İftar Sevinci Programı Özel Mülâkâtı

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

İFTAR SEVİNCİ PROGRAMI ÖZEL MÜLÂKÂTI

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Hayırlı günler değerli dinleyiciler!

Ramazanımız mübârek olsun. Kutlu bir mevsime başlıyoruz -inşâallah-. İnşâallah bayrama ereriz. Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in müjdelediği, Cennet’e kavuşacak bir ay yaşarız.

Erkam Radyo’nun Ramazan programları içerisinde her gün bir Ramazan sohbeti, bir iftar sohbeti yapmayı plânladı. Bendeniz, Ahmet Taşgetiren. İnşâallah sohbetlerde sizlerle birlikte olacağız. Her gün bir sohbetimiz olacak.

Bugün -inşâallah- Ramazan’ımızın ilk gününde ilk sohbetimizi muhterem Osman Nûri Topbaş Hocaefendi’yle yapmayı plânladık. Kabul buyurdular. Bugün kendileriyle beraberiz.

Efendim, hoş geldiniz.

Teşekkür ederiz, hoş bulduk.

Âfiyettesiniz -inşâallah-.

Allah râzı olsun. Teşekkür ederiz.

Ramazanımız mübârek olsun -inşâallah-.

Âmîn, âmîn!..

Efendim, ilk sohbeti zât-ı âlînizle başlatalım diye düşündük. Şimdi şöyle bir soruyu ifade edeceğim önünüze -inşâallah-.

Ramazan ayına, oruç mevsimine kavuştuk -elhamdülillâh-. Allah ömür verirse bir ay süreyle orucu yaşayacağız.

Oruç, belli disiplinleri olan bir ibadet. Yemek-içmemek gibi, cinsel münâsebette bulunmamak gibi. Her ibadetin böyle bir -tâbiri câizse- zâhirî boyutu var. Namazda, hacda, zekâtta da öyle. Bunlar olmazsa ibadet olmuyor elbette. Ama sanki yine her ibadetin ruh derinliğine yönelen bir tarafı da var. İç derinliği, ya da bâtın boyutu denebilecek tarafı. Hattâ belki o iç derinlik olmadığında ibadetin satıhta kalma riski var. Şu Ramazan, oruç günlerinde orucun bu iç derinlik tarafını konuşsak zât-ı âlînizle diye düşündük.

Orucun bizim şahsiyet derinliklerimize ulaşan, asıl orayı inşâ eden yanı nedir diye bir soruyu koyalım Efendim önünüze.

İnşâallah.

Buyrunuz, söz sizin Efendim.

Efendim, Ramazân-ı Şerîf Hakk’a yaklaşma seferberliği. Yine Ramazân-ı Şerîf nefsin tasallutlarını bertaraf etme mevsimi olmuş oluyor.

Tabi Ramazân-ı Şerîf’te Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir lûtfu -elhamdülillâh- Ramazân-ı Şerîf. Cenâb-ı Hakk’ın ihsân ettiği bir ay olmuş oluyor.

Bu ay, Kur’ân-ı Kerîm’in nâzil olduğu bir ay. Kur’ân-ı Kerîm’le şereflenen bir ay. Kadir Gecesi’yle şereflenen bir ay.

Nasıl birçok sanayi kuruluşları seminerler yaparlar dünyevî maksatlar için…

Evet.

Daha çok dünyevî imkânlarını artırmak için.

Ramazân-ı Şerîf de mânevî dünyamızı -buyurduğunuz gibi- işin bâtınî tarafı çok mühim. Çünkü sırf zâhirle olmuyor.

Ramazân-ı Şerîf bu şekilde bir nefsin tasallutlarına karşı bir riyâzat mevsimi. Bunu -inşâallah- bütün hayatımızın her safhasına, gelecek sene Ramazan’ına kadar devam ettirebilme gayretinde olabilmemiz -inşâallah-.

İç donanım sağlıyor.

İç donanım.

Evet.

Bu bir tezkiye Ramazân-ı Şerîf. Bir tasfiye olmuş oluyor. Cenâb-ı Hak, sizden evvelki ümmetlere de bu orucu farz kıldığını…

Demek ki oruç, bir tasfiye ve tezkiye. Mü’min yüreğinin çok ihtiyacı var. İhtiyacını da Cenâb-ı Hak bildiriyor:

لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

“…Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara, 183)

Takvâ Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşma ölçüsü. O zaman takvâ nedir diye bir tarif istenirse…

Yani oruçla takvâya ulaştırıyor.

Takvâya ulaştırıyor. Namazla ayrı bir takvâya ulaşma var.

Evet.

Oruçla bir takvâya ulaşma var. Zekât, sadaka, infaklarla takvâya ulaşma var. İmkânı olana hacla takvâya ulaşma var.

O zaman takvâ bir kalp kıvamı.

Kalp kıvamı.

Evet.

Ahlâkî disiplinle, Rasûlullah Efendimiz’in ahlâkına benzemek.

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

(Kişi sevdiğiyle beraberdir. [Buhârî, Edeb, 96]) Bir takvâya ulaşabilme var. Muâşeretle bir takvâya ulaşabilme var.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak hayatımızın her safhasını istikâmette istiyor.

