İlmi Faydalı Hâle Getirecek Sır: ALLAH RASÛLÜ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- İLE ÜLFET

Ebedî Fecre

Yıl: 2014 Ay: Eylül Sayı: 115

İNSANIN FARKI

Cenâb-ı Hak, insanı yaratmadan önce şöyle buyurdu:

اِنّٖ۪ىجَاعِلٌفِىالْاَرْضِخَلٖ۪يفَةً

“Ben yeryüzünde (hükümlerimi yerine getirecek, Hakk’ın şahidi olacak) bir halîfe (olarak, insanı) yaratacağım.” (el-Bakara, 30)

Cenâb-ı Hak, insanı sâir mahlûkattan birçok hususta üstün tuttu. İlim sıfatını, yalnız insana verdi. Mahlûkāta sadece rızıklarını temin edebilecekleri, mahdut bir akıl verirken; insana tefekkür ve tezekkür edebilecek bir akıl lutfetti.

İlmi, nakil ve îzah edebilmesi için beyânı da öğretti. Cenâb-ı Hak buyurur:

اَلرَّحْمنُ. عَلَّمَالْقُرْآنَ. خَلَقَاْلاِنْسَانَ. عَلَّمَهُالْبَيَانَ

“Rahmân, Kur’ân’ı tâlim buyurdu. İnsanı yarattı, ona beyânı öğretti.” (er-Rahmân, 1-4)

İlmin kayıt altına alınması için insana kalem ile yazmayı da tâlim etti. Vahiy ve peygamberler göndererek insana bilmediklerini O öğretti. Suhuf ve kitaplar lutfetti. İnsanın akıl ve zekâsıyla bulduğunu zannettiği ilimler de; Allâh’ın yaratıp kâinâta gizlediği sırları, insanoğlunun, Allâh’ın verdiği zekâ ve akıl ile tespit etmesinden ibarettir.

Cenâb-ı Hak; ilim verdi, lâkin insan için ilim gaye değil vasıta idi. Çünkü insanın yaratılış gayesi âyet-i kerîmede şöyle ifade buyurulur:

وَمَاخَلَقْتُالْجِنَّوَالْاِنْسَاِلَّالِيَعْبُدُونِ

“Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56)

Ârifler; Hakk’a kulluk edebilmesi için insanın, önce Rabbini tanıması gerektiğini ifade ederek, yaratılış gayesini;

لِيَعْرِفُونِ

“Beni (kalplerinde) tanısınlar, «mârifetullâh»a ersinler diye”şeklinde tefsir etmişlerdir.

Yani insanın gayesi mârifetullah ve ibâdet / kulluktur. Yani insanın Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilmesi… O’nun cemâlî sıfatları olan; meveddet, merhamet, şefkat, af, hilm, sabır ve şükür gibi hasletlerle donanması… Celâlî sıfatların da zıddıyla muttasıf olması… Yani O’nun kibriyâsı karşısında tevâzuu, O’nun kahrı karşısında lutfu, intikamı karşısında affı gönlünde diriltmesi… Allâh’ın emrini tâzim ederek O’na kulluk etmesi… Allâh’ın yarattıklarına şefkat ve merhamet ile muamelede bulunması, halka fedâkârlıkla ve cömertçe hizmet etmesi…

İnsanlık; tarih boyunca zaman zaman Allâh’ın verdiği ilim, fen ve benzeri imkânlarla dünyayı îmar ederek, zenginlik, maddî kuvvet ve kudret elde etti ve bununla mağrur oldu. Yaratılış gayesini unuttu.

Firavunlar, Kārunlar ve Nemrutlar; elde ettiklerini Allâh’a değil, kendi bilgi ve tecrübelerine nisbet ettiler. Benlik illetine dûçâr oldular. İlâhlık tasladılar, zulmettiler, Allâh’ın verdiklerini Allâh’ın kullarından esirgediler. Merhamet etmeyip gaddarlık yaptılar. Cenâb-ı Hak da onları dünyada perişan etti, âhirette de onları elîm bir azaba uğratacağını haber verdi.

Bir zamanlar o zâlimlerin, ceberut kahkahalarla mağrûrâne yaşadıkları kâşâneler vîrânelere döndü. Bir zulüm bataklığı hâlinde kaldı. Şimdi ise üzerlerinde aynı güneş aynı ihtişamla doğup batıyor.

