Îman Gücü

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2024 Ay: Mayıs, Sayı: 231

İKİ ÇEŞİT İNSAN

İnsanlar vardır:

Henüz hayattayken mâzî olurlar. Ya nefislerinin kurbanı olurlar yahut da yaptıkları zulümlerin kurbanı olurlar. İsimleriyle de cisimleriyle de tarihin çöplüğünde yok olur giderler.

İnsanlar vardır:

Yaşarken de öldükten sonra da mâzî olmazlar, gönüllerde yaşarlar. Adları tarihe altın harflerle yazılır. Yaşayışlarıyla, fazîletleriyle ve eserleriyle kendilerinden sonra gelen nesillere müstesnâ birer rehber olurlar.

Tarihimiz -elhamdülillâh- bu ikinci gruptaki âbide şahsiyetlerle doludur. Gençliğimize nümûne olmaları bakımından bu şahsiyetleri güzel hasletleriyle yâd etmemiz ve onları millî hâfızamızda yaşatmamız pek mühimdir. Tarihimizin büyük şahsiyetlerinden ve en mühimlerinden biri;

FATİH SULTAN MEHMED HAN

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bildirdiği gaybî bilgilerden, ümmetine müjdeler vererek yüce hedefler çizdi. Bu büyük müjdelerden birini ise şöyle buyurdu:

لَتُفْتَحَنَّ الْقُسْطَنْط۪ينِيَّةُ ،
وَلَنِعْمَ الأَم۪يرُ أَم۪يرُهَا ،
وَلَنِعْمَ الْجَيْشُ ذٰلِكَ الْجَيْشُ

“İstanbul elbette fetholunacaktır; onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir!” (Ahmed, IV, 335; Hâkim, IV, 468/8300)

Bu yüce medh ü senâya nâil olmak için; asırlar boyunca sahâbe-i kiram, tâbiîn ve sonraki nesillerden nice bahâdırlar, İstanbul surlarının önüne geldiler. Lâkin entrikalarıyla meşhur Bizans’ın merkezinin fethi bir türlü nasîb olmamıştı.

Osmanlı sultanları içinde en derviş meşrepli şahsiyet olan II. Murad Han, genç şehzadesinin terbiyesini Akşemseddin Hazretleri’ne tevdî etmişti.

Akşemseddin Hazretleri, çocuk yaştan itibaren Şehzade Mehmed’in gönlüne bu müjdeyi aşılamıştı. Onun da üstâdı olan Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri de fethi gerçekleştirme müjdesiyle onların gönüllerini âdetâ yoğurmuştu.

Fatih; şuuraltında feth-i
mübîn ile o kadar doluydu ki, on dört yaşından itibaren elinde kâğıt-kalem, dâimâ fetih projeleri ile meşgul olmuştu. Vird hâlinde;

“–Ya ben İstanbul’u alırım, ya İstanbul beni!..” diyordu. Bu azim ve gayretle, büyük bir muhabbetle bağlı olduğu Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in müjdesini hayata geçirmeye muvaffak oldu ve Fatih Sultan Mehmed Han ismiyle tarihimizin en zirve şahsiyetlerinden biri oldu.

Kıssadan hisse:

Evlâtlarımızın gönlüne hangi ilâhî ve nebevî tâlimâtı, müjdeyi ve hedefi nakşedebildik?

Hayallerini süsleyecek, gönül dünyalarını dolduracak ve kalplerinden taşacak hangi ulvî ideali onların gönlüne bir tohum gibi ekebildik?

Onları, bu şekilde terbiye edebilecek Akşemseddin vârisi, sâlih ve sâliha hocalarla onları buluşturabildik mi?

Şanlı tarihimizde; Osman Gazi’den Kanunî’ye, Sultan Ahmed’e ve sonrasına devam eden bir sultanlar silsilesi var.

Bu zâhirî sultanların yanı sıra devam eden ve şehzadeleri, padişahları irşâd eden bir de Edebâlî silsilesi var. Emir Buhârîler, Hacı Bayrâm-ı Velîler, Akşemseddinler ve Aziz Mahmud Hüdâyîler… Onlar da mâneviyat sultanları…

Bugün ehl-i dünya bu ihtiyacı; hayat koçu, mentör, akıl hocası gibi tabirlerle gidermeye çalışıyor. «Hayat boşluk kabul etmez!» hakikati sebebiyle;

Kişi kendisini hak ile meşgul etmezse, bâtıl gelip onu işgal eder.

