir millet meydana geldi.
O îmanla karılmış kardeşlik toprağından Osmanlı gibi bir dev çınar doğdu, büyüdü, kıtalara uzandı. Aynı kardeşlik harmanına; Balkanları, Kafkasları, Şam ve Irak’ı, Kuzey Afrika’yı, tâ Hint Denizi’ndeki müslümanları da kattı.
O birlik ve beraberliğin haşmeti içinde Akdeniz’de bir korsan, bir hacı gemisine yan bakamazdı.
Bugünün paramparçalığı içerisinde zavallı müslüman yavruların cesetleri Akdeniz sahillerine vuruyor da, onlara sahip çıkan bulunamıyor. İslâm ülkeleri baştanbaşa düşman çizmeleri altında pây-i mâl oluyor da kimsenin buna; «Dur!» demeye gücü yetmiyor.
Çünkü İslâm’ın, îmânın, Rasûlullâh’ın etrafında bir ümmet olarak kenetlenmenin birleştirici vasfı kaybedilmiş. Düşmanı dost belleyenler, dostu düşman sananlar zuhur etmiş.
İçteki bu îman zaafına merhamet ilâcından başka çare yoktur. Hazret-i Mevlânâ buyurur:
DERMANSIZ DERT
“İnanç azlığından meydana gelen derde acımak gerekir; çünkü o derdin dermanı yoktur.”
Mü’minler bir vücut gibidir. O vücut tek bir kalbe bağlı olarak hayâtiyetini sürdürür. O kalp ile râbıtasını koparan, o birlikten ayrılan uzuv kangren olur. Fertler yabancılaşır, beldeler de zâyî olur. Endülüs gibi, Filistin gibi kaybedilen vatanların âkıbetini yaşar.
Mevlânâ Hazretleri buyurur:
“Yer; gökyüzüyle düşmanlığa kalkışırsa çoraklaşır, ölü hâle gelir.”
Kalpten kopan uzuv, kangren olduğu gibi; semâdan, mâneviyattan, îmandan kopan toprak da çoraklaşır.
Bu hazin âkıbetin meydana gelmemesi için, uhuvvetin, birlik ve beraberliğin, cem olmanın, ümmet olmanın gereğini yapmalı; yaralı uzuvlar, merhamet, uhuvvet ve muhabbet merhemiyle sarılmalıdır.
Kendi öz kıymetlerine bîgâne kalmış, hattâ düşman hâle gelmiş insanlarımızı, nesillerimizi İslâm’ın güler yüzüyle tekrar buluşturmak da bizim borcumuzdur. Peygamber Efendimiz; Evs ile Hazrec’i nasıl birleştirdiyse, Selmân-ı Fârisî’yi, Bilâl-i Habeşî’yi, Suheyb-i Rûmî’yi, bir yahudi âlimi olan Abdullah bin Selâm’ı -radıyallâhu anhum- aynı safta nasıl îman kardeşleri hâline getirdiyse; bizlerin de aynı kardeşliği yeniden tesis etmek için, Efendimiz’in yoluna ittibâ etmemiz yegâne çaredir.
Yâ Rabbî!..
İslâm’ı ve müslümanları aziz eyle!..
Allâh’ım!..
Ümmet-i Muhammed’e merhamet eyle!..
Allâh’ım!..
Ümmet-i Muhammed’e mağfiret eyle!..
Allâh’ım!..
Ümmet-i Muhammed’i birlik ve beraberlik içinde zâlimlere karşı, küffâra karşı muzaffer eyle!..
Âmîn!..