İbâdetlerin Rûhâniyeti 

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2024 Ay: Şubat, Sayı: 228

İBÂDETLE GEÇEN ÖMÜR

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- naklediyor:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sağlığında Kudâa Kabîlesi’nin Beliyy boyuna mensup iki zât, birlikte İslâm’a girmişlerdi. Bunların birisi şehid düşmüş, diğeri de bir sene daha yaşayıp öyle vefât etmişti.

Talha bin Ubeydullah -radıyallâhu anh-;

«–Rüyamda; bir sene sonra vefât eden şahsın, şehid düşenden daha önce cennete girdiğini gördüm ve hayret ettim.» dedi.

Sabah olunca Hazret-i Talha’nın bu rüyası Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e anlatıldı. Rüyayı dinleyen Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, -başta namaz olmak üzere- bütün ibâdetlerin mükâfâtını gösteren şu cevabı verdi:

«‒O (bir sene sonra ölen kardeş), şehîd olan kardeşinden sonra Ramazan orucunu tutmadı mı? Bir sene, altı bin şu kadar rekât namaz kılmadı mı? (O hâlde ikisi arasında bu kadar fark tabiî ki olacak.)” (Ahmed, II, 333)

Demek ki;

Huşû ile kılınan bir namaz ve hakkı verilerek tutulan bir Ramazan orucu, kul için ne büyük bir ecir ve saâdet vesilesidir.

Beş vakit farz namazın edâsı, bir mü’minin Cenâb-ı Hakk’a karşı kulluk vazifelerinin en önde gelenidir. Âhirette hesabı ilk görülecek ve sorulacak amelimizdir.

Bir mü’minin; beş vakit namazı kılmaması, korkunç bir ihmal ve günahkârlıktır.

Namaz öyle ehemmiyetlidir ki; savaşta düşman hücumu endişesi altında dahî terkine müsaade edilmemiş, böyle ahvalde nöbetleşe ve birbirini koruyarak kılınacak namaz «salât-ı havf / korku namazı» olarak tarif buyurulmuştur. (Bkz. en-Nisâ, 101-103)

Kıyâme Sûresi’nde buyurulur:

“O (cehennemlik kişi), (Peygamber’in getirdiğini) doğru kabul etmemiş, namaz da kılmamıştı. Aksine yalan saymış ve yüz çevirmişti. Sonra da çalım sata sata yürüyerek kendi ehline (taraftarlarına) gitmişti.” (el-Kıyâme, 31-33)

Bu âyet-i kerîmelerde;

«Namaz kılmamak» ve kibirli yürüyüş, kâfirlerin vasıfları arasında sayılmıştır. Müddessir Sûresi’nde de cehennemliklere kendilerini azâba dûçâr eden sebepler sorulduğunda ilk olarak;

“Biz namaz kılanlardan değildik!” diyecekleri bildirilmiştir. (Bkz. el-Müddessir, 42-43)

Cenâb-ı Hak, insanı Zâtına ibâdet etmesi için yaratmıştır.

Âyet-i kerîmede;

“Sakın o çok aldatıcı (şeytan) sizi, Allâh’ın affına güvendirerek kandırmasın!” diye îkāz-ı ilâhî nâzil olmuştur. (Lokmân, 33; Fâtır, 5)

Şeytan bu aldatmayı; âhiret hesabında;

  • Îmânın (ameller olmaksızın) kâfî geleceği,
  • Tevbe ve ıslāh-ı hâl için henüz bolca vaktin var olduğu,
  • Nasıl olsa Cenâb-ı Hakk’ın «Gafûr ve Rahîm» olduğu gibi telkinlerle gerçekleştirir.

Hâlbuki Cenâb-ı Hak buyurur:

“…İnsanlar; «Îmân ettik!» demekle kurtulacaklarını mı zannediyorlar?” (el-Ankebût, 2)

Îman;

  • Sâlih amellerle tescil edilir,
  • Haramlardan, kerâhetlerden ve şüphelilerden uzak durmak gibi imtihanlardan geçirilir.