Devrimizde de, insanlar; bilim, teknik ve teknolojiyi hayatın asıl gayesi gibi görme hatasına düştüler. Bilgiyi bir kuvvet olarak görüp onun putperesti hâline geldiler ve dünyaya onunla hükmetmeye çalıştılar. Kapitalizm, komünizm, faşizm gibi ideolojilerle insanlara zulmettiler. Aklı putlaştıran birtakım feylesoflar da bilgi ve düşünceleriyle bu zâlimler gürûhuna yardım etti. İnsan, öğrendiği ilim ile ancak zulmünü artırmış oldu.

Meselâ; insan aklının icat ettiği atom bombasıyla yüz binlerce masum insan ve zavallı sâir canlılar can verdi, sakat kaldı. Bugün de dünyanın her tarafında zulmedenlerin, câhil ve akılsız oldukları söylenemez. Bilâkis, fennin imkânlarını, şer yolda kullanabilen kişiler…

Meselâ; bugün gençlerin pençesinde kıvrandığı sentetik uyuşturucuları da, ilim, fen ve neticede insan aklı üretti. Yine menfaatine tapan, insanlığını unutmuş kişiler; onları yaydı, pazarladı.

Akıl ve bilgileri, onları cinayetten alıkoymadı. Gaddarlıktan alıkoymadı.

Diğer taraftan insanın hayatını kolaylaştıran, hastalıkları iyileştiren, uzakları yaklaştıran da yine bilim ve akıl…

Demek ki, akıl ve ilim iki uçlu bıçak gibi…

ŞERRE DE, HAYRA DA…

Bıçak bir âlettir. Hem hayra hem de şerre kullanılabilecek bir âlet… Onunla ekmek ve benzeri ihtiyaçlar kesilirse, insana hizmet eder. Fakat insana saplanırsa bir cinayete âlet edilmiş olur.

Akıl da böyle, iki türlü. Şerre çalışan ve hayra çalışan.

Bunun neticesinde ilim de böyle iki türlü:

1. Faydalı ilim

2. Faydasız ilim

Faydalı ilim; insana, gayesine ulaşmasında yardım eden ilimdir. İnsanın mârifetullah ve ibâdet iştiyâkını artıran ilimdir.

Kur’ân-ı Kerim’de methedilen ilim, işte bu faydalı ilimdir. Âyet-i kerîmede bu ilim tarif edilir:

“Allah’tan, kulları içinde ancak ilim sahibi olanlar (lâyıkıyla) ittikā eder, (takvâ ile korkar.)”(Fâtır, 28)

Demek ki faydalı ilim, Allah korkusunu artıran ilimdir. Haşyet ve takvâyı besleyen bir ilimdir. Faydalı ilim sahiplerine güzel bir misal olan Süfyân-ı Sevrî Hazretleri’nin genç yaşta beli bükülmüştü. Sebebini soranlara şöyle derdi:

“Kendisinden ilim tahsil ettiğim bir hocam vardı. Vefâtı esnasında ona telkinde bulunduğum hâlde bir türlü kelîme-i tevhîdi söyleyemedi. İşte bu hâli görmek, benim belimi büktü.”

İşte faydalı ilim.

Cenâb-ı Hak, faydalı ilim sahipleri hakkında buyuruyor:

“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”(ez-Zümer, 9)

KİMDİR BİLENLER?

Aynı âyetin muhtevâsında bize bilenleri doğru tanımamız, faydasız ilim sahipleriyle karıştırmamamız için üç vasıf sayıyor:

1. وَقَائِمًا سَاجِدًا:Geceleri, bilhassa seherlerde secde ve kıyam hâlinde olarak Cenâb-ı Hak’la kalbî beraberliği temin edebilmek;

2. الْاٰخِرَةَيَحْذَرُ:Her an, her hâl ve her davranışımızda «Hesap Günü»nün endişesi ve titreyişi içinde olabilmek; yani fânîliğin idrâki içinde bulunmak;

3. رَبِّهٖ۪رَحْمَةَ وَيَرْجُوا: Rabbimiz’in merhametini ümit ederek dâimâ O’na duâ ve ilticâ hâlinde olabilmek.

Faydasız ilim sahiplerinin vasıflarını da, mefhûm-i muhâlifinden anlayarak saymak mümkündür. İlim edinmiş, fakat takvâdan mahrum olduğu için ondan fayda elde edememiş bilgiçlerin;

1. İbâdette, secdede, namazda gözü yoktur. Allâh’a kul olmaz; nefsine, paraya, kudrete köle kesilir. Âyette buyurulduğu gibi; «قَل۪يلًا ثَمَنًا: az bir menfaat» karşısında dîninden taviz verir.