İstikâmet ise -mâlum- Cenâb-ı Hakk’a giden yol. Bunun da bu istikâmette giden yolun da üsve-i hasenesi, yani örnek şahsiyeti Rasûlullah Efendimiz. Yani hayatımızın her safhasını Rasûlullah Efendimiz’e benzetme mecburiyetindeyiz.

Yani namazımızı, orucumuzu, Ramazân-ı Şerîf’imizi, muâmelâtımızı, muâşeretimizi, hak-hukuk tevziini Allah Rasûlü’ne benzetmemiz.

Bu şekilde kalbin rûhâniyetle dolması.

Kısa bir takvâ, Efendim takvâ nasıl bir kalp kıvamı demek?

Efendim, takvâ; yani Cenâb-ı Hak nasıl bir takvâ kıvamı istiyor:

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

Cenâb-ı Hak zamandan-mekândan münezzeh.

Yani “Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir.” وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ . (el-Hadîd, 4)

Hattâ daha öteye,

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

(“Biz ona şah damarından daha yakınız.” [Kāf, 16]) Duygularımızı bir bilen kendimiz, bir de Cenâb-ı Hak. Dâimâ şuna duâ etmeliyiz ki:

“Yâ Rabbi! Hislerimizi, duygularımızı kendi rızâ-yı şerîfin ile te’lif eyle!”

Biz, subje hâdise olduğu için, kendimizin doğru olduğumuzu zannederiz.

Evet.

Yani hayatımızın her safhasında Rabbimiz’e sığınmak. Dînin bir zâhiri var. O zâhir, bu bedenle oluyor.

Yani namaz kılıyoruz bedenle, oruç tutuyoruz bedenle, hacca gidiyoruz bedenle…

İnfak bedenle.

İnfak bedenle, evet.

Fakat bir de bunun yanında bâtını var. Burada kalbî durumumuz nasıl?

Evet.

Çünkü Cenâb-ı Hak bize Kur’ân-ı Kerîm’de daha ziyade kalbe vurgu yapıyor. Hattâ son nefesimizi bile Cenâb-ı Hak:

اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ

(“…Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89]) buyuruyor.

Nasıl doğarken tertemiz dünyaya geldik, tertemiz olarak âhirete intikâlimizi Cenâb-ı Hak arzu ediyor. Bunun için de Cenâb-ı Hak bizden takvâ istiyor. Yani mârifetullah’tan bir nasîb almamızı…

Efendim bu “takvâ” kelimesini biraz açsak diyorum. Çünkü birçok vaazda, kürsüde, takvâdan bahsediliyor, Kur’ân’ın bir mefhumu. Ama zannediyorum, geniş kitlelerimiz de, takvâ nasıl bir şey ki Rabbimiz bizden onu istiyor. Yani biraz o takvâ, kalp kıvamı nasıl bir şey?

Efendim, takvâ; kalbin bir mesâi durumu. Kalbin bir merhaleler katetmesi neticesi meydana geliyor. Okumakla filân olmuyor bu.

Evet.

Bu, insanın kendisinin kendisine vereceği bir hâldir bu. Yani bu nedir? Nefsânî arzuları bertaraf edecek, rûhânî istîdatları inkişâf ettirecek, kendisinin ilâhî kameranın, ilâhî müşahedenin altında olduğu, idrak ve şuur hâline gelecek kalpte. Cenâb-ı Hak bunu da muhtelif âyetlerde bildiriyor, nasıl bir kıvam olacak:

“Ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken Allâh’ı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)

Yani Cenâb-ı Hakk’ın unutulduğu bir zaman olmayacak.

Evet.

Bunun neticesinde de kalp, ilâhî vitrinler seyredecek:

“…Göklerin ve yerin yaratılışını derinden derine düşünürler…” (Âl-i İmrân, 191)

Orada bir dehşet bildiriliyor: “Sübhânallah” diyecek kul, kalp “sübhânallah” diyecek.

“…Yâ Rabbi, bizi Cehennem azâbından koru.” diyecek. (Bkz. Âl-i İmrân, 191)

Yani verdiği bu nîmetlere bir şükran hisleri içinde olacak.

Diğer bir âyette Cenâb-ı Hak:

“وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ” buyuruyor.

“…Allah anıldığı zaman kalpleri titrer…” (el-Enfâl, 2) buyuruyor.

“…Allâh’ın âyetleri okunduğu zaman îmânı artar, (değişen şartlar altında) tevekkül (ve teslim) olurlar, namazı ikāme ederler…” (el-Enfâl, 2-3) buyuruyor. Bu da en zoru.

Nasıl bir şey Efendim?

Kalbî dirilik hâlinde bir namaz.

İkāme, evet.

Kalbî dirilik. Bir “Allâhu ekber” derken sonsuz bir azamet, Sübhâneke…

Fâtiha, tamamen tâlimat. Zammı sûreler öyle. Cenâb-ı Hak yine Allah Rasûlü’nün yanında kimler var? Fetih Sûresi’nin son âyetinde:

“…Sen onları rükû ederken, secde ederken görürsün…” (el-Fetih, 29) buyuruyor.

Demek ki rükû ve sücûd/secdeler, ayrı bir âleme götürecek kalbi. İlâhî huzurda olduğunun idrâki içinde olacak.

“مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ” buyruluyor. (Bkz. el-Fetih, 29) Bir nûrâniyet, bir huzur hâli olacak.

Evet, alınlara, yüzlere değil mi?