Son nefesi îmanlı olarak verebilmek bahtiyarlığı, teminat altında değildir. Mü’min dâimâ son nefesi hüsn-i hâtime ile verebilmek endişesiyle hayatını sâlih amellerle tezyîn eylemelidir.

NAMAZIN RÛHÂNİYETİ

Namaz ibâdetini intizamlı bir şekilde edâ etmenin zarûretini ifade ettik. Ancak bu merhaleden sonra da şu muhasebe devam etmelidir:

Nasıl bir namaz?

Âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şeriflerde;

  • Namazın kötülük ve fahşâdan alıkoyduğu,
  • Orucun takvâya vesile olan ve kötülükten koruyan bir kalkan olduğu bildirilmektedir.

Kendimizi muhasebe etmeliyiz:

Yıllarca îfâ ettiğimiz bu ibâdetler, bizim mâneviyat dünyamızda bu rûhânî tesirleri meydana getiriyor mu? Hâlimizde, hissiyâtımızda, ahlâkımızda ve muâmelâtımızda bir terakkî husûle geliyor mu?

Bu suallerin cevabı menfî ise, ibâdetlerimizin rûhâniyetine dikkat etmemiz gerektiği âşikârdır.

Evvelâ;

Bütün ibâdetlerimizi Allah Rasûlü’nün ibâdetlerine benzetmemiz zarûrîdir.

Efendimiz buyurur:

“Namazı benden gördüğünüz gibi kılın…” (Buhârî, Ezân, 18)

O’nun namazı nasıldı?

Abdullah bin Şıhhîr -radıyallâhu anh- Peygamber Efendimiz’in namazdaki huşûunu şöyle anlatmaktadır:

“Bir keresinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanına gitmiştim. Namaz kılıyor ve ağlamaktan dolayı göğsünden, kaynayan kazan sesi gibi sesler geliyordu.” (Ebû Dâvûd, Salât, 156-157/904; Nesâî, Sehv, 18)

Peygamberimiz; farz namazların yanında, teheccüd, işrak, kuşluk, evvâbîn, hâcet, şükür, istihâre, husuf ve küsuf namazlarına büyük ehemmiyet verir, Cenâb-ı Hakk’a dâimâ secdelerle yaklaşırdı.

“Namaz gözümün nûru kılındı.” (Nesâî, Işretü’n-Nisâ, 10; Ahmed, III, 128, 199) buyururdu.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; namazda rükünlerin hakkını verir, alelacele bir namazı «hırsızlık» olarak tavsif ederdi.

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Aklını başına al da namazdan yalnız zâhiren değil, mânen de istifâdeye bak! Tane toplayan bir kuş gibi, Allâh’ın azametinden habersiz bir şekilde sadece başını yere koyup kaldırma!.. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in;

«İnsanların en fena hırsızı, namazından çalandır.» (Hâkim, Müstedrek, I. 353) beyânına kulak ver!..” (Mesnevî)

Rasûlullah Efendimiz, namazı düzgün kılmayan bir kişiye;

“Dön namazını yeniden kıl! Çünkü sen namaz kılmadın!” (Buhârî, Ezân, 95, 122, Eymân, 15, İsti’zân, 18; Müslim, Salât, 45) buyurarak, tâdîl-i erkâna riâyet edilmeden, yasak savarcasına kılınan namazların makbul olmadığını bildirmişti.

SÂLİHLERİN DUÂSI

Namazın rûhânî hayatımızın en mühim gıdâsı olduğunu, büyük mânevî şahsiyetlerle alâkalı âyetlerden de anlamaktayız:

Âyet-i kerîmede Hazret-i Meryem’e şöyle hitâb edildiğini görüyoruz:

“Ey Meryem! Rabbine ibâdet et; secdeye kapan! (O’nun huzûrunda) rükû edenlerle beraber sen de rükû et!»” (Âl-i İmrân, 43)

Halîlullah makamına vâsıl olan Hazret-i İbrahim’in de kendisi ve nesli hakkındaki namaz endişesini, Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen duâsında görmekteyiz:

“Ey Rabbim! Beni ve zürriyetimden gelecekleri, namazı ikāme edenlerden / hakkıyla edâ edenlerden eyle! Ey Rabbimiz, duâmı kabul eyle!” (İbrâhîm, 40)

Mü’minûn Sûresi’nde, felâha kavuşanların vasıfları sayılırken, ilk sırada; «Huşû içinde bir namaz» zikredilmiştir.