2. Âhiret endişesi, hâl ve davranışlarına sirâyet etmemiştir. Hiç hesap vermeyecekmiş gibi, hoyrat ve bencil davranışlar içerisindedir.

3. Duâdan, Allâh’a ilticâ etmekten nasipsizdir. Sadece aklına istinad eder. «Ben bilirim» der. Aklın hudutlarını bilmez. Aklına sığdıramadığını inkâr eder.

Böyle faydasız ilim sahiplerini Fahr-i Kâinat –sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle îkāz eder:

“Kim ilmini artırır da (ona müsâvî olarak) dünyada zühd ü takvâsını artırmazsa, (o ancak) Allâh’a olan uzaklığını artırmıştır…”(Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 169)

O hâlde, insan ne yapmalıdır ki ilmi faydalı hâle gelsin? İlminden fayda görsün?

İLMİ, FAYDALI HÂLE GETİREN NEDİR?

Bu suâlin cevabı, cümle dertlerin dermanı olan Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. İlim, Allah Rasûlü –sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile ülfet ve ünsiyet edildiği nisbette faydalı hâle gelir.

İlim öğrenen kişi; Rasûlullah Efendimiz’le kalp ve fiil beraberliği kurmak, O’nun sünnet ve sîretini hayatına nakşetmek, O’nun rûhânî dokusundan hisse almak yolunda mesafe kat ederse işte faydalı ilim budur.

Kur’ân-ı Kerim’de Peygamber Efendimiz’in ümmeti için gerçekleştirdiği vazifeler şöyle beyan buyurulur:

كَمَااَرْسَلْنَافٖ۪يكُمْرَسُولًامِنْكُمْيَتْلُواعَلَيْكُمْاٰيَاتِنَاوَيُزَكّ۪ٖيكُمْوَيُعَلِّمُكُمُالْكِتَابَوَالْحِكْمَةَوَيُعَلِّمُكُمْمَالَمْتَكُونُواتَعْلَمُونَ

“Nitekim kendi içinizden bir Rasûl gönderdik ki, O;

◆ Size âyetlerimizi okur,

◆ Sizi tezkiye eder (kötülüklerden arındırır, iç dünyanızı temizlemeyi öğretir),

◆ Size Kitâb’ı ve hikmeti, bilmediklerinizi tâlim eder.”(el-Bakara, 151)

Bu nebevî tâlim ve terbiye; Peygamber Efendimiz’in dâr-ı bekāya irtihâlinden sonra da, O’nun sîretine, sünnetine ittibâ edildiği nisbette kıyâmete kadar tecellî etmeye devam etmektedir. Gönül dünyasındaki temizliğin; sadece ilmin zâhirini, Kitâbullâh’ın lâfzını tâlim etmek olmadığı, âyet-i kerîmede ayrı ayrı zikredilmesinden âşikârdır. Efendimiz’in; âyetleri okuyup tebliğ etmesi ayrı, kitap ve hikmet öğretmesi ayrı, mânevî eğitimi temsil eden tezkiye ayrı zikredilmiştir.

Denizin sathında bulunan bir kimse ancak denizin ufkunu görür, kenarda kısa bir mesafede bulunan kimse ancak çakıl taşlarını görür; fakat güçlü bir dalgıç ise daha derinliklere indikçe mesafeler kaydeder, ayrı ayrı manzaralar seyreder.

Mü’min gönüller de;

Takvâ neticesinde Kur’ân’ı telâkkî eder, onun feyzinden ve rûhâniyetinden müstefîd olur ve eşyanın hakikatine âşinâ, sır ve hikmetlere de mazhar olur.

Bunun ilk şartı tezkiyedir. Çünkü;

İnsan ancak, iç dünyasında gereken temizliği sağladıktan sonra; eşyanın sırrına ermeye, hâdisâtın ve vukûâtın muammâlarını çözmeye başlar. Mü’min, kâinat kitabının sahifelerini çevirmeye, bilmediklerini anlamaya başlar. Yani hikmeti telâkkî eder.

Yine âyet-i kerîmeden anlarız ki, faydalı ilmin başı Kur’ân’dır. Hazret-i Ömer buyurur:

“Biliniz ki bu Kur’ân, hidâyet menbaı ve ilimlerin en parlağıdır.”