Yüzlere, yani bir in’ikâs olacak.

Secde yansıması olacak.

Evet, Cenâb-ı Hak yine muhtelif âyetler, seksen küsur âyet var “ey îmân edenler” olarak. Cenâb-ı Hak yine:

“Ey îmân edenler! Allâh’a karşı gelmekten sakınırsanız, O size bir furkan (yani hakkı bâtıldan ayırt edecek bir anlayış verir, bir idrak) verir…” (el-Enfâl, 29)

Demek ki Cenâb-ı Hak ufku açıyor. O kalpte hikmet tecellî edecek. Hikmet; okumakla öğrenilmez, hikmet kalpte tecellî edecek. Hikmet, esrârın, hâdisâtın, vukuâtın sırrına kalp âşinâ olacak.

Şöyle bir şey anladım Efendim; kafa karışıksa meselâ, “Furkan” yoksa, yani hakkı-bâtılı ayıramaz hâle geldiysek, o zaman içimizde bir problem var.

Problem var.

Değil mi Efendim? Yani bu Allâh’ın hoşnud olacağı bir iş mi, olmayacağı bir iş mi? Kafamız karışıyorsa, içimizde bir problem var, Furkân’ı kaybettik o zaman.

İşte Furkân’ı bulabilmek için de,

Evet.

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

(“Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. [eş-Şems, 9])

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى

((Nefsini kötülüklerden) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [el-A‘lâ, 14]) buyuruyor. Fücur bertaraf edilecek, rûhâniyet yoğunlaşacak, insanın iç âlemi temizlenecek.

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا, ne demek Efendim, yani…

“Temizlenen kurtuluşa erdi.” (eş-Şems, 9)

Kurtulur. Yani temizlenmek lâzım.

Temizlenmek lâzım. Yani kelime-i tevhid de bu temizlenmekle ilgili bir tâlimat; “Lâ ilâhe” ile başlıyor.

Evet.

Yani kalpte bir putperest, kalbin bir putperest olmayacak. Maddî ve mânevî. Malın putperesti olmayacak, makam-mevkînin putperesti olmayacak. Maddî-mânevî bir putperestlik olmayacak. Kalp temizlenecek berraklaşacak. Ondan sonra:

“İllâllah”: Kalpte cemâlî sıfatlar tecellî edecek.

“…Gören gözü, işiten kulağı, akleden kalbi olurum…” Cenâb-ı Hak buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Rikāk, 38)

Bu nasıl, bir menbâ suyunun içine bir necâset düşse, onun bütün güzelliği kaybolur, Cenâb-ı Hak da böyle bir kalp istiyor.

Kirlenmemiş bir kalp.

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

“…Kalpler ancak Cenâb-ı Hakk’ı anmakla huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28)

Tabi bu huzur, dünyevî huzurdan çok daha uzakta. Yani dehşetli bir huzur bu.

Tabi bu, her ibadet böyle. Yani namaz böyle olduğu gibi, oruç da öyle.

لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

(“…Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” [el-Bakara, 183])

Gözüne oruç, bâtınî tarafı. Zâhirî tarafı imsak vaktinden güneş batana kadar bir şey ağza almamak. Bâtınî tarafı da gözüne oruç, kulağına oruç, ağzına oruç, bedenine oruç, riyâzat hâli. Hattâ helâllerden riyâzat hâli ki kerâhatlere karşı nasıl bir tutumun olacak?

Yani oruçla biz helâllere sınır getiriyoruz.

Evet.

Yani haramlar söz konusu veya kerâhet/mekruhlar söz konusu olduğunda çok daha titiz. O disiplini veriyor değil mi Efendim?

O disiplini veriyor. Tabi Ahmet abi, yani onun için Ramazân-ı Şerîf sanki kirlenen iç dünyamızın temizlenmesi.

Evet.

Yine orucu şey yaparsak:

لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

(“…Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” [el-Bakara, 183])

Bir de insan gâfil. Allâh’ın verdiği nîmetlere alışıyor, farkında olmuyor.

Evet.

Cenâb-ı Hak bu dünyayı bir imtihan dünyası olarak halketti. Bir endam aynası. Yani Cenâb-ı Hak insanın ne ihtiyacı var, hakkı bulabilmesi için, kalbini inkişâf ettirirse, o Cenâb-ı Hakk’ın çok büyük bir lûtfu.

Hattâ Sâdî-i Şîrâzî diyor ki:

“Ağaçlardaki her bir yaprak bir divandır mârifetullaha, âkıller için.”

Evet.

“Af edersiniz ahmaklar için de bütün ağaçlar tek bir yaprak bile değildir.”

Evet. Gören, yani bir yapraktan varır Allâh’a…

Yine bir, ayrı bir mütefekkir:

“Bu âlem âkıller için seyr-i bedâyî; ilâhî azameti, ilâhî sanatı seyretmek; gâfiller için de yemekle şehvettir.” buyuruyor. Yani diğer mahlûkat gibidir diyor.

Onun için namaz olsun, oruç olsun, diğer şeylerle olsun; bunlarla ruh incelecek, incelecek, zarif bir insan meydana gelecek.

Evet.