Namaz, ruh ve beden âhengi içerisinde edâ edilebildiğinde; kul için, Cenâb-ı Hak ile mülâkat, O’na münâcât ve O’ndan istimdat imkânı olur.

Fakat zâhirî, geometrik hareketlerden ibaret bir namaz; bu kurbiyeti sağlamaz.

Hazret-i Mevlânâ der ki:

“Keçinin gölgesini kurban etme!..” (Mesnevî)

Yani ibâdetleri; gölge hükmünde olan, zâhir ve sûret plânından ibaret zannetme!.. Zâhirî şartlara riâyet etmekle birlikte, sen asıl rûhâniyet, vecd ve istiğrak tarafına geç!..

İbâdetlerin rûhâniyetini ifade husûsunda yine Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:

“Öyle bir abdest al ki hiç bozulmasın.

Öyle bir namaz kıl ki hiç bitmesin.

Âşığa beş vakit namaz yetmez. Beş yüz bin vakit ister. Gerçek âşık, vuslatın bitmesini hiç ister mi?” (Mesnevî)

Lâkin rûhâniyet ve huşû mühim diyerek, zâhiri de ihmâl etmek doğru olmaz. Hazret-i Mevlânâ zâhir ve bâtın beraberliğini ne güzel ifade eder:

“Her meyvenin önü, bir şekilden başka nedir ki! Tat, ondan sonra gelir.” (Mesnevî)

Bu hakikatin gerçekleşmesi için de mânevî lezzete ulaşmak îcâb eder:

“İbâdetin netice vermesi için zevk; tohumun ağaç olması için, içinin dolu olması gerek.” (Mesnevî)

Namazın zevkine ermek, ibâdetlerden mânevî lezzet alabilmek için, haramlardan uzak durmak gerekir. Haram lokma yemek, gözün şeytânî vitrinlere kayması, kulağın ve lisânın; mâlâyânî, gıybet, yalan ve benzeri sözlerle kirlenmesi, kalbimizin; huşû, vecd ve istiğrak gibi rûhânî istîdatlarını köreltir.

RÛHA ŞİFÂ

Namazın kalp huzuruyla kılınması ise; uhrevî sevap ve kıymetinin yanında, dünya hayatında da rûhî / psikolojik bir ferahlık sağlar.

Mütefekkir Cemil MERİÇ’in güzel bir tâbiri var:

“Namaz, psikiyatrik bir tedavidir. Çünkü namaz kılan, kendini yalnız hissetmez. O, en büyük güce bağlıdır. O gücün inâyeti içindedir. Namazı huşû içinde kılan bir toplumda psikiyatrik hastalık olmaz…

Oruç, (zekât ve infak) gibi ibâdetlere devam eden bir toplumda, içtimâî isyanlar olmaz. Bunun sonucunda büyük buhranlar yaşanmaz, zulüm olmaz.”

Gerçekten de namazını tâdîl-i erkân ile kılabilen bir insanın, rûhî rahatsızlıklara uğraması düşünülemez. Zira namaz; kulun, sonsuz kudrete, hâlini ve muhtaçlığını arz ederek O’na sığınması ve O’ndan yardım dilemesidir. Sonsuz bir kudrete lâyıkıyla güvenip dayanan bir kimsenin rûhu gerçek huzura erer. Namazlarını; bu şuurla, kendini vererek, Cenâb-ı Hakk’a mülâkî olurcasına bir huşû içinde kılabilen bir mü’minin rûhu, her türlü sıkıntının üstesinden gelebilir. Hayatın iniş-çıkışları, onun rûhî muvâzenesini sarsamaz.