Kur’ân, doğru inancın ve dînî kültürün temelidir. Sağlam bir temel olmazsa; üzerine bina edilen her şey yıkılmaya, savrulmaya mahkûmdur. Kur’ân mihengine vurulmayan felsefeler; mavaldır, boş lâkırdıdır. Mârifetullâh’a götürmeyen ilim; hayvanatta da benzerlerine rastlanan, dünyevî, rızık elde etmeye mâtuf bilgidir. Hazret-i Mevlânâ bunu şöyle açıklar:

FARE BİLGİSİ

“Fare birçok yol bilir, fakat bildiği yollar hep toprak altındadır. O her tarafta toprağı oymuş, delik deşik etmiştir. Fareye benzeyen nefis de, ancak lokma peşinde koşar, lokma kemirir. Zaten fareye de ihtiyacını temin edecek kadar akıl verilmiştir.”

Allah Teâlâ’nın halîfe seçtiği, üstün kıldığı insanın ilim yolunda, fare seviyesinde kalması ne hazin bir iflâstır.

İmam Gazâlî Hazretleri, ilim öğrenmeyi zaman ve gayret israfı hâline getirmekten sakındıran nasihatlerinde şöyle buyurur:

“Okuyup mütâlâa ettiğin ilimler, kalbini feyizlendirip ahlâkını güzelleştirici mâhiyette olmalıdır. Meselâ, ömrünün sonuna bir hafta kaldığını öğrensen, bu kısacık zamanda mutlaka sana faydalı olacak bir ilimle uğraşırsın. Hemen kalbini yoklar, dünyevî ihtiras ve menfaatlerle alâkanı keser, güzel huylarla bezenmeye çalışırsın. Hâlbuki insanın kavuştuğu her gün ve gecede ölmesi mümkün ve muhtemeldir. Buna göre, seçip meşgul olduğun ilimler; seni azamet-i ilâhiyye karşısında duygulandırıp mâneviyâtını düzeltecek ilimlerden olmalıdır.”

Eğer, ilim nâmına; sadece kara kaplı kitaplardan, asla ahlâka ve yaşayışa dönüşmeyen, nazariyattan ibaret nakiller kastedilirse, o da kütüphane faresine benzer.

Demek ki ilim; kulu Cenâb-ı Hakk’a ulaştırabilirse, değerlidir, faydalıdır. Bunun yegâne yolu da –sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile ülfettir, ünsiyettir. İlim O’nunla ülfeti, ünsiyeti ve maiyyeti artırabildiğimiz kadar bize fayda verir. Gerçek ilim odur.

İşte ashâb-ı kiram…

Onlar, en câhil insanlar idiler. Ne kalem ne kitap bilirlerdi. Ne kanun ne hukuk tanırlardı. Hak ve hukuk o toplumda sıfırlanmıştı. Çöller kan gölüne dönmüştü.

Fakat bu yarı vahşî insanlar, Allah Rasûlü’ne ülfet nisbetinde dünyanın «en bilen» insanları oldular. Allâh’ın râzı olduğu, sahâbîler oldular. Fazîlette, zarâfette, adâlette insanlara örnek oldular. Gökteki yıldızlara emsal oldular.

İşte biz bu ilme muhtacız.

İlmin zâhirini elde etmek için uğraşmak, gayret etmek de teşvik edilecek bir şeydir. Fakat özü, bâtını elde edilmişse böyledir. Faydalı ilim sırrına erilmişse böyledir.

Nitekim hadîs-i şeriflerde şöyle buyurulur:

GIPTA EDİLECEK İLİM

“İlim tahsil etmek için yolculuğa çıkan kimse, evine dönünceye kadar Allah yolundadır.” (Tirmizî, İlim, 2/2647)

“Bir kimse İslâm’ı ihyâ edip yaşatmak için ilim tahsil ederken ölürse, onunla peygamberler arasında sadece bir derece vardır.” (Dârimî, Mukaddime, 32)

Fahr-i Kâinât Efendimiz, ilmin fazîletini diğer bir hadîs-i şeriflerinde de şöyle beyan buyurmuşlardır:

“Yalnız şu iki kimseye gıpta edilir:

–Allâh’ın kendisine ihsân ettiği malı Hak yolunda harcayıp tüketen kimse;

–Allâh’ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına da öğreten kimse.” (Buhârî, İlim, 15, Zekât 5, Ahkâm 3, İtisâm 13, Tevhîd, 45; Müslim, Müsâfirîn, 268)

Eğer ilmin bâtını, mânâsı, şuuru alınmamışsa; ilmin zâhirini kuru kuru yüklenmek faydasız bir sıklettir, ağırlıktır, hattâ zararlı bir yüktür.