Meselâ bu zarâfet ayrı, meselâ çiçeğe bakacak; “Allah bu çiçeği ne güzel yaratmış.” Demek ki bu çiçeği yaratan Cenâb-ı Hak, muhteşem bir manzara, Cenâb-ı Hak çok çok daha muhteşem ki onun bir eseri…

Kendine bakacak; bir yoktan nasıl meydana geldi? Bir spermden nasıl geldi? Semâya, Güneş’e bakacak, Ay’a bakacak, atmosfere bakacak, toprak terkibinden çıkanlara bakacak… Kalp ilâhî vitrinler seyredecek. Kalp, şeytânî vitrinler seyretmekten kendini kurtaracak. Selâmete erecek kalp. Burada tefekkür, 137 yerde geçiyor.

Kur’ân’da.

Cenâb-ı Hak mikrodan makroya, bir atomdan galaksilere kadar, her şey, her şeye bir tefekkür hâlindeyiz.

Bir hâtıra:

Ya umre veya hacda. Uçakta, orada hizmet eden personele hostes deniyor mâlum. Hosteslere demişler ki benim için, “bu hocadır” demişler.

Evet.

Hostesler geldiler.

“–Siz hocaymışsınız.” dediler.

“–Öyle zannediyorlar.” dedim ben de.

“–Size bir soru soracağız.” dediler.

“–Buyrun.” dedim.

“–Bizim vazifemiz nedir bu dünyada, niye geldik?” dediler.

Evet. Belki en temel soru Efendim?

Evet. Ben de dedim ki:

“–Bak siz dedim, devamlı uçakta seyahat ediyorsunuz dedim. En modern bir uçakta bile anons ediyorsunuz ki eğer oksijen düşerse maskeler gelecek.”

Evet, gaz maskeleri.

Evet.

“–Hiç şüpheleniyor musunuz, yarın atmosferdeki (yüzde) 21 oksijen aşağıya düşer de biz karada da oksijen tüpüyle gezelim diyor musunuz? Bakın nasıl ilâhî bir ekolojik denge. Yani insan kalp gözüyle neye baksa, orada Cenâb-ı Hakk’ın sıfat tecellîlerini görür. O zaman hiçbir şey sebepsiz değil. Biz o zaman niye dünyaya geldik? Niye gidiyoruz? Kimin mülkündeyiz? Bu akış nereye?..”

Evet, evet…

Velhâsıl oruç, ayrı bir tefekkür. Bu tefekkür nasıl olacak? Allâh’ın verdiği her nîmete şükretme mecburiyetindesin. Allah sana göz verdi, niye verdi bu gözü? Bu gözü nerede kullanacaksın?

Allah sana kulak verdi, nerede kullanacaksın?

Ağız verdi, nerede kullanacaksın?

Velhâsıl bütün uzuvlarımızla oruç tutabilmek. Bunu da zamana yaygınlaştırabilmek…

Tabi burada orucu fesâda uğratan şeyler var, en ziyâde gıybet gelir, dedikodu gelir…

O, zamana uzatabilmek sözünüzü biraz şey yapsak Efendim, yani şimdi tabi Ramazan orucu bir ay süreyle başlıyor, bitiyor. Ama oradan aldığımız terbiyeyi, değil mi, göz orucunu meselâ, dil orucunu bütün hayat boyunca sürdürmek…

Ahmet abi, bahçıvan ektiği bir tohuma dikkat ederse o tohum filiz verir.

Evet.

Gövde olur kalınlaşır.

Evet.

Artık o rüzgarlarda, fırtınalarda kopmaz. Ramazân-ı Şerîf böyle bir gönül âlemine bir tohum ekme zamanı.

Çok güzel.

Yani bunda ne kadar tohum güçlü olursa, tohuma dikkat edilirse, o inkişâf eder.

Evet.

Hattâ Mevlânâ’nın güzel bir ifadesi vardır. Buyurur ki Mevlânâ:

“Ramazan geldi, artık maddî yiyeceklerden elini çek ki gökten sana mânevî rızıklar gelsin…”

Evet.

“Bu ay, bu mevsim gönül sofrasının kurulduğu aydır.”

Çok güzel.

“Gönlün, bedenin hatalarından kurtulduğu aydır. Gönüllerin aşk ve îman ile dolduğu aydır.”

Çok güzel.

Yine orucu müşahhas hâle getirir, yani mecâzî bir ifadeyle:

“Oruç der ki, (orucu konuşturur):

Allâh’ım bu mü’min kulun, Sen’in emrine itaat etmek için helâl lokmayı bile yemedi.”

Oruç, Allâh’a böyle niyaz ediyor.

Böyle niyaz ediyor. Orucu konuşturuyor:

“Susuzken su içmedi. Bu mü’min nasıl olur da harama el uzatabilir?”

Evet.

Bir defa kalpte güçleniyor orucun keyfiyeti.

Evet. Oruç, insana ilişkin hüsn-i zan besliyor değil mi Efendim? Nasıl harama el uzatır?..

Yine buna benzer Mevlânâ’nın çok güzel şeyleri var bu Ramazân-ı Şerîf için. Diyor ki diğer bir şeyde:

“Teni diyor, aşırı besleyip geliştirmeye bakma. Çünkü o sonunda toprağa verilecek bir kurbandır.”

Evet.

Yani obur olma diyor.

Evet.

“Sen gönlünü feyiz pınarlarından doldurmaya bak gönlünü. Zira yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur.”

Evet.