Beş vakit namazın cemaatle kılınması da çok mühimdir. Peygamberimiz; sünnet-i müekkede olan cemaatle namazı devam ettirenin, Müslümanlığına şâhitlik etmemizi bildirmiştir.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in;

  • Farz namazları evinde kılmak için izin isteyen âmâ sahâbîye dahî izin vermediğini,
  • Cemaatle namaza tembellik göstermeyi nifak alâmeti olarak saydığını unutmamak îcâb eder.

Tâbiîn neslinin büyük imamlarından Ebu’l-Âliye -rahmetullâhi aleyh- der ki:

“Biz, kendisinden (hadis) almak için bir kişinin yanına gittiğimizde, onun namaz kılışına bakardık:

  • Eğer namazını (tâdîl-i erkân ve huşû ile) güzelce kılarsa; «O, diğer işlerini de güzel yapar.» diyerek yanına otururduk.
  • Şayet namazını gafilâne kılarsa; «Onun, diğer işleri de böyle (dikkatsiz ve tutarsız)dır.» diyerek yanından kalkardık.” (Dârimî, Mukaddime, 38/429)

Demek ki;

Namaz, kulun bir nevî ahlâk karnesidir. Mânevî şahsiyet ve karakterinin bir aynasıdır.

Ramazân-ı şerîfe hazırlandığımız üç ayların mânevî ikliminde, oruç ibâdetinin de mânevî ve bâtınî veçhesini çok iyi idrâk etmemiz ve hayata geçirmemiz îcâb eder:

ORUCUN RÛHÂNİYETİ

Orucun zâhiri; fecirden güneşin batmasına kadar, yemek-içmekten ve bedenî hazlardan uzak durmaktır.

Ancak, orucun rûhâniyetinin kemâle ermesi için; ağza gıdâ ve suyun girmemesine dikkat edildiği gibi, ağızdan çıkacak sözlere de îtinâ gösterilmelidir.

Yine kulakların, gözlerin ve gönlün de oruca dâhil edilmesi lâzımdır. Zira bunların orucun rûhâniyetine uymayan şekilde kullanılmaları, orucu zedeler ve âdetâ mânen bozulmasına sebebiyet verir.

Oruçlu olduğu bir gün, Abdullah Dehlevî Hazretleri’nin yanında gıybet ettiler.

Hazret;

“–Eyvah, orucumuz bozuldu!” buyurdu.

Bir talebesi;

“–Efendim, siz gıybet etmediniz ki!” dediğinde ise;

“–Evet, biz gıybet etmedik, ama dinledik. (Bize ondan menfî bir in‘ikâs geldi.) Gıybette, söyleyen de dinleyen de aynıdır.” buyurdu.

Şu hadîs-i şerifler de, orucun rûhâniyetine dikkat etmeyenlerin âkıbetini bildirmektedir:

“Kim yalan konuşmayı ve yalan dolanla iş yapmayı terk etmezse; Allâh’ın, o kimsenin yemesini ve içmesini bırakmasına ihtiyacı yoktur.” (Buhârî, Savm, 8)

“Nice oruç tutanlar vardır ki, orucundan kendisine kuru bir açlıktan başka bir şey kalmaz!..” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 21)

Rûhâniyeti zedelenmemiş bir oruç;

  • Takvâya eriştirir. Zira oruçta helâllerden dahî belirli bir süre uzak durma tâlîmi vardır. Bu tâlimde kuvvetlenen rûhânî istîdatlar, haramlardan kaçınma husûsunda bi-iznillâh daha muvaffak olacaktır.
  • Oruç bize nimetleri tefekkür ettirir. Belirli bir müddet uzak kalınca, nimetleri idrâk etmek daha da kolaylaşır. Şükrü artırır.
  • Aynı hakikatten hareketle; oruç, mahrumların hâlini tefekkür ettirir. Merhamet ve şefkati artırır.

Yûsuf -aleyhisselâm- fakirlere infakta bulunacağı günlerde kendisi bir şey yemez ve aç kalmaya dikkat ederdi. Sebebi sorulduğunda;

“–Açların hâlini açlığı yaşayarak daha iyi anlamak için böyle yapıyorum.” derdi.