Çünkü, cehlini bilen bir kişinin boynu büküktür. Cehlinin itirafı ve hüznü içindedir. Fakat elde ettiği zâhirî ilimle mağrur olan kişi, cehlini de idrâk edemez. Böylesi bilgisizliğe, cehl-i mürekkep derler ki, kişinin bilmediğini bile bilmemesidir.

İlmin fâide sırrını tahsil edemeyen, Allah Rasûlü ile ülfet edemeyen, ihsan, takvâ ölçüsünü hayata geçiremeyen kişi; isterse dînî ilimler tahsil etsin, benlikten kurtulamaz, kendini ihtirastan kurtaramaz, «ben» demekten kurtaramaz. Helâk olur gider.

Faydalı ilim, derin bir duyuş ve ürperiş vermelidir. Rabbini bilenlerin zirvesi Fahr-i Kâinat –sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor:

“Benim bildiğimi siz bilseydiniz, az güler çok ağlardınız… Sahrâlara dökülüp Allâh’a yüksek sesle (heyecan ve duygu derinliği içinde) yakarışta bulunurdunuz.” (İbn-i Mâce, Zühd, 19)

İlim sahibi olup da bu haşyet ve duyuş derinliğine ulaşmayan, aksine kibirlenen, böbürlenenlere misal ise, iblistir.

Mevlânâ da Mesnevî’sinde bu hakikate şöyle temas eder:

“Hünerli, bilgili kişi iyidir ama, İblis’ten ibret al da (bilgin, kalbinle âhenk teşkil etmez ise kendine) fazla değer verme. Unutma ki, Hakk’ın rahmetinden kovulmuş olan mel‘un İblis, yüz binlerce yıl Allâh’ın en yakınlarındandı, meleklerin emîri idi. Bilgisi ve ibâdeti ile gurura kapıldı, nazlandı. Âdem -aleyhisselâm- ile uğraştı. O’nu küçük gördü de pislik gibi rezil oldu gitti.”

Gerçekten, insanı gurur ve kibre sevk eden, sonunda da helâk girdabında boğan bir ilim, zâhiren güzel ve faydalı şeylerden ibaret olsa bile hakikatte vebalden başka nedir ki? Bunun için Allah Rasûlü –sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Yâ Rabbî! Senden ilm-i nâfî (faydalı ilim) istiyorum! Faydasız ilimden Sana sığınırım!..”(Müslim, Zikir, 73) şeklinde niyâz eylemiştir.

Âyet-i kerîmede bu gibi, neticesiz gayretlerin hazin âkıbeti şöyle beyan buyurulur:

BOŞUNA YORGUNLUK

تَصْلٰىنَارًاحَامِيَةًعَامِلَةٌنَاصِبَةٌ

“Çalışmış, fakat boşuna yorulmuştur, sonunda kızgın ateşe girecektir.”(el-Ğâşiye, 3-4)

O hâlde, bilgi edinmek yolunda yıllarını okul yollarına, kitap ve defter başında dirsek çürütmeye sarf eden nesillerimize; mutlaka, ilmi faydalı hâle dönüştüren sırrı, Allah Rasûlü’ne muhabbetle ittibâ hakikatini öğretmek mecburiyetindeyiz. Aksi hâlde, mevcut tabloda da göründüğü gibi, ahlâk bahsinde, güzel davranış bahsinde, insâniyet yolunda elimize geçen, acı bir yorgunluktan ibaret kalır.

Hâsılı;

İlmin getireceği netice, yani faydalı ilimden insanın elde edeceği istifade; Cenâb-ı Hakk’a kullukta kurbiyet, yakınlık derecesi elde etmektir. İlmin faydası, kişiyi sâlih ameller işlemeye sevk etmesidir; kulluğunun huşûunu, kalbinin haşyetini, ürpertisini artırmasıdır. Bunu hâsıl edecek yegâne usul ise; Allah Rasûlü ile ülfetimizi, O’na muhabbet ve ittibâımızı artırmamızdır.

Fahr-i Kâinât Efendimiz gibi duâ edelim:

“Allâh’ım, faydasız ilimden, korkmayan kalpten, doymayan nefisten ve icâbet edilmeyen duâdan Sana sığınırım.”(Müslim, Zikir, 73)

Yâ Rabbî!.. Kalplerimizi, Habîb-i Edîbin –sallâllâhu aleyhi ve sellem-Efendimiz’in feyiz ve rûhâniyetinden nasipdâr eyle!.. Cehlimizi ilm-i nâfî ile bertarâf eyle ve ilmimizi Hakk’a yakınlık istikametinde artır. Bizi, takvâ ile «mârifetullâh»a eren bahtiyar kullarından eyle!..

Âmîn!..