Zaten Efendimiz de üçte bir diyor; üçte bir yemek al diyor, üçte bir su al, üçte bir boşluk kalsın buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Zühd, 47)

Yine buyuruyor Mevlânâ:

“Bedenine yağlı-ballı şeyleri az ver. Çünkü tenini fazla besleyen kimse nefsânî arzulara düşüp sonunda rezil olup gidiyor.”

Evet.

Ne oluyor? Hantallaşıyor. Kalp hantallaşıyor. Kalbin canlı, diri olması lâzım.

Evet, bu oruçla kalp öne çıkıyor değil mi Efendim?

Namazla çıkıyor, oruçla çıkıyor. Namazda huşû istiyor Cenâb-ı Hak, fahşâdan-münkerden korunmasını istiyor.

Zaten hadis âlimleri, bir râvîden hadis almaya gittikleri zaman, onun diyor, ilk başta, sormadan, hadis almadan, namaz kılmasına bakardık diyor.

Evet.

Namazda ne kadar huşûu var. Hâline bakardık…

Namazın hakkını ne kadar veriyor?

Ne kadar veriyor. Çünkü…

Namazdan çalıyor mu? Öyle bir şey de var değil mi hadîs-i şerîfte?

Tabi, namaz hırsızı.

En kötü hırsız, namaz hırsızıdır diye.

Tabi.

Namazdan çalıyorsa adam…

Zaten burada Ahmet abi, insan kendisini düşünecek. Benim namazım nasıl? Namazını(n makbuliyet derecesini) görmek istiyorsa, benim ahlâkî meziyetlerim nasıl? Beşerî münâsebetlerim nasıl? Merhametim, şefkatim, tevâzuum nasıl? Burada benzer. Yani bunlar, kendi kıldığı namazı görmek isterse; kendi dünyasına bakacak ki, namaz ne kadar onu muhafaza etti, Fahşâdan, münkerden korudu?

Evet.

Yok eğer, hem namaz kılıyor, hem bu işlerden uzaksa, Cenâb-ı Hak:

فَوَيْلٌ لِلْمُصَلِّينَ

“Yazıklar olsun o kimseye ki diyor, namazda riyâ yapar, vs. yapar, birtakım gafletlerle getirir.” (Bkz. el-Mâûn, 4) Yani Cenâb-ı Hak namazla bir ölçü veriyor bize. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; “Benim kıldığım gibi kılın.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Ezân, 18)

Demek ki namaz zor bir iş. Yani namazda, kalp ve beden âhengini iyi kurabilmek lâzım.

Efendim, tabi, oruç aynı zamanda namazın da birlikte yaşandığı bir mevsim. Yani hem namazı kılıyoruz, hem orucu tutuyoruz. O zaman iç içe iki ibadetin bütünleştiği…

Tabi şimdi, namazlarda da yoğunluk oluyor. Teravihler oluyor, teheccüdler her dâim olması lâzım. Rûhâniyet artacak, gönül âlemi rûhâniyetle dolacak ki gündüzleri de o şerden koruyacak. Gözünü koruyacak, kulağını koruyacak, ticaret yapıyorsa ticaretini koruyacak, her şeyini yanlışlardan koruyacak. Aldığı gıdâ helâl olacak. Helâl olduğu zaman rûhâniyeti artacak, feyz artacak.

Eğer karışık-bulaşık olursa ibadette de rûhâniyet azalmış oluyor.

Diğer taraftan bir de infak var.

Evet.

Zekât zaten asgarî, kırkta bir.

Evet.

Yani zekâtı herkes… Çünkü zekât kendi malı değil.

Evet.

Fakirin, kendi malı üzerindeki hakkı olmuş oluyor.

Evet.

Hattâ rahmetli peder derdi:

“Hırsızlık çok kötü şeydir derdi, fakat en kötü hırsızlık da derdi, fakirin malını çalmaktır.” derdi.

Evet.

Fakirin malını çalmaktır.

İnsan düşünemiyor, yani zaten yok adamın bir şeyi, bir de siz çalıyorsunuz, yani öyle bir şey.

En kötü hırsızlık derdi peder rahmetli.

Evet, aynen.

Zaten bu zekât da asgarîdir. “Fâilûn” buyruluyor âyet-i kerîmede. (el-Mü’minûn, 4) Bir de faaliyet göstereceksin. Kazanırken faaliyet göstereceksin, helâl olacak. Bunu tevzî ederken, gidip bulacaksın.

Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:

“Siz, sadakalarınızı, zekâtlarınızı, infaklarınızı, kendisini Allâh’a adayanlara verin.” Öncelik onlarda. Bir de orada dehşetli bir işaret var, bu “fâilûn”. “Onlar diyor -bir kısmı tabi- taaffüf, iffet sebebiyle gelip hâlini arz etmezler. Herkes onları imkânlı zanneder.” (Bkz. el-Bakara, 273)

Evet.

Sen gidip onları bulacaksın diyor. Nasıl tanıyacaksın onları? “Sîmâlarından tanıyacaksın” buyruluyor. (Bkz. el-Bakara, 273) Demek ki kalbi röntgen hâline gelecek.

Yani bakabilen insan, tanır onu demek, değil mi Efendim?

Nasıl Ahmet abi bir insanın sevincini, kederini sîmâsından anlarsınız; bu insanın iç dünyasını da anlayacak bir kalbe sahip olmak gerekiyor.

