İki Cihanda Saâdet, İlâhî Emirlere Riâyetle Mümkün

Genç Dergisi, Yıl: 2022 Ay: Haziran Sayı: 189

Muhterem Efendim, günümüzde maalesef “özgürlük” adı altında ve global kültürün menfî tesirleriyle bazı hanım kızlarımızın tesettürlerine gereken ehemmiyeti gösteremediğini müşâhede ediyoruz. Bu hususta gençlerimize neler söylemek istersiniz?

Rabbimiz, insanı eşref-i mahlûkat olarak yarattığını bildiriyor. Bu sebeple onun izzet, şeref, haysiyet, hayâ ve vakârını koruyup takviye edecek ilâhî emirler buyurmuş. Tesettür de bu ilâhî emirlerden biri.

Tesettür, mahlûkat arasında yalnız insana âit bir keyfiyet. Diğer mahlûkatta bu yok. İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine lûtfettiği şeref ve yüceliği koruyabilmek için örtünmeye mecbur. Aksi hâlde, diğer mahlûkların seviyesine düşer.

Peki, tesettür nasıl olmalı? İslâm, insanlık haysiyetine uygun giyinmeye dâir hangi kâideleri getirmiş?

Âyet-i kerîmede “cilbâb” ifadesi geçiyor. Nedir cilbâb? Normal elbise üzerine giyilen, vücut hatlarını belli etmeyen ve kadını vitrine olmaktan koruyan bir dış giysi. Yani maksat, sadece deriyi kapatmak değil, vücudu örtmek, setretmek.

Dıhye -radıyallâhu anh- şöyle naklediyor:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e, kubtiyye denilen ince kumaşlar getirilmişti. Onlardan birini bana verdi ve;

«–Bunu ikiye böl, birini kendine gömlek dik, diğerini de hanımına ver, kendisine başörtüsü yapsın!» buyurdu.

Ben tam döndüm giderken;

«–Hanımına söyle, bu ince kumaşın altına, vücûdunu göstermeyen başka bir elbise daha giysin!» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 36/4116)

Dolayısıyla pardesü, çarşaf ve benzeri mahallî kıyafetlerde bu gerçeğe mutlaka riâyet etmek lâzım. Yani elbise bol olacak, İslâmʼın asâletini, nezâhetini ve iffetini yansıtacak. Bu şartları taşımadan giyinip sokağa çıkan bir kadın; tesettüre riâ­yet etmiş olmaz. Sadece kendisini kandırmış olur.

Bugün sokaklar, bin bir türlü dış kıyafetle dolu. Başını örtmüş ama bütün vücut hatları meydanda. Hâlbuki vücut hatlarını belli edecek derecede dar, gözleri üzerine çekecek kadar gösterişli ve bakan kimseye Züleyha’nın Hazret-i Yusuf’a dediği gibi; “Gelsene bana!”[1] dedirten elbise giymek, edep, hayâ ve iffet mahrumluğudur ve kişiyi mânen helâke sürükler.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:

“Cehennemliklerden henüz görmediğim (daha sonra ortaya çıkacak) iki grup vardır:

Bunlardan biri, sığır kuyrukları gibi kırbaçlarla insanları döven bir topluluktur.

Diğeri, giyinmiş oldukları hâlde çıplak görünen, başkalarını da kendileri gibi giyinmeye zorlayan ve başları deve hörgücüne benzeyen kadınlardır. İşte bu kadınlar Cennetʼe giremezler. Hattâ onun çok uzak mesafeden hissedilen kokusunu dahî alamazlar.” (Müslim, Cennet, 52)

Maalesef globalleşme, kültür emperyalizmi gibi tabirlerle anılan menfî rüzgârlar, bu hususta dikkatsiz müslümanların birçok hassâsiyetini berhavâ etti. Bu sahada en büyük yara; en hassas, en mahrem sahamız olan tesettür ve kadın-erkek münasebetlerinde açıldı -maalesef-.