Bilhassa Ramazân-ı şerifte Gazzeli kardeşlerimizin açlığa mahkûm vaziyette kaldıklarını tefekkür etmemiz ve onlara bol bol yardım etmemizin yollarını bulmaya gayret etmemiz lâzımdır.

  • Oruç, kulu, yemekten, içmekten münezzeh olan Cenâb-ı Hakk’ın yüce hâlinden -muvakkaten de olsa- nasiplendirir. Beşere, melekî bir hâli yaşatır. Bu hâl de feyiz ve mâneviyâtı ziyadeleştirir.

Buna karşılık;

  • İftar ve sahurda oburluk ile,
  • Sadece zenginlerin çağırıldığı, gövde gösterisi yapılan iftar sofralarıyla,
  • Gözün, gönlün, kulak ve dilin oruç tutmadığı bir ibâdette rûhâniyet kalmaz, âdetâ perhizden ibâret kalır.

Rabbimiz; sabrımızı kuvvetlendiren, takvâ derecemizi ve merhamet ufkumuzu artıran bir oruç nasîb eylesin.

İNFÂKIN RÛHÂNİYETİ

İnfâkın asgarî hududu, yani farz şekli zekâttır.

Farz namazda olduğu gibi, zekâtın da mutlaka edâ edilmesi gereklidir.

Zekât zaten müslüman zenginin, fakir kardeşine olan borcudur. Zekât; kardeşinden sorumlu olan zenginin zimmetindeki; «mâlûm, sâbit bir hak ve pay»dır. Bu payı sahibine teslim etmemek, bir hak gasbıdır. Zulümdür. Rahmetli pederim Musa Efendi -rahmetullâhi aleyh- de bu husûsa çok dikkat çekerek şöyle derdi:

“En kötü hırsızlık; zenginlerin, zekât vermemek sûretiyle fakirlerin malını çalmasıdır.”

Kur’ân-ı Kerim’de zekât; 32 yerde geçmektedir. Daha geniş ve engin olan infak ise 72 yerde geçmektedir. Sadaka ile beraber toplam 125 yerde infâk emredilmektedir.

Demek ki;

Cenâb-ı Hak; zekâtın asgarî hududunda kalmamızı, zekâtı vermekle iktifâ etmemizi arzu etmiyor. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“…Sana iyilik yolunda ne harcayacaklarını sorarlar.

قُلِ الْعَفْوَ

«İhtiyaç fazlasını (infâk edin.)» de…” (el-Bakara, 219)

Cenâb-ı Hak, kullarına yüce isimleri arasında en çok Rahmân ve Rahîm isimlerini telkin buyurmuştur. Bunun mânâsı, kullarının birer «Rahmet İnsanı» olmasını istemesidir. Cenâb-ı Hak; kullarının, duygusuz, acımasız, bencil ve cimri olmalarını istemiyor. Cennetine davet ettiği kullarının bu sıfatlardan tezkiye olmasını emrediyor.

Buna ilâveten;

Allah Teâlâ, kulun kalbinde dünya sevgisinin galip olmasını da arzu etmez. Bunun imtihanı da; kulun bunlardan vazgeçebilmesi, bunları Allah yolunda fedâ edebilmesiyle tecellî eder. Hayrın kemâline nâil olmanın, sâlihlerin, ebrârın derecesine ulaşmanın en mühim şartı; sevdiklerinden infâk etmektir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) infâk etmedikçe «birr»e, hayrın kemâline eremezsiniz. Her ne infâk ederseniz, Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92)

KÂRLI MAL İŞTE BU!..

Bu âyet-i kerîmeyi ashâbın nasıl bir vecd ile yaşadığına dair bir hâtırayı Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

Medine’de ensâr arasında en fazla hurmalığı bulunan, Ebû Talha -radıyallâhu anh- idi. Onun sevdiği malı da Mescid-i Nebevî’nin karşısındaki Beyruhâ ismindeki (600 ağaçlık) hurma bahçesiydi. Rasûlullah zaman zaman bu bahçeye girer ve oradan tatlı su içerdi.