Evet.

İşte bu ne oluyor? Bu, mârifetullah’tan nasip alan bir kalp olacak.

Bir misal:

İnsanın an an gafleti oluyor. Hasan Basrî Hazretleri buyuruyor ki:

Bir gün diyor, mescitteydim diyor, bir fakir geldi, “ben açım” dedi. Ben de hemen eve gideyim de ona gönderirim dedim diyor. Eve gittim diyor, bir gaflet geldi unuttum diyor.

Sabahleyin mescide geldim ki diyor, bir hüzünle, göreyim bir özür dileyeyim, şey yapayım; baktım adam vefat etmiş.

Evet…

Çok üzüldüm diyor. Kefen aldım diyor, telâfi için onu kefenledim diyor. Gömdüm diyor. Ertesi gün diyor tekrar mescide gittiğim zaman yakaza hâlinde, kıbleden bir kefen, kabul olmadı yaptığın iş, al kefeni geriye denildi bana mânen.

Evet.

Velhâsıl bir de bu sadakalar, infaklar o kadar mühim ki, ânında bu, geciktirmemek lâzım.

Vaktinin geldiğini hissetmek lâzım.

Evet. Bunu geciktirmemek lâzım. Yani bu çok mühim bu sünnet-i seniyye. Efendimiz meselâ, elinde biraz fazla kalsa, hemen bir rahatsızlık duyardı.

Evet.

Onu infâk etmeden huzur bulamazdı. İslâm’ın her safhası öyledir. Meselâ Efendimiz neşe hâlinde Ravza’ya girdiler neşe hâlinde. Bir baktılar kıble tarafında af edersiniz bir tükürük var. Sahâbe diyor ki:

Efendimiz’in diyor sîmâsı birden bire değişti diyor. Bize döndü ki diyor, demek ki ne kadar bir hâli değişti ki;

“Sizin yüzünüze birisi bir tükürük atsa ne yaparsınız?!” dedi. (Bkz. Müslim, Mesâcid, 53)

Allah Allah…

Ne kadar bir duyguya girdi. Sahâbe diyor ki:

Hemen diyor, onu kapattık şöyle temizledik diyor, Allah Rasûlü’nün rengi yerine geldi.

Evet.

Demek ki mühim olan, hayatımızın her safhasında İslâm’ı yaşayabilmek, bir yerde unutmamak.

Evet.

İşte bu, nefs-i mutmainne oluyor. Kalb-i selîm oluyor, kalb-i münîb oluyor.

Yani infak da özellikle zekât şeyiyle Ramazan içinde genellikle…

Ahmet abi o kadar mühim ki bu…

Evet.

Cenâb-ı Hak, zekâtınızı, sadakanızı imha etmeyin buyuruyor, yok etmeyin diyor. (Bkz. el-Bakara, 264) Zâyî etmeyin diyor. Bu da çok mühim. Yani veriyorsun, zâyî oluyor. Niye? Enâniyetle veriyorsun.

Evet.

“Ben”, diyerek veriyorsun. Cenâb-ı Hak o “ben”i istemiyor. “Sen yâ Rabbi” diyeceksin.

Bir de âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, Ve’l-Fecr’i Sûresi’nde:

“Biz ona imtihan olarak mal veririz buyuruyor, o da sevinir diyor, Allah bana mal verdi, beni demek ki seviyor der.” diyor. (Bkz. el-Fecr, 15)

Hâlbuki Cenâb-ı Hak biz imtihan olarak veririz buyuruyor. (Bkz. el-Fecr, 15)

Evet.

En zor, maldan imtihandır.

Ebû Zer herhâlde, o diyor:

Bir insanın diyor, bir insanın üç tane ortağı vardır diyor. Biri kendisidir diyor. Biri diyor, terekedir diyor.

Mirasçısı.

Evet, terekedir diyor. Biri de kaderdir diyor.

Evet.

Üç tane ortakla gider diyor. Yarın, kaderi bilmiyor, ne olacak, o mal kendisine kalacak mı? Ölüm gelebilir, mal intikal edecek, kendinden gidecek.

“El-mülkü lillah.” Cenâb-ı Hakk’ın olduğunun idrâki içinde olacak. Hemen o anda onu infak edecek.

“Benim diyor, bir devem var diyor, devemi diyor şimdi diyor infak ediyorum ki diyor, yarın bu devem kıyamet günü beni karşılasın.” diyor. (Bkz. Ebû Nuaym, Hilye, I, 163)

Evet.

Tabi bir misal vermiş oluyor.

Evet.

Fakat güzel bir misal.

Evet.

Onun için yine Efendimiz, Ebû Zerr’e:

“–Ebû Zer diyor, çorbana su koy.” diyor.

Ebû Zer en fakir. Çünkü çorbaya koyacak bir şeyi yok yani.

Bir tek çorbası olabilir, ona da biraz su koyarak…

Bir. İkincisi diyor, “etrafını gözet” diyor. (Bkz. Müslim, Birr, 142)

Evet.

Yani git, gel, dolaş diyor, bak diyor kim muhtaç diyor.

Üçüncüsü diyor, verirken de bir nezâketle ver diyor.