Evlâtlarımızı; sâlih rehberler, mâneviyatlı akıl hocaları ve istikametli arkadaşlar ile buluşturamazsak, -Allah korusun- onların yerini menfî karşılıkları doldurur.

Fatih’in büyüklüğü, sadece nebevî müjdeye mazhar olmasından ibaret değildi. O, bu muhteşem hedefi dahî yeterli bulmadı;

KÂFÎ GÖRMEDİ

Fatih dâimâ gayret ve fedâkârlık gösterdi. Toplumu ıslah edici hamleler gerçekleştirdi. İlim ve hikmet merkezleri olan medrese ve dergâhlara ihtimam gösterdi. Hidâyetlere vesile oldu. Adâlet tevzî etti.

Onun adâletini hıristiyanlar bile takdir ettiler.

Osmanlı’nın Trakya’da, Rumeli’de ve Balkanlarda muazzam bir süratle ilerlemesinin altında, fethedilen bölgelerin halkının memnuniyeti de büyük bir rol oynamaktaydı. Bu memnuniyetin sebebi ise; Osmanlı’nın, İslâm ahkâm ve ahlâkına muvâfık şekilde tevzî ettiği muhteşem adâlet idi.

Muhasara esnasında, İstanbul’da Katolik Roma’dan yardım isteyip istememek tartışılmıştı. Katoliklerin iki buçuk asır evvel, Dördüncü Haçlı Seferi esnasında İstanbul’da yaptıkları katliâm ve yağma hâfızalarda hâlâ öyle taze idiydi ki Bizans asillerinden Notaras bu teklife şu meşhur sözüyle karşı çıktı:

“İstanbul’da kardinal şapkası görmektense, Türklerin sarığını görmeyi tercih ederim!..”

Fetihten sonra da Fatih Sultan Mehmed Han, hıristiyan tebaaya İslâm’ın emrettiği müsamaha ve hukuku tevzî etti. Büyük bir firâsetle, Ortodoks patriğini İstanbul’da muhafaza ve himâye etti. Onlara eman-nâme verdi.

Fatih, İslâm dünyasının derdindeydi. Kendini insanlığın imdâdına koşmakla vazifeli görüyordu. Zâlimlerin zulümlerine sessiz kalmıyordu.

Yaptıklarını kâfî görmedi. On sene sonra Bosna’ya gitti. Bu beldedeki halkı; zâlim voyvodaların, kan dökücü prenslerin zulmünden kurtardı. Bu topraklara Anadolu’nun temiz halkını yerleştirdi. Onlar İslâm’ı en güzel şekilde yaşadılar ve yaşattılar, hâl ile tebliğde bulundular. Bu gayretler, Boşnakların kâmilen müslüman olmasına vesile oldu.

Fatih Sultan Mehmed Han, bunu da yeterli görmedi. Arkasından İşkodra’ya gitti. Arnavutluk topraklarının İslâm ile müşerref olması için, bu zorlu coğrafyaya üç sefer düzenledi. Oraya da îman ve İslâm tohumlarını ekti. Gayret ve fedâkârlıklar semeresini verdi. Allâh’ın izniyle Arnavutların mühim bir kısmı müslüman oldu.

Fatih; hedeften hedefe koşarken, yine bir sefer başlangıcı olarak Gebze’de ordusunun başındayken, bir yahudi doktor tarafından zehirlenerek, elli yaşında vefât etti.

Demek ki;

Bir müslüman, her zaman kendisine bir hizmet aramalıdır. O zamana kadar yaptıklarını asla yeterli görmemelidir. Bir işi bitirince hemen bir başka işe koyulmalıdır. Tıpkı âyet-i kerîmede buyurulduğu gibi:

“Bir işi bitirince diğerine başla! Yalnızca Rabbine yönel ve yalvar!” (el-İnşirâh, 7-8)

Hadîs-i şerifte de buyurulur:

“Mü’min, cennete girinceye kadar hiçbir hayra doymaz.” (Tirmizî, İlim, 19)

BİN BİR ZAHMETLE

Cihan sultanının bu fetihleri, rahat ve konfor içinde gerçekleştirdiği zannedilmemelidir.