Bu âyet-i kerîme nâzil olunca, Ebû Talha -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gelerek şöyle dedi:

“–Yâ Rasûlâllah!.. Benim en sevdiğim malım, Beyruhâ isimli bahçedir. Onu Allah rızâsı için tasadduk ediyorum. Allah’tan onun sevâbını ve âhiret azığı olmasını dilerim…”

Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Seni tebrik ederim! Kârlı mal dediğin, işte budur!..” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Zekât, 44; Müslim, Zekât, 42, 43)

Ebû Talha -radıyallâhu anh- ardından bu güzel kararını derhâl tatbik etmek için bahçeye gitti. Bahçeye vardığında hanımını bir ağacın gölgesinde otururken buldu. Ebû Talha bahçeye girmemişti.

Hanımı sordu:

“–Yâ Ebâ Talha! Dışarıda ne bekliyorsun? İçeri girsene!”

Ebû Talha;

“–Ben içeri giremem, sen de eşyanı toplayıp çıkıver!..” dedi.

Beklemediği bu cevap üzerine hanımı şaşkınlıkla sordu:

“–Neden yâ Ebâ Talha?!. Bu bahçe bizim değil mi?”

Ebû Talha;

“–Hayır, artık bu bahçe Medîne fukarâsınındır.” diyerek âyet-i kerîmenin müjdesini ve yaptığı infâkın fazîletini sevinç ve neşe içinde anlattı.

Hanımının;

“–İkimiz nâmına mı yoksa şahsın için mi bağışladın?” suâline de;

“–İkimiz nâmına…” diye cevap veren Ebû Talha, bu sefer hanımından huzur içinde şu sözleri dinledi:

“–Allah senden râzı olsun yâ Ebâ Talha! Etrafımızdaki fakirleri gördükçe aynı şeyi düşünürdüm de sana söylemeye bir türlü cesaret edemezdim. Allah hayrımızı kabul buyursun, işte ben de bahçeyi terk edip geliyorum!” (Bkz. Taberî, II, 803; Râzî, VI, 141-142, 166, [el-Bakara, 245 tefsîrinde]; Hâkim, II, 24/2194)

İşte sevinerek infak!..

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, açları doyurmakla doyardı. Medine’ye ganîmetler ve hediyeler gelirdi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunları kendisine harcamaz, derhâl muhtaçlara tevzî ederdi. Kendisi açları doyurmakla doyar, infâkın mânevî lezzetiyle huzur bulurdu.

İnfâkın rûhâniyeti; verilen ikrâmın fakir bir kula değil, Allâh’a verildiği şuurunu taşımakla başlar. Âyet-i kerîmede buyurulduğu üzere;

“…Sadakaları Allah alır…” (et-Tevbe, 104)

Bu şuurun ihlâl edildiği, muhtaca verirken asık suratla, eziyet edilerek, sonradan da başına kakılarak yapılan infaklar; Allah katında iptal olur.

İnfâkın rûhâniyetine nâil olmak isteyen bir mü’minin infak heyecanını Ebû’l-Leys Semerkandî Hazretleri şöyle tarif eder:

“(Bir infak esnasında) veren, alana teşekkür edâsı içinde olmalıdır. Çünkü alanın nasîbi, dünyevî ihtiyacın giderilmesidir. Verenin nasîbi ise uhrevî ve sonsuz lütuflar ile Cenâb-ı Hakk’ın rızâsıdır. Böyle olunca; veren, alandan daha kârlı durumdadır. Onun için de muhatabına teşekkür etmelidir.”

Bu verenin alana teşekkür nezâket ve zarâfetini büyüklerimizden görmüştük. Merhum pederim Musa Efendi -rahmetullâhi aleyh-; birine herhangi bir ikramda bulunacağı zaman, o ikrâmın muhtaçtan önce Allâh’ın kudret eline geçeceği şuuruyla, büyük bir nezâket ve titizlik gösterirdi. Verilecek meblâğı bir zarfa koyar, üzerine de;

“Muhterem, filân efendi! Hediyemizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz…” şeklinde, son derece zarif ifadeler nakşederek takdim ederdi.