Zaten Sâdî-i Şîrâzî de:

“Hak dostları kimsenin uğramadığı dükkânlardan alışveriş yaparlar.” diyor. Garipler, kimsesizler, zayıflar, yetimler, muhtaçlar…

Yani İslâm şunu telkin ediyor ki, yani Allah sana verdi, demek ki vermedikleri sana zimmetli. Sen onun boşluğunu dolduracaksın. Sen onun ihtiyacını göreceksin. Bu şekilde bunun neticesinde bir kardeşlik, bir din kardeşliği meydana gelecek.

Kalbin bu rikkat içinde olursa o kıyâmet günü, yedi kişinin Arş’ın gölgesi altında kaldığı biri olabilirsin o zaman.

Evet.

Çünkü o zaman Allah için kardeşlik…

Bunun en güzel müşahhas misâlini ashâb-ı kirâmda görüyoruz. Bugün de imtihan olarak bize kendi çevremizle beraber Suriyeli mültecileri görüyoruz. Cenâb-ı Hak… Bizim Anadolu’da bir tabir var; “Tanrı misafiri” derler.

Evet.

Âniden gelen bir misafir.

Evet, kapıyı çalan…

Ona ne yapılır? Bunu Allah gönderdi denir, ikram edilir.

Evet, evet.

Cenâb-ı Hak bugün de bize birçok mazlumlar gönderdi. Biz bunları “Tanrı misafiri” olarak kabul edeceğiz. Ramazân-ı Şerîf’te -inşâallah- bunların gönüllerini alacağız. Bunların duâlarını alacağız. Bu duâlar da -inşâallah- bize hem âhiret saâdeti olacak hem de dünyevî birçok felâketlerden korunmuş olacağız -inşâallah-.

Şöyle bir umûmî tavsiyeleriniz olsa, yani böyle, yani son, bu sohbetimize gelince, kendimize baktığımızda, yani -elhamdülillâh- Ramazan bize bir şeyler verdi diyebilelim. Ne dersiniz? Yani böyle umûmî tavsiyeleriniz olsa…

Ahmet abi, şimdi Cenâb-ı Hak en çok Kur’ân-ı Kerîm’de geçen esmâsını bildiriyor; “Rahmân ve Rahîm”.

Evet.

Besmele çekerken “Rahman ve Rahîm”…

Evet.

Fâtiha’nın ilk âyetinden sonra ikinci âyeti “Rahman ve Rahîm”.

Cenâb-ı Hakk’ın merhameti sonsuz. Baktığımız zaman, karıncadan deveye kadar bilemediğimiz cinlere kadar bütün mahlûkâtın rızkını Cenâb-ı Hak veriyor. Her an trilyonlarca sofra kuruluyor. Denizdekilere ayrı, havadakilere ayrı, toprağın ortasındaki, toprağın üstündekilere ayrı… Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve merhameti sonsuz.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 124 bin küsur peygamberin;

وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ

Âlemlere rahmet olarak Cenâb-ı Hak… (Bkz. el-Enbiyâ, 107)

Şimdi bir mü’minin de rahmet insanı olması lâzım.

Evet.

Şimdi Ramazân-ı Şerîf kula bir rahmet insanı olmanın bir hazırlığıdır. Rahmet insanına baktığımız zaman, bu rahmet insanında neler, ne gibi dünyası olacak?

Bir; tefekkür dünyasına yansıyacak bu rahmet. Yani aklını nasıl kullanacak?

Evet.

Aklını kalbine râbıtalı olarak kullanacak. Kalp, terakkî edecek, ilâhî vitrinler seyredecek kalp. Hep “aman yâ Rabbi” diyecek. Sonsuz ilâhî azameti tefekkür edip kendi hiçliğini düşünecek.

Meselâ İbrahim -aleyhisselâm- ikinci büyük peygamber olduğu hâlde Allah dostu olduğu hâlde, kıyâmet günü:

وَلَا تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ buyurdu.

“Yâ Rabbi dedi, insanları (yeniden) yarattığın gün beni mahcup etme.” (Bkz. eş-Şuarâ, 87)

O böyle duâ etti.

Evet. Ne olacak? Kalp bu şekilde rahmet insanında tefekkür artacak. Kalp hantallaşmayacak.

İbadetlere yansıyacak rahmet. Kalp ve beden âhengi içinde bir ibadetler olacak. Huşû ile îfâ edilen bir…

İbadet olacak.

Gönle yansıyacak. Gönlü bütün mahlûkâtı içine alacak. Gönül bir dergâh olacak. Ben diyecek karıncadan mes’ûlüm diyecek.

Rahmet insanı.

Rahmet insanı olacak. Meselâ Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri bir yerden bir yere giderken ağaç altında oturuyorlar, dinleniyorlar, yemek yiyorlar, devam ediyorlar. Bir karınca görüyor torbasında. Eyvah diyor, ben bu karıncayı vatan-cüdâ ettim. Dönüyor, o karıncayı yerine bırakıyor.

Vatanından ayırdım diyor…

Efendimiz bir yanık karınca yuvası görüyor, hayret ediyor. Yakmak diyor Allâh’a aittir diyor… (Bkz. Ebû Dâvud, Cihad, 112)

Karınca yuvalarını yakmayın diyor.

Yaktığı zaman ne olacak? Bunun kıyâmet günü hesabını verecek.