Şu kıssa, fütuhâtın ne büyük fedâkârlıklarla yürütüldüğünün misâlidir:

Fatih Sultan Mehmed Han; hedeften hedefe koşarken, Trabzon Rum İmparatorluğu üzerine sefere çıkmıştı. Şehre arkadan ulaşmak için dağlık ve ormanlık bir araziden geçiliyordu. Bazen baltacılar, önden yol açıyorlardı. Yolun müsait olmadığı bir yerde Fatih’in atı kaydı. Fatih, bir kayaya tutunmak için uğraşırken elleri kanadı. Bu hâli müşâhede eden beraberindeki Uzun Hasan’ın anası Sârâ Hatun, tam fırsatı olduğunu düşünerek;

“–Oğul! Han oğlu hansın! Bir yüce hükümdarsın! Trabzon gibi küçük bir kale için bunca meşakkate katlanman revâ mıdır?” dedi.

Çünkü Uzun Hasan; Trabzon Rum İmparatorluğu ile akrabalık tesis etmiş ve bu yüzden anasını, bu seferden vazgeçmesi için Fatih’e ricacı göndermişti. Fatih, elleri sıyrıklarla dolu olduğu hâlde doğruldu ve şöyle dedi:

“–Ey ihtiyar ana!

Bilmez misin ki, elimizde tuttuğumuz dîn-i İslâm’ın kılıcıdır. Sen zanneyleme ki; çektiğimiz bunca zahmetler, kuru bir toprak parçası içindir.

Bilesin ki;

Bütün gayretlerimiz Allâh’ın dînine hizmettir. İnsanları hidâyete kavuşturmaktır. Yarın Allâh’ın huzûruna vardıkta, yüzümüz kara olmasın diyedir.

Elimizde İslâm’ı tebliğ ve tâziz imkânları varken, birtakım zahmetlere katlanmayıp ten rahatlığını tercih edersek, bize gazi denilmesi revâ olur mu?

Ehl-i küfre İslâm’ı götürmezsek, onların azgınlıklarına mânî olmazsak, huzûr-i ilâhîye hangi yüzle çıkarız?!.”

Bu sözler, Fatih’in gönül ufkunu ne güzel ifade etmektedir.

İdeal bir şahsiyet sahibi olmayan hükümdarların; arka plâna çekilerek, ülkeyi uzaktan kumanda misâli idare etmeye kalktıkları görülür. Bunun neticesi, ekseriyâ idareci ile tebaanın arasında mânevî irtibatın kopması ve muvaffakiyetsizliğin gelmesidir.

Fatih Sultan Mehmed Han dâimâ vazife başındadır. Atını fetih iştiyâkıyla denize sürerken, tebdîl-i kıyâfet halkının nabzını tutarken, gemileri karadan yürütürken, o dâimâ milletinin ve ordusunun başındadır.

Fethi müjdeleyen hadîs-i şerifte, hem emîr hem asker medh ü senâ edilmiştir. Fatih’i böyle olan ordunun, askeri de üzerlerine Rum ateşi, kaynar yağlar ve sayısız okların yağdığı surlara doğru koşarken;

“–Müjdeler olsun! Şehîd olma sırası bize geldi!” diyorlardı.

Böylece fethi meydana getirecek terkip, medhe şâyan bir kumandan ve medhe şâyan bir ordu ile tecellî etmişti. İhtimaldir ki; önceki asırlarda fethin müyesser olmayışı, bu iki unsurun cem olamayışından kaynaklanmıştır.

Bu büyük fethe liyâkat gösteren halkın, mânevî kıvâmıyla alâkalı da şu kıssa anlatılır:

Fatih devrinde, onun emriyle halkın mânevî bünyesini müşâhede etme vazifesini üstlenen papazlar, kendilerine verilen fermanla her yere girip çıktılar. Sabahın erken saatinde bir bakkala giderek bir şeyler almak istediler. Bakkal onlara;

“–Efendim, ben siftah yaptım. Siz, siftah yapmayan şu komşumdan alın!” dedi.