Günümüzde ne moda olursa, toplumdaki şuursuz yetişen nesiller, âdeta selde sürüklenen kütükler misâli, hemen o akıntıya kapılıveriyor. Erkeklerin küpe takması, kısacık şortla gezmeler; pasaklı kılık-kıyafetler; erkeği kadına, kadını erkeğe benzeten saç tıraşları, “moda” adı altında -maalesef- müslüman toplumlarda bile kendine yer bulabiliyor.

Hâlbuki İslâm, kadın ve erkeğin kendi şahsiyet ve hususiyetlerine uygun bir şekilde yaşamasını ister. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kadına benzemeye çalışan erkeğe ve erkeğe benzemeye çalışan kadına lânet etmiştir. Bu kimselerin ilâhî rahmetten uzak olduklarını bildirmiştir.[2]

Tesettür, İslâm’da kadına verilmiş olan yüksek mevkî ve kıymetin mühim bir tezâhürüdür. Nitekim değerli hazineler, en güzel şekilde muhafaza edilir; tutup da hırsızların gözleri önüne serilmez. İşte tesettür sayesinde müslüman kadın da kendisine verilen yüksek kıymet sebebiyle yabancı bakışların yıpratıcı ve incitici tesirinden muhafaza edilmek istenmiştir.

Tesettür, sadece zâhirî bir örtünüş değil; aynı zamanda bâtınî olarak da hayâ kaftanına, iffet libâsına, takvâ ve verâ elbisesine bürünmektir.

Bir gün yanıma, vazifesinde hayli yükselmiş bir memur gelmişti. “Hocam, ben ve hanımım çok dindardık, İslâm’ı elimizden geldiğince, en güzel şekilde yaşamaya gayret ediyorduk. Fakat vazifemizde yükselmek için yukarıdan bazı şeyleri yapmamız hususunda emir geldi. Bunun neticesinde ihtilat hayatı başladı. Kadınlı-erkekli müşterek eğlencelere katıldık. Sonra biraz daha ileri gittik ve hanımım başörtüsünü çıkardı. Bunu yaptıktan sonra yavaş yavaş her şeyimiz kopmaya, bozulmaya başladı. Biz o başörtünün bir bez parçası olmadığını anladığımızda ise iş işten geçmiş oldu.” dedi.

Şunu aslâ unutmayacağız; bir hanımın en paha biçilmez ve en kıymetli varlığı, onun iffetidir. Kadınlık şeref ve haysiyetini korumak, ancak iffet sâyesinde mümkündür. Yüce dînimiz, kadının iffetine çok ehemmiyet veriyor. Meselâ Meryem Vâlidemiz, iffeti sebebiyle Kur’ân-ı Kerîm’de medhedilmiş ve onun ismi tam 34 yerde zikredilmiştir. Kur’ân’da isminin bu kadar çok zikredilmesi, başka hiçbir kadına nasîb olmamış bir şereftir.

Bu da gösteriyor ki, bir kadını en değerli yapan husus, iffettir, iffettir, iffettir. Bunun için de İslâm, kadının haysiyetini korumak için tesettüre son derece ehemmiyet vermiştir.

Çünkü tesettür, kadını hem fizikî, hem de rûhî olarak muhafaza altına alan ve onu zararlı bakışlardan koruyan âdeta bir siper-i sâika/paratoner mesâbesindedir. Kadın, tesettürden sıyrıldığı takdirde kadınlığına has birtakım meziyetlerini yitirmektedir. Lâkin mütesettir, edep ve hayâ timsâli, vakarlı bir hanımefendi, bir iffet âbidesi olarak ömür sürer.

Ayrıca tesettürle alâkalı hüküm, sâdece kadına âit olmayıp erkeği de şümûlüne almaktadır. Yani bu husustaki emir, kadın-erkek her mü’mine şâmildir. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

(Ey Rasûlüm!) Mü’min erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle! Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır.

Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; nâmus ve iffetlerini muhafaza etsinler. Görünen kısımları (yüz, el, ayak) müstesnâ olmak üzere ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine (kadar) örtsünler…” (en-Nûr, 30-31)

Bir başka âyet-i kerîmede de şöyle buyrulur:

“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına (dışarı çıktıkları zaman) dış örtülerini üstlerine almalarını söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” (el-Ahzâb, 59)

Bu âyet-i kerîmeler nâzil olur olmaz, sahâbe hanımlarının hiçbir îtiraz ve tereddüt göstermeden, bilâkis büyük bir îman vecdiyle ilâhî emre ittibâ ettiklerini Hazret-i Âişe Vâlidemiz şöyle anlatıyor:

“…Nur Sûresi’nde; «Kadınlar, başörtülerini yakalarının üstüne (kadar) örtsünler…» âyeti inince, erkekler bu âyetleri okuyarak evlerine döndüler. Bu erkekler; hanımlarına, kızlarına, kız kardeş ve hısımlarına bunları okudular. Bu kadınlardan her biri etek kumaşlarından, Allâh’ın kitabını tasdik ve ona îman ederek başörtüsü hazırladılar. Ertesi sabah, Hazret-i Peygamber’in arkasında başörtüleriyle sabah namazına durdular.” (Buhârî, Tefsîru Sûre, 29/12)[3]

Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-, Mekke’ye ticaret için geldiğinde Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i Hazret-i Hatice ve Hazret-i Ali ile birlikte Kâbe’yi tavaf ederken gördüğünü ve bu esnâda Hazret-i Hatice’nin tesettüre çok dikkat ettiğini söylüyor. (Zehebî, Siyer, I, 463)

Bir de Medîneli hanım sahâbîlerden olan Ümmü Hallâd’ın başından geçen şu hâdiseyi nakledelim:

Ümmü Hallâd, oğlunu yahudîlerle yapılan Benî Kurayza Gazvesi’ne göndermişti. İslâm askerlerinin geri dönmekte olduğunu, bu arada Hallâd’ın da şehîd düştüğünü öğrenen bazı müslümanlar, Ümmü Hallâd’ın evine koşup oğlunun başına geleni haber verdiler. O İslâm kadını, başörtüsünü alıp Rasûl-i Ekrem’e oğlunun âkıbetini sormak üzere koştu. Onu başörtüsüyle gören biri hayretle:

“–Hallâd öldü; sen hâlâ başörtüsüyle duruyorsun!” deyince Ümmü Hallâd, bir İslâm kadınının hayat görüşünü ve düşünce tarzını ortaya koyan şu müthiş cevâbı verdi:

“–Hallâd’ı yitirdiysem, hayâmı da yitirmedim ya!” (İbn-i Sa’d, III, 531; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 140)

Velhâsıl mü’mine bir hanım, Allâh’ın emri olduğu için tesettürüne çok dikkat edecek. Onu İslâm’ın zarif bir nişânesi olarak görecek. “Bu zamanda da böyle olur mu?” demeyecek. Çünkü Allâh’a yaklaşmak için ilâhî emirlere tâbî olmak şart. Tâbî olmayan, Allah korusun İblis’in durumuna düşüyor. O, secdeye dâvet edildiğinde; «Ben ondan (Âdem’den) üstünüm»[4] dedi ve Cenâb-ı Hak ile cidâle girdi. Dolayısıyla Allah’la cidâle kalkışan, İblisʼin durumuna düşer.

Rabbimiz, ilâhî emirler muhtevasında, istikâmet üzere bir hayat yaşamayı cümlemize lûtf u keremiyle ihsan buyursun.

Âmîn!..

Dipnot:

[1] Bkz. Yûsuf, 23.

[2] Bkz. Buhârî, Libâs, 61.

[3] Ayrıca bkz. İbn-i Kesîr, Muhtasar, M. Ali es-Sâbûnî, 7. Baskı, Beyrut, 1402/1981, II, 600.

[4] Bkz. el-Aʻrâf, 12; Sâd, 75-76.