Hayır ve hasenâtın, infâkın sevinç ve huzur içinde edâ edilebilmesi, bu ibâdetin vecdine ve rûhâniyetine vâsıl olunduğunun işaretidir. Verirken; «Eyvah malım eksiliyor!» vehmine kapılmak, bu sebeple bol bol infâk etmek yerine, kısarak, azaltmaya mâtuf ince ince hesaplar yaparak infâk etmek, rûhâniyetin ziyânına işarettir.

İnfak, aslında kazancın geldiği cihetin murâkabesi bakımından da bir röntgen mesâbesindedir.

Kul, parası üzerinde iradesi olduğunu zanneder. Aslında harcamalarında kendisinin değil, paranın iradesi vardır.

  • Eğer para helâlse, helâl yola ve hayrâta gider. Hakk’a yaklaştırır. Hayır-hasenat, kazanılan malın helâliyetini gösterir.
  • Fakat para eğer bulanıksa, bulanık yerlere gider. Gelişi gibi gidişi de karışıktır.
  • Eğer para haramsa, tamamen haram yerlere gider. Bu da sonunda sahibini helâk eder.

Cenâb-ı Hak; mülkün sahibinin Allah Teâlâ olduğunu idrâk edip, dünyalığı âhireti kazanmaya vesile kılabilenlerden eylesin…

HACCIN RÛHÂNİYETİ

Hac geniş muhtevâlı, hem mâlî, hem bedenî yönü bulunan, tefekkür ve tâlimlerle dolu bir ibâdettir.

Hac ibâdeti; rûhâniyet dolu bir mekânda, Hazret-i Âdem, İbrahim ve İsmail’den, Rasûlullah Efendimiz ve ashâbına nice hâtıralarının yaşatıldığı Harem’de, yine mübârek günlerde edâ edilir.

Bu mübârek mekânlar, geçmiş peygamberlerin iz ve hâtıralarıyla doludur.

Hac ibâdeti; dikişsiz elbiseye bürünüp girilen ihramla, yüz binlerce insanın aynı günlerde aynı mekânda bulunmasının meydana getirdiği izdihamla, muazzam bir mahşer provasıdır. Sınıf farklarının sıfırlandığı, bir kefen ikliminin yaşanmasıdır.

Hac ibâdeti; «Fusuk yok, cidal yok ve refes yok!» tâlimâtıyla muazzam bir edep tâlimidir.

  • Mü’min kardeşlerle en küçük bir didişme veya çekişmeye girmekten uzak durmak, haccın rûhâniyeti için elzemdir.
  • Küçük bir böceği dahî incitmek yasaktır. Avcıya avı göstermek, bir otu koparmak dahî yasaktır. Yani hac incitmeme tâlimidir.
  • Mâlâyânî ve gayr-i ahlâkî düşünceler bile zihinden ve kalpten uzak tutulmalıdır.

Böyle bir kıvamda edâ edilen hac ve umre ibâdetleri; sadece mukaddes beldede geçirilen günlere münhasır bırakılmamalı, orada elde edilen seviye hayata geçirilmelidir, ömre yayılmalıdır.

Hacda sembolik olarak şeytan taşlanır. Şeytanın taşlanması, sadece cemrelere atılan taşlardan ibaret değildir. Rûhâniyet dolu bir hacda; şeytan taşlamayı, hayatın her safhasına yaymak öğrenilmelidir.

Hacda bütün İslâm âlemi, âdetâ mânevî bir kongrede bir araya gelmiş olur. Kardeşlik hissiyâtı kuvvetlenir. Ten rengi, ırk ve kültür farklılıkları ehemmiyetini kaybeder. Ümmetin derdiyle dertlenme duygusu ziyadeleşir.

Hacda, kurban vardır. Demek ki Allah yolunda fedâkârlık zarûrîdir.

Hacda rûhâniyetin temininin en mühim şartı, haccın helâl kazanç ile edâ edilmesidir. Bütün mâlî ibâdetlerde helâl kazanç şarttır.