Bu İslâm kardeşliği manzarası onları hayrette bıraktı…

Bu devrin âlim ve âriflerinin irşâdı da mükemmel bir seviyedeydi:

HALKA HİZMET ve CÖMERTLİK

Fethi müteâkip büyük bir resm-i geçit tertip edilmiş, Okmeydanı’nda ok atışı müsabakaları olmuştu. Bu merâsim üç gün devam etti. Fatih, askerlerine verdiği ziyafette Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in;

“Bir kavmin efendisi, onlara hizmet edendir.” (Beyhakî, Şuab, I, 334; VI, 334) hadîs-i şerîfini okuyarak bizzat hizmet etti. Sonra pek çok hediye ve ihsanlar dağıttı. O gün Akşemseddin Hazretleri ayağa kalkarak şöyle hitâb etti:

“−Ey kahraman İslâm askerleri!

Nebevî müjdeye nâil oldunuz.

Elde ettiğiniz ganîmetleri israf etmeyiniz, hayra ve iyi yerlere sarf ediniz! Bu memleket halkına infâk ediniz! Sultanınızın sözlerini dinleyip, ona itaat ediniz!”

Sonra Sultan Fatih’e dönerek;

“–Hünkârım! Osmanlıların gözbebeği oldun! Allah yolunda hep böyle mücâhid olarak yaşa!” diyerek yüksek sesle tekbir getirdi. (Mustafa RUNYUN – Osman KESKİOĞLU, Fatih Devrinde İlim ve O Devirde Yetişen İlim Adamları, s. 18-19)

Fatih Sultan Mehmed Han, vakıf medeniyetine katkılarıyla da nümûne-i imtisal bir şahsiyet idi.

Vakfiyesindeki şu satırlar onun rakîk gönlünü ne güzel yansıtır:

“Külliyemde inşâ eylediğim imârethânede şehid ve şühedânın harîmleri ve Medîne-i İstanbul fukarâsı yemek yiyeler! Ancak yemek yemeye veya almaya bizâtihî kendileri gelmeyip yemekleri havanın loş bir karanlığında ve kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle!..”

Şehid ailelerine ne güzel bir vefâ ve onları rencide etmemek için ne güzel bir muâmele!..

Bir yandan maddî fütûhatlar bir yandan mânevî fütûhatlar nasîb oluyordu…

Fethin maddî safhası muhteşemdi:

  • Devâsâ bir zincirle kapatılmış olan Haliç’i aşmaları için, gemilerin karadan yürütülmesi,
  • Devrin en ileri silâhları olan büyük topların bizzat padişah tarafından îcâd edilip, döktürülmesi ve kullanılması, bir mü’min firâset ve basîretinin en güzel tezâhürleriydi.

Fethin mânevî safhasında da;

  • Ubeydullah Ahrâr, Akşemseddin ve benzeri Hak dostlarının büyük kerâmetleri görülmüştü. Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin kabri keşfedilmiş ve gönüllere büyük bir inşirah nasîb olmuştu.

Büyük şahsiyetlerin en büyük mazhariyetlerinden biri de nesillerini de birer ideal insan olarak yetiştirebilmeleridir:

NESİLDEN NESİLE

Fatih’in oğlu II. Bâyezid Han da babasının maddî fütûhâtını, mânevî, irfânî, kültür ve sanat hamleleriyle tamamladı ve devam ettirdi.

Onun devrinde gazâ hareketlerine sekte vuran bir Cem Sultan hâdisesi yaşanmıştı. Bâyezid Han, bütün zorluklara rağmen memleketin ikiye bölünmesine müsaade etmedi. Büyük mücadele verdi.

Osmanlı’yı kültür ve sanatta zirveleştirdi. Kıymetli eserleri, Türkçeye tercüme ettirdi.

Meşhur İtalyan mimar Leonardo da Vinci, fetihten sonra îmâr edilmekte olan İstanbul’a gelmeyi ve mimarîsinde hizmet etmeyi teklif etmişti. Vezirler bu teklife sevindiler. Fakat firâsetli sultan bu teklifi reddetti. İstanbul’un İslâm şahsiyetiyle, müslüman mimarlar eliyle müzeyyen hâle gelmesinin ehemmiyetini bildirdi.

Hakikaten bugün tarihî İstanbul, Mimar Sinan’ın çil çil kubbelerle tezyin ettiği muhteşem bir İslâm mimarîsinin mükemmel bir meşheri hâlindedir.

Âbide şahsiyetler bir sonraki nesilde de Yavuz Sultan Selim Han ile devam etti.