وَيَقُولُ الْكَافِرُ يَا لَيْتَنِى كُنْتُ تُرَابًا

“…Kâfirler diyecek, keşke diyecekler (bu karıncalar, bütün hayvanlar, hayvanat hakkını aldıktan sonra toprak olacak) keşke biz de toprak olsak!” (Bkz. en-Nebe, 40)

Keşkeler çok geçiyor Kur’ân-ı Kerîm’de.

Evet.

يَا لَيْتَنِى, يَا لَيْتَنِى, يَا لَيْتَنِى …

Demek ki Cenâb-ı Hak bizim o keşkelere düşmememizi arzu ediyor.

Yarın keşkeli bir şeye düşmemek lâzım.

Efendim, dile yansıyacak (rahmet). Dil, nezâket olacak, zarâfet olacak, tatlı dil olacak, girdiği her mekâna huzur tevzî edecek o dil.

Rahmet insanında…

Rahmet insanında. Bu Ramazan’ın getirdiği bir bereket olacak.

Göze yansıyacak, göz haramlardan korunacak. Rûhânî vitrinlerden feyz alacak. Şeytânî vitrinlerden uzaklaşacak.

Ele yansıyacak. Sebil, cömert olacak.

Evet.

Akarsular gibi olacak.

Çok güzel.

Makama yansıyacak; kul hakkına dikkat edecek.

Makam sahipleri.

İşte Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz’in hutbesi, Hazret-i Ömer Efendimiz’in hutbesi… En hayırlınız olmadığım hâlde başınıza geçirildim buyuruyor.

Hazret-i Ömer:

“Eğer yanılırsam diyor, beni îkaz edin.” buyuruyor.

Bir makamda hakkı ve hukuku tevzî edecek.

Mala yansıyacak. “Mülk Allâh’ındır” diyecek. Emânetçi olduğunu unutmayacak. Pinti de olmayacak, israf da etmeyecek.

Şahsiyete yansıyacak: “el-Emîn ve es-Sâdık” olacak. Toplumdan bir vize alacak. Şahsiyet vizesi alacak. Numûne olacak, İslâm’ı temsil edecek.

Emr-i bi’l-mârûf, nehy-i ani’l-münker insanı (olacak). İlk başta kendisini temizleyecek. Hâliyle, kāliyle bir İslâm şahsiyeti, İslâm karakterini temsil edecek.

Zamana yansıyacak: Zaman en büyük bir nîmet. Zamanı nasıl kullanacak? Zamanı israf etmeyecek.

Âile hayatına yansıyacak:

Efendimiz’in âile hayatını örnek alacak. Efendimiz’in âile hayatında bir zenginlik yoktu maddî olarak.

Âdeta imbikten geçiyor değil mi Efendim rahmet insanı oluyor Ramazan’da…

Âişe Vâlidemiz buyuruyor ki:

Bize diyor ganimetler gelirdi beşte bir, hediyeler gelirdi. Fakat evimizde üç gün sıcak bir yemek pişmezdi. Nereye gidiyordu onlar?

Gelen gidiyor?

Nereye gidiyor? Zayıflara, kimsesizlere, gariplere, ashâb-ı suffeye vs. Allah Rasûlü üç gün doymadı buyuruyor.

Evet, Allah Rasûlü…

Yani nasıl bir âile hayatı?

Evet.

En mesut âile hayatı da o.

Evet.

O’nun hayatı. Hiçbir hanım, beyini öyle sevemez, hiçbir hanım öyle muhafaza edemez, sevemez. Hiçbir kız çocuğu, Fâtıma Vâlidemiz gibi babasını sevemez. Hiçbir baba Fâtıma Vâlidemiz’i (sevdiği gibi Efendimiz’in) kızını sevdiği gibi sevemez.

Demek ki o âilede ne vardı o zaman o âilede? Allah rızâsı vardı, huzur vardı, rûhâniyet vardı.

Çok güzel.

Demek ki bunlara tâlip olmak lâzım. Bugün maalesef âile hayatları bir çöplük hâline geldi maalesef.

İşte efendim, kısaca…

Rahmet insanı çıkacak Ramazan’dan, orucun imbiğinden o çıkacak.

Kibir olmayacak, enâniyet olmayacak, dedikodu olmayacak, iftirâ, yalan, israf, cimrilik ve emsalleri olmayacak. Çünkü bunlar Cehennem alâmetleri.

Evet.

Yani gönül, rûhânî istîdatlarla inkişâf edecek, gönüller cömertlik, merhamet, şefkat, hizmet, tevâzu, nezâket, sabır, edep, hayâ, vakar gibi fazîletlerle müzeyyen olacak. Bir yağmur gibi olacak. Her yağdığı toprağı inbât…

Bereket getirecek.

Bereket getirecek.

Evet.

Bir Güneş gibi olacak. En kuytuları aydınlatacak. İşte bu Ramazân-ı Şerîf -inşâallah- böyle bir rahmet insanı olabilmekten Cenâb-ı Hak bir nasip ihsan eder -inşâallah-.

Âmîn, Allah râzı olsun.

Cümlemizden.

Efendim çok teşekkür ediyoruz.

Biz teşekkür ederiz.

Bugün böyle çok bereketli bir sohbet oldu. Allah râzı olsun.

Değerli dinleyiciler. Ramazan sohbetinde muhterem Osman Nûri Topbaş Hocamız’la birlikteydik. Hayırlı iftarlar diliyoruz. Allâh’a emânet olunuz efendim…