Hadîs-i şerifte, haram parayla hacca giden bir kimse; «Lebbeyk!» dediğinde kendisine;

“–Sana ne lebbeyk ne de sa‘deyk! Çünkü senin kazancın haram, azığın haram, bineğin haramdır. Hiçbir sevap almadan, günahkâr olarak dön! Hoşlanmayacağın şeyle karşılaşacağından dolayı üzül!” şeklinde karşılık verileceği beyan buyurulmaktadır. (Heysemî, III, 209-210)

Hac ibâdeti, mü’minler için asr-ı saâdet zamanına da bir yolculuktur. Hac ibâdetinin evvelinde veya sonrasında; Medîne-i Münevvere ziyaret edilerek, Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûhânî ikliminden tefeyyüz edilir.

Hac ibâdetinden sonra o hâli muhafaza imtihanı başlar.

Pakistan’ın mânevî mîmârı Muhammed İkbal, bir gün Medine’den dönen hacıları ziyaret ederek onlara bir müslüman gönlünü sergileyen şu sualleri sorar:

“–Medîne-i Münevvere’yi ziyaret ettiniz! Uhrevî Medine çarşısından gönlünüzü ne gibi hediyelerle doldurdunuz? Getirdiğiniz maddî hediyeler, takkeler, tesbihler, seccâdeler bir müddet sonra eskiyecek, solacak ve bitecek. Medine’nin solmayan, gönüllere hayat veren rûhânî hediyelerini getirdiniz mi?

Hediyeleriniz içinde;

  • Hazret-i Ebûbekir’in sıdkı ve teslîmiyyeti;
  • Hazret-i Ömer’in adâleti;
  • Hazret-i Osman’ın hayâsı ve cömertliği;
  • Hazret-i Ali’nin heyecan ve cihâdı var mı?

Bugün bin bir ızdırap içinde kıvranan İslâm dünyasına gönlünüzden bir asr-ı saâdet heyecanı verebilecek misiniz?”

Bütün bu rûhâniyet esaslarına riâyet edildiğinde; hacc-ı mebrûr, kişinin günahlarının affedilip, annesinden doğduğu günkü gibi tertemiz olmasına vesile olur.

Ancak kul hakları bunun dışındadır. Çünkü onlar için hak sahibiyle helâlleşmek şarttır.

Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı olan kalbin incitilmesi, haccın rûhâniyetini boşa çıkarır. Yûnus Emre Hazretleri şöyle ifade eder:

Ak sakallı pîr hoca,

Bilemez hâli nice,

Emek yimesün hacca;

Bir gönül yıkar ise…

Rûhâniyet öyle bir husustur ki; şu hadîs-i şerifte bildirildiği üzere, edâdan edâya kat kat fark oluşturur:

“Bir kul namaz kılar; fakat namazının yarısı, üçte biri, dörtte biri, beşte biri, altıda biri, yedide biri, sekizde biri, dokuzda biri hattâ ancak onda biri kendisi için yazılır.” (Ebû Dâvûd, Salât, 123, 124)

Ramazân-ı şerîfe hazırlandığımız şu mübârek günleri; ibâdetleri rûhâniyetle, huşû ve huzur-i kalp ile edâ etme hassâsiyetimizi artırmaya bir vesile edinelim. Bizleri bekleyen âhiretin; sırat ve mîzan gibi zorlu geçitlerinde, en mühim ihtiyacımız, rûhâniyetle edâ edilmiş ibâdetlerdir, hayrât ü hasenatlardır, Allah yolunda sergilenen hizmet, gayret ve fedâkârlıklardır.

Rabbimiz; ibâdetlerimizin rûhânî seviyesini ve mânevî kıvâmını, rızâsıyla te’lîf eylesin. Bizleri ibâdetlerin sevâbını zâyî eyleyen tehlike ve bâdirelerden muhafaza buyursun. Bu günlerimizi mübârek eyleyerek, bizleri Ramazân-ı şerîfin feyizli iklimine kavuştursun.

Âmîn!..