DÂİMÂ ALLÂH İLE…

Bâyezîd-i Velî’nin oğlu Yavuz Sultan Selim Han, sekiz sene gibi kısacık bir saltanat müddetinde muazzam muvaffakiyetlere imza attı.

Şia ve İran tehlikesini görüp tedbir aldı. İslâm birliğini sağlamak için zahmetli ve uzun bir sefere çıktı.

Çaldıran ve Mercidabık zaferlerinden sonra, Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla, Sînâ Çölü’nü geçti ve Mısır’ı zaptetti. Hilâfeti Osmanlı’ya taşıyarak, Hâdimü’l-harameyn ve ümmet-i Muhammed’in hâmîsi oldu. Onun vaktinde yaptığı bu ittihâd-ı
İslâm hamlesi olmasa; Kuzey Afrika kısa süre içinde, denizcilikte ve sömürgecilikte adımlar atan Avrupa’nın müstemlekesi hâline gelebilirdi.

Yavuz’un ufukları öyle genişti ki;

“Gönül ister ki, Afrika’nın kuzeyinden Endülüs’e çıkayım ve sonra Balkanlar üzerinden tekrar İstanbul’a döneyim!” diyordu.

Bu bir müslümanın gönül ufkuna ne güzel bir misaldir.

Hazineyi dolduran fütûhâtı, kıtalara yayılan fetihlerine rağmen sade giyinen ve riyâzat hâlinde yaşayan o cihangir sultan; yardımın Allah’tan geldiğini itiraf ve Cenâb-ı Hakk’a kulluğun ne kadar mühim olduğunu ifade için şu mısraları terennüm ediyordu:

Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru gavgā imiş,

Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş!

Hakikaten bu müthiş seferden İstanbul’a dönerken, halkın alkışları arasında şehre girip de enâniyetinin kabarmasından endişe etmiş, Çamlıca eteklerinde orduyu durdurup, şehre gece karanlığında sessizce girmişti.

Şîr-pençe hastalığı ile yatağa düşen sultana, lalası Hasan Can’ın; vefâtının yaklaştığını hatırlatmak için;

“–Padişahım, şimdi Allâh ile olmak zamanıdır.” demesi üzerine, Yavuz Sultan Selim;

“–Lala! Lala! Sen şimdiye kadar beni kiminle beraber sanırdın?” demiş ve gönlündeki îman, ihlâs, takvâ ve Cenâb-ı Hakk’a yakınlığın eşsiz örneklerinden sonuncusunu sergilemiştir.

Daha sonra Hasan Can’dan kendisine Yâsîn-i Şerîf’i tilâvet etmesini istemiş ve bu sûre okunurken huzur içinde rûhunu Cenâb-ı Hakk’a teslim etmiştir.

İ‘lâ-yı kelimetullah dâvâsını, kıtalara taşıyan bu cihangir sultanların kalbî kıvâmı, Anadolu kapılarını İslâm fütûhâtına açan Alparslan’da da aynıyla mevcuttu.

Selçuklu Sultanı Alparslan; müslümanları Anadolu’dan tamamen kovmak için gelen Bizans ordusuna karşı, Malazgirt’te, kefeni temsilen bembeyaz elbiselere bürünüp savaşa girdi.

Ordusuna şöyle hitâb etti:

“Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım; yahut da şehîd olarak cennete giderim. Sizlerden beni takip etmeyi tercih edenler, takip etsin. Ayrılmayı tercih edenler, gitsinler! Burada emreden sultan ve emredilen asker yoktur. Zira bugün ben de sizlerden biriyim. Sizlerle birlikte savaşan bir gaziyim. Beni takip edenler ve nefislerini yüce Allâh’a adayarak şehîd olanlar, cennete; sağ kalanlar gaziliğe kavuşacaktır. Bu cihaddan ayrılanları ise, âhirette ateş, dünyada da rezillik beklemektedir.”

Malazgirt’te o ihlâslı ordu, kendisinin üç katı Bizans ordusunu darmadağın etti.

Ecdâdın bütün zaferlerinde gördüğümüz hakikat; ihlâslı kuluna Cenâb-ı Hakk’ın yardım etmesidir.

Kul; Cenâb-ı Hakk’a ne kadar yakınsa, o kadar yardım tecellî eder. Bedir’de, İstanbul’un fethinde, Çanakkale’de, Millî Mücadele’de ve 15 Temmuz’da bu ilâhî yardım tecellî etmiştir.

Bu; îmânın gücüdür, inancın zaferidir.

ÇANAKKALE

Çanakkale’de askerin postalı yoktu, yiyeceği gıdâsı yoktu. Üzüm hoşafı ile kuru ekmek yiyordu. Somun ekmeği bile kâfî gelmiyordu. Maddî gücü çok zayıftı.

Ancak, askerin îmânı yıkılmayacak güçteydi. Cenâb-ı Hak bu îmâna karşılık melekleri indirdi. İlâhî yardımlar yetişti. Eldeki azıcık mayınla, yenilmez addedilen savaş gemileri batırıldı.

Seyyid Onbaşı, 275 kiloluk mermiyi bu îman gücüyle kaldırdı.

Çanakkale Muharebeleri’nde büyük muvaffakıyetler sergileyen Zâbit Muzaffer, daha sonra gittiği Doğu Cephesi’nde de kahramanca savaşıyordu. Kanlı bir çarpışma esnasında ağır bir şekilde yaralanmıştı. Artık sesinin çıkmadığı ve gözlerinin bile bir şey anlatamadığı son anlarında, cebinden bir zarf çıkardı; sonra yerden bir çöp parçası alarak yarasından akan kanlara batırıp yazmaya başladı:

“–Kıble ne tarafta?..”

Etrafındakiler, Muzaffer Bey’in kıbleye dönerek rûhunu Rabbine teslim etmek istediğini anlayıp onun bu arzusunu hemen yerine getirdiler. Ölüm ânında, bir yandan yüzü vuslat neşesiyle dolan zâbit, diğer yandan da mukaddes gayenin ulvî müdafaasının kaygısı içerisinde son bir hamleyle kahraman askerlerine şu mesajı verdi:

“–Bölük Allâh için cihâda devam etsin; kanım yerde kalmasın!..”

Ne büyük bir hassâsiyet ki, rûhunu kıbleye karşı teslim edebilmek için dilinin bir şey anlatamadığı son nefesinde dahî damarından kan çekerek merâmını ifadeye çalışıyor. İşte Allah yolunda harcanan bir ömrün son demi!..

Bir başka ibretlik hâdise:

Binbaşı Lütfü Bey, Çanakkale harplerinde pek müşkül bir vaziyetle karşılaşınca;

“–Yetiş yâ Muhammed! Kitâbın elden gidiyor!” diye feryâd etmiş ve Allâh’ın yardımıyla o bâdireden kurtulmuşlardır.

VELHÂSIL

Hakikaten;

Bir savaşta şehidler veriliyorsa, Allah için canlar fedâ ediliyorsa;

O harpte;

“Allah; mü’minlerin canlarını ve mallarını, karşılığında cenneti vermek üzere satın almıştır…” (et-Tevbe, 111) âyeti tecellî ediyorsa, yaşananlar ne kadar zor ve ağır olsa da arkasından zaferler gelir.

Lâkin;

Bir savaşta molozlar ölüyorsa, îman gücü mevcut değilse, arkadan hezîmet gelir.

Kezâ;

Eğer gençlik; gücünü ve kuvvetini nefsânî arzuları peşinde ziyân ediyorsa, istikbalde hüsran vardır. Mağlûbiyet mukadderdir.

Fakat gençlik; gücünü ve kuvvetini Hakk’a râm ederek kullanıyorsa, hayra, hasenâta ve fazîlete sarf ediyorsa, istikbalde zafer ve rahmet var demektir.

Bugün Gazze’de bir îman heyecanı yaşanıyor. Yüce Rabbimiz inşâallah bu zor günleri de büyük zaferlere vesile eylesin!

Bir zaferin şerefi, ona ulaşmak için katlanılan güçlükler ve yaşanan bediî heyecanlar nisbetindedir.

Cenâb-ı Hak; mâzîmizi şerefle dolduran âbide şahsiyetlerin yetişmesine vesile olan îman gücüyle, istikbâlimizi de perverde eylesin!..

Nesillerimizi; inancın zaferiyle, mazlumların imdâdına koşan, zâlimleri durduran îman kahramanları hâline getirsin.

Âmîn!..